29 Aralık 2018 Cumartesi

DELHİ


Yedi ayrı şehrin yedi ayrı irfan damarının birleşmesiyle kurulmuş havuz bir şehirdir. 13. Yüzyıldan itibaren İslam’ın irfan ve ilim merkeziydi. Yakıp yıkılan Asya ve İran şehirlerinin alim ve bilgeleri buraya toplanır. Şehri abad ederler. Çiştî, Sühreverdî,  Kādirî ve Nakşibendî’dir.

Burada şehir kurmak için yağmur, nehir, imparator yeterlidir, denir. Yani bu: Tanrı feyzi, gıda ve şef demektir.

Hindistan için her açıdan kapı özelliğindedir.

Mimari mizacında renkler, insanın ruhundan ya renkli jelibonlar gibi çıkar ya binbir gökkuşağı ahengiyle macun gibi sıkılır. Ve yapıları bu acayip desenlerle fethederler. Kubbeler bu konuda bir Hintlinin ruhuna alabildiğine sonsuz bir alan açar. Burada sanatkârlar, mimariyi, bilgiyi bitki gibi çiçek gibi doğadan toplarlar. Kubbelerin, camilerin doğadaki haklarını alırlar. Hayallerle birleştirip taşa koyarlar.

Sanırım ki hayal, fıtratlarının en büyük sanatları. Masalsı tefekkürü severler. Sık sık berzahın ufuklarına doğru dalarak, gayb olurlar. Bünyeden koparlar. Dünyada ezanlar okunur, tekrar geyikler gibi döner gelirler.

Zikirde; hülyalı, saçaklı, baharatlı salâtları severler. Gökleri kaderdir, altında gölgelenip giderler.


Y.Türk

22 Aralık 2018 Cumartesi

KURULUŞ DERGİSİ, SAYI 31, OCAK- ŞUBAT 2019



Kuruluş Dergisi beşinci senesini, bu sayı ile geride bırakıyor. Altıncı yılına giriyor. Bu kadar uzun soluklu yolu açıkçası nasıl kat ettim, ben de anlamadım. Bence, bir bütünlüğe sahipseniz şiir, siyaset, fikir ve kişilik anlamında hazineniz çoktur. Anlat anlat bitmez. Çoğunlukla derginin  tüm sayfalarını tek başıma doldurdum. Gerçi bunun için kendimi hiçbir zaman zorlamadım. Doğal olarak ilerledi her şey. Yanıma da kimseyi almadım. Ben hızlı yürüyen biriyim. Yetişemeyenin hakkı ikidir. Sonrası Allah kerimdir. Ahenginin çabukluğuna uyan yoksa tek başına ilerlemek iyidir. Başkalarını yetiştirmeye çalışıp da kendini yetiştirmemek, geciktirmek de zulümdür. Şems'i bu nedenle pek severim. Çünkü bir orada bir burada çevik bir perendedir.

Ve yalnızlığı acayip seviyorum. İçimin dağlarını, ovalarını, hamını hasını görüyorum. Milletimle bu ovalarda el eleyim. Kuruluş dergisini bu maceraya bir şahit olarak günlük benzeri tutuyorum. 

·    Bu sayı 58 sayfadır, derim; bereketli okumalar dilerim.
  
  Yeprem TÜRK

8 Aralık 2018 Cumartesi

URFA



Karaya çıkmışsa insan bir defa beka da çıkmıştır oraya. Her insan, berzahtan bir parça da getirir, aleme gelirken.

Urfa’ya Urfa, daha Urfa yerinde yokken gelmiştir. Urfa’yı yeryüzüne Tanrı yaymıştır.

Peygamber hatıraları şehri nakış nakış işlemiştir. Bu mazi, umumi bir nimet ve berekettir.

Allah’ın elçilerinin toprakta bıraktığı sadelik hala üstündedir.

En güzel yavrularını doğurmuş ve ondan daha güzellerini doğuramayacağına inanıp kendini itikafa sokmuş ana rahmi gibidir. Artık Urfa’nın eskiyi düşlemesi vardır. Yenisi de bu mazi güçlendikçe felah bulacaktır.

Mekke’nin gölgesi gibidir. Peygamberleri bağrında toplamış daha ne olsun ki.

Urfa size bakarken, aslında Adem bakar, Havva bakar, İbrahim bakar, Musa bakar, en nihayetinde Peygamber-i Ekber bakar. Bu bakış serenatının çerçevesinde ise birer ulvi nakışlar olarak erenler bakar.

Urfa özü itibariyle salât tarihi ağacıdır. Daim yemyeşil fışkırmış.

Baki, en güzel kullarını buraya indirmiştir. Baki yaratmış, kalmış; fani geçmiştir.

Tüm halis şehirlerimiz gibi, buranın da ahalisinin gözleri pırıl pırıl yıldızlar gibidir. Temizdir. Kullar burada güzelleşiyorlar. İnsan, insana Urfa’da lazımdır.

Tarihi ritmi üstünüze boncuk boncuk dağıla dağıla, döne döne gelir, esrarlıdır. Halayı, semâadan inşa edilmiş gibidir.

Y. Türk



HABEŞİSTAN


İslam, Hicret ile ilk kez ayağını dışarıya atar. Ve Habeşistan bu anlamda ilk eşiktir. Mekke’nin Habeş’e gidişidir. İslam’a bağrını açan dost kokulu toprakların ürünüdür Habeşistan. İlk İslam önderlerine muhafızlık eden hanif bir zarftır. İnsana Cafer-i Tayyar gibi derin ilhamla bakar. Bu şehrin duygusu, imarını geçer.

Çünkü bu şehrin ruhunda bir şey var. Taşa koyulmaz. Nakşa gelmez. Havada durmaz. Beden olmaz. Libasa girmez. Aleme sığmaz.

Ama yine de her belde gibi bir erene bir kişiliğe çıkar. Bu şehir, bir Bilâl-i Habeşî gibi durur.

Bazı şehirlerde bedene yiyecek çoktur ancak ruha gülücük yoktur. Burada da gülücük çok ama yiyecek pek yoktur. 

Ve bu gülücük yanıktır, miri malıdır, nüfusunun üstünde tek gömlek gibidir. Gülücüğü, insanın yüzünde,  ruhaniyetli ve bilge bir nakıştır. Duyguludur.

Bağdat bilir, Diyarbekir görür, Habeş hisseder.

Mimarisi hakkında ne deriz? Habeşistan’ı, metafizik bir kap biliriz. Dağları, ovaları, ırmakları bu kabın içinde görürüz. Tabiata çıkmaya gerek duymayız.

Dilinde nesnesiz beyan var, gök ona cibinlik olarak yeter, deriz.


Y. Türk



ŞİRAZ


Bu halkın irfan şifrelerini, onun düşmanına bakarak çözmem gerekir.

Örneğin Yunanlılar için tarih ön plan halkı ifadesini kullanır. Sanatın, fikrin anatomisi antik Grek’te daha önceliklidir.

Ancak eski adına Persepolis ya da Parsa dedikleri Şiraz topraklarında Yunanlılarda hiç olmayan Haniflik vardı,  derinde ırmaklar gibi çağıldıyordu.

İslam’ın gelmesiyle bu coşkun damar yeryüzüne çıkar. Kendisini içeriden dışarı bir şehir, bir sanat, bir şiir olarak atar. Şiraz halkı, mimari ve musiki açıdan bir arka plan milleti olur. Bu şehirde eski antik Yunan’ın üzüm şarabının yerini ilahi kadehler; eski Yunan sporunun yerini de derviş meşrepli eylemler alır.


Yunanlılar  yakın şeyleri seyretmeyi severler, ufka bakmaya katlanamazlar. Bu şehirde ise sanatkarlar uçsuz bucaksız göklere bakmaktan esrarlı bir zevk alırlar.

Mimari, şiir, fikir ve sanat olarak neredeyse altın orana sahipler. Yunanlıların parçalardaki bütünün dağılımı olarak adlandırdıkları iambos adlı ölçü, burada bilge  faz diyeceğimiz bir metafizik ölçüye dönüşür.

Şiirinin ve sanatının kalıpları bekadan alınmış, dünyada dökülmüş gibidir. Gök sanki yeryüzüne acayip duygu ve irfan parçaları düşürüyor da   insanlar altta kapışıyorlar. Şiraz, sanat ve şiir açısından dünyanın en zevkli, en cömert yeridir.

İlahî aşk kadehinde parlayan, dile gelen bir gök yorumudur. Manevi lezzetlerin bağıdır. Zihninin sınırlarını da bu nefis tat belirler.

Bu bereketli geçmişi, bugün gençler, başta Sadi ve Hafız’ın cevelan ettiği tefe'üllerle açmaya bayılıyorlar.

Şiraz, Farisilere mahsustur ama Türklere de dolgun bir nasiptir. 


Y. Türk

24 Kasım 2018 Cumartesi

KAHİRE



Nil, Musa aleyhisselama o kadar ait ki. Şöhreti yönünden Musa’nın ikinci asası gibi neredeyse. Bu cennet ırmağı nehir, bereketli topraklara doğru akan Tanrı oluğu. Kıssası öyle bol ki.

Kahire, tarihte, Nil nehrinden sonradır. Onun anlatılarının gölgesi altında kalır. Ki Kur’an Mekke’de inip, Kahire’de okunana kadar.
Ölümle hayat, olağan şekilde kardeştir. Her yeri mezarlıklarla doludur, Kahire’nin. İnsanında, kabir duygusu ve hülya iç içedir. Bu şehirde açıktan göremediğiniz şeyleri düşlerle temin edebilirsiniz.

Ben, Kahire’nin mizacını biraz da aklıma Bağdat gibi gelen hatırlamalardan öğrendim.

Kahire, kıraat şehridir. Kur’an için Davudî sesler mekânıdır. Gırtlağı dölleyen göksel bir hançeredir.

Başlangıçta şia bir şehir olarak tasarlanmıştır. Hatta medreseleri bile Nizamiye ekolüne bir alternatif şeklinde düşünülmüştü. Ama kader onu Sünniliğin başşehirlerinden biri yaptı. Kahire ise kendine ait bu hüviyeti, topraktan tohum gibi kavradı, filizledi, çiçek açtırdı.
Halkları birleştirdi. İlim bahçesi oldu. Bereketlendi. Nurlandı. Alimleri ulu ağaçlar gibi meyve verdi. İlimde, ahenkte, ticarette ve mimaride muhteşem bir İslam gücüydü. İslâm düşüncesi ve fikriyle bir ambar idi. İlmini ve  ahengini, lekesiz oluncaya kadar temizledi, inceltti.

Ve Kahire’nin mânası hiç yerinde durmadı, hep genişledi. İstanbul’un fethine kadar gitti.



Y.T.

TÎCÎDA



Çoğu kere bir deri bir kemiktir. Ama ilkeli, dürüst, adaletlidir. Onurlu bir şehirdir.  Mütevazidir. Bir bakıma yetim gibidir. Nijerya’daki ilk İslam otağıdır.

Hafif bir caz plağına da benzemiyor değil, bu şehir. Yeryüzünün engin kuşağından evrene sade, spontan ve esrik tınılar yayan. Acayip bir müzik kulağı da var bu şehrin. Asya’ya tel ve tezene veren kader, buraya üflemeli, vurmalı enstrümanları nasip etmiş. Lisanındaki kelimeler de müziğindeki ahenk de  yürek güneşinin ışığında kurutulmuş gibi çıkar.

Akşamları her Afrika şehri gibi düşsel kıpırtı halindedir, göz kamaştırıcıdır. Sokakları ve caddeleri titrek iz gibi. İnsanların dizlerindeki dermanla, kurdukları şehirlerin sokak şekilleri arasında bir benzerlik var, der. Vücutlar, şehrin hatta nefes alan yaşam şeklinin lejandlarıdır. Törene, öğretiye ve töreye Asya insanı gibi yatkındır. Grameri ve deyişleri tatlıdır. Madde bakımından yoksul ancak mana bakımından derin ve incelik dolu Afrika nüktedanlığı da üstündedir. Güldürüsünü irfana bezemiş ilginç bir şehir.  Ama genetiği neşedir, şükürdür.

Geceleri kumların rüzgârla birlik kapattığı camiler, sabahları süpürgelerle temizlenir, bezlerle sıvanır, cilalanır.

Halvetîler, Kadirîlerin ve Sünbül Efendi’nin duyguda ve itikatta cevelan ettiği Sünni şehir.
 
Afrika’nın, Nijerya’nın siyah incisi, Bilâl bakışlı şehridir.  Elması saklayan kabuk semalıdır.

Y.Türk


BURSA



Bursa, Horasan alfabesini okur, onun duygusunu yaşar. Söğüt, ulu çilesinden çıkmış Bursa olmuştur. Bursa’nın tarihi hayal minyatürümüzde – Söğüt, çadır içindeki murakabedir- hep bir camide itikaf halindedir. İstanbul’un başkent olmasından sonraysa, şehzadeler ve padişahların ölünce gömülmek istedikleri baba ocağına dönüşmüştür. Her şehrimiz aslında aynı kaynaktan beslense de  illerimizin de meşrebi farklıdır. Bir bakıma coğrafya, şehirlerimiz için de bir kaderdir. Bursa da her şehrimiz gibi erenler şehridir. İlim şehri, edebiyat şehridir. Aslında benzeri de pek yoktur. Medeniyetimiz açısından tek nüsha gibidir. İstanbul’dan sonra Osmanlıya en fazla mal olan şehirdir.

Yeşil kenttir. Ancak bunu, naturel bir ibadette koymaz Bursa. Buradan Yeşil sarıklı erenler gibi kubbeler ortaya çıkarır.

Bursa, eserleriyle tabiatın daha öncekiler tarafından kullanılmamış etkilerine yönelmiştir. Bursa, şehir anlayışında orijinal bir ekol, Osmanlı ile çıkan yeni bir daldır. Işkındır. Akideler, daha tozlanmamıştır, cam bakışlıdır. Ruhlara nurdan bir haber kadar tesir verir. Mimari de ayrı bir meşrebi vardır. Araplar eserlerinde çölün fıtratını ve kıvraklığını; Yunanlılar denizin akıcılığını, Türklerse ise Horasan’da mimarisinde kullanılan gök rengini ve uçuculuğunu Bursa’da yeşil renkle buluşturmuştur. Yeşil can boyasıdır. Bu metotla da yeşil, yapılarda, göğüs kafesi gibi kanatlanmıştır. Osmanlı’nın ilk çağları gibi malzeme az ama ruh ve inkişaf çok. Bunlarda, öte tarafta ahret hayatı beride dünya yaşamı ve ikisinin ortasında bir Türk hayatı vardır.


Y.Türk

TAŞKENT



Bu kentin en güzel tarafı, camilerinin, insana,  toprağa bitki gibi çıkmış olma hissi vermesidir. Hüdayinabit meşrepte olmasıdır. İnsan ruhunun, erdemleri, doğayla paylaşmasıdır. Bozkırın ortasında kozmolojik bir karın gibi hayat yaşamasıdır.

Tecrübeyle elde edilen şeyler geride büyük bir atık, çöp bırakır. Bu alemin hayat tarzı, arka plânda, bakir bir ilham gibi başlamıştır. Temizdir. Talaşı yoktur.  Şehirlerimizin bir daire ile başlangıç yapması böyle bir şeydir.

İlkeleri atom gibidir. Şehrin bedenini içerden başlatır, yönetir.
Şehri, salâtlarla ve en değerli uzuvlarla kurmuşlar. Erenlerin ruhu burada hem şehre dokunmuş, hem de şehri dokumuş. İtikaf mekanına benzer bir şehirdir. Hazreti İmam, Zengi Ata ve eşi Anbar Bibi, şehri mayalamışlardır.

 Su, dağ, taş, ticaret şehridir. Bu yönüyle şehirde bir şehir değildir, aslında. Duygusu çağına göredir. ‘Engin ovalarım, kervanlarım, ineklerim, turnam, meleklerim!’ tadındadır. Asya’nın kille, taşla gelen yürek ifadesidir.

Mabedleri makyajsız arı durudur. Şekilleri, desenleri; berrak su gibi yeşillikler içinde akar. Avrupa’nın trajik Pieta çehreli ağır desenlerinden öyle uzak ki.


Y.Türk

15 Kasım 2018 Perşembe

ISFAHAN

Bazı şehirler yere tırnaklarıyla, demir yumruğuyla tutunur. Taşkent, böyledir. Ama Isfahan, ipekten saçaklarıyla, etekleriyle yere eğilir. Oldukça zariftir, uçucudur. Bu anlamda kentlerin Meryem’idir. 

Yeryüzü ağacının dallarında kızarmış bir elma gibi süzülür. İslam mimarisi meyveye ermiştir. Ruhtaki idea ve tabiattaki idea bir olmuş, ahenk bulmuştur.

İlmi de erenlerindeki tavır da şehre acayip bir hava veriyor. Selçukidir, Farisidir. İkisinin de müzikaliteleri zirvededir. Nakışlıdır. Isfahan’ın eren yüreklileri, göğü gibi akışkanlar. Sanki temiz hava gibi yaşayıp konuşup, temiz hava gibi yazıyorlar.

Küfe’de ilmin dili olan ibâre yoğunluktaydı.  Isfahan’da ise mârifetin dili işâret ön plandadır. Hiper- desenler diyeceğimiz tatta, coşkun bir espri de var kullandığı  çizgilerde.  Belki de Doğu’ya has mimari kaligramlar da diyebiliriz buna. Bilge bünyelerin geometrik hat meşki ya da.


Y.T.

8 Kasım 2018 Perşembe

ANKARA


Ankara’da Selçukluya kadar gökten gelen bir kubbe yoktur. Yani kubbe bize gökten gelişi haber verir. Metafizik filizlidir. Sema ile yer arasında geliş gidişlidir. Ve göklerden iniş, dört unsuru burada fena dönüştürmüştür. Roma kartalının uçtuğu ve eski milletlerin putlarının kurulduğu bu toprakların ruhunu göklere doğru kubbeye ve minareye çevirmiştir.

Bir yandan da devletler için güç gösterisinin yapıldığı arena gibidir. Araplar ve Türkler Bizans ile hesaplaşmalarını burada yapmıştır. Moğolların talan alanıdır. Burası göklerden geleni önce, ilimle, sanatla değil; kılıçla almıştır. Metafiziğin parsı gibidir. Alparslan ile bu topraklara gelen fetih duygusu, kılıç ile hikmet arasındaki geçişkenliği sağlayarak, bu kentin eski barbar tabiatının yumuşamasını sağlamıştır.

Osmanlı zamanında dergah hüviyetine ulaşmıştır.

Nagehan ol şara vardım, ol şarı yapılır ördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak arasında

Derken Hacı Bayram Veli, aslında Ankara’nın nasıl da yeniden gökkubbeyle inşa edildiğini, fiziğinin metafizikten çıkarıldığını anlatmaya çalışmıştır. Kutlu Milli Mücadeleyi başlatacak ruhu yoğurmuştur.

Cumhuriyet döneminde, gökkubbe ile Roma heykellerine özen (batıcılık) yan yana yürümüştür. Sanırım coğrafyamızı Üçüncü Roma (İslam Roma’sı) olarak addetme fikri de bu kargaşadan doğmuştur.

Ki irfanımız ve mimarimizdeki ölçü , Roma makasının karar veremeyeceği kadar derindir.  Roma ahengi insanımızın ulu ahengine öksedir. Aslında maddiyatçı ve oldukça dışarlıklı Roma, para gibi kara.


Oysa Ankara, bizde, ulu nefeslerden hasat edilen üründür, harmandır. Bin yıl önce Asya’dan Batı’ya doğru verilen  Tanrı selamının adıdır.


Yeprem Türk

KONYA

Tarihin, tabiatın  öldürüldüğü ve yeniden dirildiği bir şehirdir. Dışarıdan yanarken içerden anka gibi doğuşun şehridir. Her yönden böyledir. Akide, medeniyet, siyaset, şiir.

Çağının gereği Konya da görmüştür, Moğolları, Haçlıları. Mavi gök altında yaşamış toprağımın bu neşidesini de üten, değil mi ki ilmimizi irfanımızı sanatımızı çirkin pençeleriyle parçalayan yeryüzünün bu kaba ayıları.

Mevlana İran şiirinin ve yazın sanatının zirvesidir. Fars sanatındaki süs, Konya’da göksel bir duruma erdi. Bundan sonra Fars diline binecek süsleme, sözün simlerini de özünü de Pisagor tası gibi çekip boşaltabilirdi. Yunus’un sanatta yalınlığa ve sehli mümteniliğe dönüşü biraz da bundandı. Yunus, sözü, öze, sanatın kaynağına, başlangıcına döndürdü.

Mevlana, Konya’yı Yunus’un sanatına verdi. Konya hem Yunus hem de görklü bir semazendi. Döndü döndü, yaşadı ulu irfan üstünde.

O günden beri Konya için irfan ilahi bir taamdır. Tanrı nimetleri bu formatta akar buraya. Tabiatı da ruhu da sıcaktır.

İkindi vakitleri, tüm İslam şehirlerinde gariptir, hislidir. Güneş ufukta eğilirken, insanın içi, doğrulur. Sokaklara berzahtan bir gurbet duygusu yayılır. Yüksek sesler ufak ufak ezilir, mırıltıya dönüşür, Nargile gibi tüter bu saatlerde Konya. Konya bu vakitlerde berzahtan bir radyo olmuş sanki bir el onun akustikli sesini yavaş yavaş kısmakta. Ses elçisi dıştan içinize yönelmekte.  

Ümmetin bin yıllık ameli olarak duru gök altında durmakta.

Tabiat da burada Tanrı’ya kulak vermiş. İnsan elinden çekiç yemiş, ruhtan ışık kapmış. Akide görmüş. Ahenk almış. Yumuşamış, sertleşmiş. Eğrilmiş. Doğrulmuş. Erimiş. Donmuş. Akmış. Nurlanmış. İnsanına bahçe, medrese, han, vakıf, ev bark olmuştur.


Anadolu’nun ortasında bir cennet meyvesi gibidir Konya. Aşk başıdır. Cezbesi, aşkın tikidir. Mefkuresi vakıf düşüncesidir. Saflığın otağıdır. İrfan ikametgahıdır. Toprağa salavat gibi bir inşadır.

Yeprem Türk

EY ESKİ EREN


Bir atom postuna benzer yaşadın
Dehlizde nice elemente itikaf olma peşinde
Paralandın

Havai bir oya gibi işlendin yurduna
Dünya zırhı bunalttı seni
Ahretin dünyaya selamıydın
Verildin alındın bitti

Söyleyelim emeğindeki teri
İçten dışa bekanın dünya bedenine
Çıkardığı kabarcıklardan biri

Sorun,  malın kula
Allah’ından çok olması değil mi ?
Görmedik parmak uçlarında
Cimrilik denen karbon monoksiti
Yoksullar için her gün 
Saldın sokağa keseni başıboş serseri


Yeprem Türk


DÖNÜŞÜMLER


Dünya üstünde siyasal olarak yeni genetik haritalar kuruluyor.
Amerika, temellerini kuran öze kulak verdi. Avrupa’dan ayrıldı. İngiltere ile birlikte sessiz sedasız, bir gelecek kurgusu üzerinde, ilişkileri pişirmeye çalışıyor.

Avrupalı devletler, bunu fark etti. Safları sıklaştırmaya çalıştı. En azında büyük bir Avrupa ordusunun gereğini  dillendirmeye başladılar.

Medeniyetler ve uygarlıklar bakımından dünya üzerindeki politik ve tarihsel ana başlıklar, alt şubeleri yutmakta. Ülkeler, kendilerini kadim medeniyet daireleri içine atmaya yelteniyor.

Dediğimiz gibi, Avrupa kadim Grek uygarlığında karar kılarken; Amerika ve İngiltere, eski Roma’yı seçti.

Zaten geçmiş yüzyılda, İngiliz ve Amerikan şairleri birlikte anılmaya başlanmıştı. Örneğin Sylvia Plath hem İngiliz hem Amerikan şairidir. Sanki İngilizler ile Amerika arasında, bizim 11. yüzyılda Farisilerle birlikte kurduğumuz bir medeniyet yapısına ve etkileşimine benzer bir iletişim var. Bilirsiniz Mevlana hem Türk şairi hem Farisi’dir.

Kuveyt, Türkiye ile ilişkiler bağlamında Katar’ın örnek alınması gerektiğini belirtmiş. Bu istek bir entegre olayı değildir. Bu durum, Kuveyt için  Muhammed’e (S.A.V.) Mehmet olmaktan başka nedir ki?

Y.Türk

3 Kasım 2018 Cumartesi

KAŞGAR



İlk Türkçe sözlük burada yazılmıştır. Bir gramer şehridir. Türkçe’nin medeniyet dili olmaya doğru adım attığı yerdir.

Etrafı, yüce dağlarla tabiatın hacı babaları ile çevrilmiştir. Tarım ve su dokusundadır, kültürü.

Haniflikten İslam’a geçişin tüm tatlı ve şuh nekahâti üzerindedir.
Görürsünüz bunu, onun tarihini inip çıktınız mı, alçağına yükseğine varıp baktınız mı.

İlk defa İslam olan halka ve kente melekler daha çok mesai harcar, neşe gibi tatlı duygular saçar ödül olarak, derler. Gerisi sana kalmıştır emeğe ve sadakate, diye de eklerler.

Peygamber-i Ekber'e Mehmed olunan yılların başladığı yerler.

Medeniyetimizin bir eşiğidir, ulu kapısıdır. Fetih akidesi ve hissi Anadolu’ya, kendine özgü lisanla buradan girmiştir.

Daha sonra yazacağım Bursa, dimağımda Ş ve L harlerini öne çıkarır. Ve denizle suyla yan yanadır. R’yi de kapsar, çünkü lisanda dans etkisidir. Çöl kentlerinin sesi F S M’dir. Çöl de bir bakıma deniz kadar; kum ise su gibi hareketlidir. Ve R sesi, müziğidir. Oysa P Ç T K denizsiz Asya’nın, Kaşgar’ın sesidir. Serttir. Buranın hayatında ve yazının da R sesi, yani kıvraklık kaynağı göktendir.

Biri rahmana, su gibi gider kıvrıla kıvrıla. İkincisi kum gibi savrula savrula. Üçüncü dil, cengaverdir yara yara ulaşır. Ve ilerde Kaşgar, Anadolu’ya da böyle varacaktır.

Güller şehridir. Ve bir gül, burada elbiseye, duvarlara işlenen en etkin çiçektir. Gül,  Mehmed’in elinde Allah’a penceredir, açılır.

Sakin bir tavır, saf bir şuurdur; duyguda sadedir. İlk ışıma meyvesidir.  Asya ağacının dallarında ilk yeşeren İslam çiçeklerinden. Bu ana duygunun ilhamı burada hep dolaşır.


Şehir kurarken doğada kalan parçalarını toplamışlar. Muhiti, kendileriyle bütünlemişler. Ruhlarıyla, tabiatta vakit geçirmişler. Maddeyle neşideler yapmışlar. Mimarisinde renkler sanki itikafa girmişler sonra duvarlara geçmişler. 
 Hak yemeden, aşırılıklar saçmadan sade bir tarz nizam eylemişler.


Üstü salkım salkımdır. Göğünün cıvataları gevşek gibi durur, sanırsınız ki yere düşecektir, süzümlüdür ve temiz yüzlü gecelerde gökler, nurunu aşağı silkeler gibidir.

Y.T.

29 Ekim 2018 Pazartesi

KURULUŞ DERGİSİ, KASIM ARALIK, 2018, SAYI 30







                         

                          kuruluşdergisi

26 Ekim 2018 Cuma

PROJE DEĞİL İLHAMDIR





Yazmayı ve dergi çıkarmayı yarın da bırakabilirim. Ömrüm olursa yirmi sene sonra da. İlhamla yazıyorum. Ve her şey ona bağlı. Hiçbir şeyi proje olarak düşünmüyorum. Değil mi zaten en büyük proje, mefkûre ilhamdır.

Şehirler Kitabı da ilham olayıdır. Düşündüğüm bir şey değildi. Ama şehirler hakkında ne bulduysam okudum. Ve Tanpınar’ın Beş Şehri’ni daha çok coğrafik ve metafiziksiz buldum. Daha doğrusu El Medinet’ül Fazıla ile organik bir bağ kuramamış gördüm.

Ama bu işin başlangıcı, Mustafa Nezihi Pesen Ağabey’imin Bosna hakkında bir metin istemesiyle oldu. Bosna’yı yazarken, Bosna bir Yeşil Yunus şeklinde gözümde canlandı. Ve durum farklı kişiliklerde diğer şehirlere de sirayet ediverdi. İslam şehirleri bir ışımayla gönül coğrafyamda bir bir yükseliverdi. Yazılar da böylece başladı. Ve Mustafa Nezihi Ağabey’in, yazıları, ilhamıymış gibi sahiplenmesi de ilginçti. Bence, metinlerime verdiği ilk tazyiki fark etti.

Yirmi şehir yazıldı. Yirmi şehir daha yazılacak. Mustafa Nezihi Pesen Bey’e teşekkürler.

Yeprem Türk

25 Ekim 2018 Perşembe

OSMAN ÇAKMAKÇI


Osman Çakmakçı ile tanışmam, tesadüfi ve spontan şekilde oldu. Devamlı çay içtiği, anlaşmalı bir çay evinde, Kadıköy’de. 

Sanırım görüşmemiz kırk dakika sürdü. Çünkü fazla konuşmak hem onun için hem de benim adıma iyi bir şey değildir.

Çıkardığı derginin adı önce Pathos’tu. Sonra telif hakkı meselesinden dolayı Duygu Çağı oldu.

Osman Çakmakçı, duygu çağını getirmek isteyenlerden. Şiir akılla yazılır düsturuna karşıdır.

Aslında Duygu Çağı dergisinin içeriğini Osman Çakmakçı’nın yüzünde gördüm, sesinde işittim.


KÖR YAZI


II.BÖLÜM

Boğazıma geçireyim diye bir urgan

Yarmak için karnımı bir bıçak

Bir yastık koyayım başıma n’olur

Pencereden vuruyor
Beni yalnızlaştıran ışık

Öyle yorgunum ki kimsesizim
Uyutsun beni bir yatak serin hadi

Yazılmıyor yazgı yeniden
...

Göçebe dergisinden Duygu Çağı’na çıkar Osman Çakmakçı. Ama şiir telakkisi hep barbar şiir üzerinde sürer. Ham duyguyu, ham şiiri yakalamaya çalışır. Kültürden kaçar. Aslında ulaşmak istediği yer büyük ve derin olan saflık’tır. 

Osman Çakmakçı’ya göre ahenk önemsizdir. Oysa şiirde ritim gereklidir. Şairin bunu nasıl sağladığı daha önemlidir. Kimi şairler, Mayakovski gibi ses üzerinden çalar sazını. Kimi de kelimelerle. Ama bunlar tekniksel şeyler. Günümüz şiirini kurtarmıyor. Artık ritim şiirde duygu ile sağlanır. Bu da biçimsel değil, özsel bir durumdur Çakmakçı şiirinde.
...
Isıtmıyor sarı rengiyle
Bir yuva vermiyor
Uyuyayım
...
İkinci ayrıksı özelliği Çakmakçı şiirinin, sarı renkli olmasıdır. Göçebeliğin rengidir, sarı. Yersizliğin ve yurtsuzluğun. Faniliğin. 

Bu rengi tarihin iki kişisi iyi kullanmış, yerinde manalandırmıştır. Dünyada iki büyük sarı vardır. İlki Yunus’un sarısı, diğeri Van Gogh’un sarısıdır. Birbiriyle ilgilidir ancak Yunus’un sarçiçek’teki sarısı daha derindir. Van Gogh’taki sarı Hollanda dağlarının ve ovalarının kozmosla harmanlanmasıdır. Yunus’un ki ise hem doğayla hem de metafizikle yoğrulmuş bir sarıdır. Gelip geçiciliğin dip boyasıdır. Vahdete giden yolda insana varlığı anlam yönünden ilham edip, bu dünyada silinmeyen ancak bütün renkleri doğuran, içine alan o tek renge kavuşunca bitecek, silinecek bir şeydir. Çakmakçı’nın aradığı barbar sarı budur.

Yeprem Türk

NEBAHAT ERKEKLİ, DESENLER VE GÜNGÖR ERKEKLİ İLE MEKTUPLAŞMALAR


Mektup, İslam medeniyetinin telif eser üretme tarzlarından biridir.  Bakmayın, son çağlarda içine kartpostal koyularak yazılmış boş ve derinliksiz mektuplara. Îmam-ı Rabbânî’nin Mektûbâtı var  mesela. Uzak diyarlara, müridlere yazılan mektuplarla meydana gelmiş, nice eren ve alim külliyatlarına sahibiz. Eskiden mektup türünün yazın alanında büyük iktidarı bulunurdu.

Mektuplar, bir devri sosyolojisiyle psikolojisiyle aydınlatır. Eğer kalem derinse okuyucuyu ilhamlara bürür. Hayat, sanat ve insan adına bir irfan haline gelir.

  Geçenlerde, Osman Serhat Erkekli’nin babasının annesine yazdığı mektupları okudum. Osman Serhat, kitap haline getirmiş bunları. Annesinin resimlerini de kitaba eklemiş.

Kitapta hakim duygular: Özlem, ülkü ve yoksulluk. Bir devlet memuru olan şairin babasının ve neredeyse cumhuriyetin ilk bayan ressamlarından olan Nebahat Erkekli’ye duyduğu aşk ön planda. O zamanın Türkiye’sindeki ekonomik yaşamın tüm zorlukları ve ideolojik yönelimler eserde net şekilde görülebiliyor. Bakımsız Türkiye’den birçok manzara var, kitapta. Halkın hayata tırnaklarıyla tutunduğu belli.

Zorluk, umut ve samimiyet dolu şeyler yer yer de Ahmet Muhip Dıranas ikliminde esere yayılmış. Osman Serhat Erkekli içinse çocukluğa, yitik cennete, safiyet dolu bir döneme bu mektuplar sayesinde dönüp bakmak ilginç ve tatlı olsa gerek.


Yeprem Türk

20 Ekim 2018 Cumartesi

DAHA


Değişmez yasayla anlatırsa insan, yüreği
Adem’den beri milyarlarca yıl aynı ayetlerle aynı yeri

Şaşkınlık saygıdır bir de
Dünyada kullanılmamış tesirlere giderse

Mevlana’dan Şems’e cümlemi kurarım
Biz güneştik battık birbirimize

Bilgimde yerleşik bir ruh varsa
Eski çağların melekleri  
Zamanımın da melekleriyse

Anlamama gerek yok
Ah sesi kâinattan büyüktür
Kağıt üzerinde nasıl duruyorsa

Ne derim Hallac’ın cümlesi değil de
Tabiatı asılmışsa
                     
İnsan atalardaki dalların dalları
Kitapların da kitapları olursa
Su kudretindedir bazı bilgiler
İyi olur nasıl geldiğini bilmezsen
İdrak biraz havadır burna gelen esintide
Fakat bu, tabiattan değildir
Nefes güzel alınıp güzel verilirse
Daha ne isterim ahengin dökümü de ideal kalıplarda yapılabilirse

Y. Türk


YUNUS ŞEHRİ


Yunus’un şehri, Allah ili, Kur’an kenti. Arı olmuş insanın peteği. Tüm Anadolu’dur. İlim çıkarmanın yolu yanmaktı burada. Ateş almış yüreğin kokusundan anlaşılmıştır, dünyanın yaşı: Dünya yedi kere doldu yedi kez boşaldı. İşte yer küresinin yaş haritası.
 
Taş aslında yarar, ama bu şehirde, hatıramızda Yunus ile kalmasından dolayıdır ki insanı sarar ve sular şol cennetin ırmaklarına akar.

Ve bu şehrin insanları taşı, toprağı, ilmi, sanatı, irfanı ektiler; şehir diye hasat ettiler. Ve şehri, doğanın bağrına, Tanrı huzuruna sofra diye açtılar.

Hızır gözetir bu saf ve duru şehri. Hızır Tanrı’nın gözüdür.

Fanilik, sarıçiçek ekolüyle burada harmanladı. Bu çiçek, bir felsefe bitkisidir.

Yunus Türkçe’nin asasıysa bu kent de şehir anlayışımızın ilmihalidir. Yer ile göğün izdivaçlarıdır. Bu açıdan milli bir otobiyografimiz gibidir. Yürük akar hayat burada. İrfan, türkü üretir.

Bilinçte, on sekiz bin alemin bir katresidir. Çağının ve medeniyetinin gıdasıdır. Bir yanı cihan diğer tarafı ukbadır. Böyle değilse o mekan Yunus’a göre taş bağırlı muhittir.
Bu şehirde gayb insana ilaçtır. Dünyanın yorgun doluluğunu gaybın boşluğu giderir. Bu şehirde bu bilinmiştir. Ama yine de kimse büyük yasa gereği: Gayp bize iki baş soğandır, dememiştir.
Yapılarında duvar, ağaç, taş ve ruhumuzun desenleri vardır.
Rahmeti bu şehir Yunus gibi yerden de yağdırır. Kerbela gibi ruhu topraktan tüter. Ehli Beyt dergahıdır.


Y.Türk

HORASAN


Horasan deyince, akla Floransa gelmelidir. Floransa, bir Hıristiyanlık tezi iken; Horasan bir İslam medeniyeti tezidir.

Ekonomik, sanat, irfan anlamında Avrupa,  Floransa’nın kişiliğine bürünürken; İslam toprakları Horasan felsefesi ile her sahaya yayılır. Ahiler, yardımlaşma dernekleri, medrese geleneğindeki ve ekonomik, askeri sahalardaki temeller bu mayayla tutturulur.
Batılı anlamıyla tarihimizde bir rönesanstır. Bizde ise ihyadır.

Kur’an alfabesinin çocuğu.  Samimiyetin mealidir. Ve bunun verimi olarak cezbelidir. Yeryüzüne yuva yapmış gök gibidir. Cezbe ki, her defasında tecrübe edilmemiş vitaminler deposudur. Yenidir.

Mimari açıdan, ustalarının elindeki malalar ilham taraklarıdır.
Yeryüzünün duasıdır.

Topraklarımız için gözün akı gibiydi, çekildi görme yetimiz kayboldu.
Bu şehrin ölüleri ölülerimiz, ruhu ruhumuzdur. Evraklar arasında kalmış bir şehir değildir. Kurtuba ve Bağdat ilminin eylem alanıdır.

Buranın toprağından doruk şahsiyetler fışkırır. İnsanı, tabiata bağrını açar, sarıçiçeğe hal hatır sorar.
 İlim irfan ambarıdır.
Şeref yeridir.
Horasan, yeryüzünün Muhammedî sakasıdır. Ve saka ki fıtrattan, ilimden, duygudan çalmazdır.


Y. Türk