2 Temmuz 2024 Salı
DEĞİNİ
Farklı İslam ülkelerinde, her yeni gelen jenerasyon, din ve medeniyet kardeşliğinde irtifa kaybediyor. Ve bizde de durum farklı değil. Yeni nesillerimiz, tarihi bir kopuşla, ‘misak-i milli’ dışında kalan aynı medeniyete bağlı toplumlarımızı açıkçası hüsrana uğratarak geliyorlar alttan. Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da; dedelerinin Osmanlı Türkiye’si menkıbeleriyle büyüyenler Yeni Türkiye’ye geldiklerinde atalarının anlattıkları Osmanlı Türkiye’sinin neredeyse eskide kalmış olduklarını görüyorlar. Bu da dışardan bize bakanları endişeye ve firaka sürüklüyor. Afrika’da ve birçok İslam ülkesinde hâlâ cetlerimiz yad ediliyor. Ecdadımızın bu tarihi varlığı ve medeniyet anlamındaki o büyük talihi; o insanlara olan sevecenliğiyle, yardım etme ve sevgi besleme iştiyakıyla teşekkül etmişti. Ve ecdadımızdan bize kalan en önemli atalık (miras) da budur. Aynı milletten olmakla doğan bu kardeşliği, bu mirasın sahibi olarak fedakârlıkla ve içtenlikle olgunlaştırarak, aynı ruhu yenileyerek ayakta tutmaya devam etmeliyiz, oysa. Genlerimize ve hissiyatımıza yerleşmiş bu sahih ve manevi kardeşliği hiçbir şahsi ve maddi çıkara feda edemeyiz, etmemeliyiz. Bu kadim kardeşlik terbiyesini sürdürmeliyiz. Bu konuda aşkla, şevkle gayret etmeliyiz.
**************************************************************************************************************************
Yavgalarımızın eski kardeşlerinden doğan yeni nesiller de, doğrusu Türkiye’nin her zaman kendine has bir kültürle ve tarihi bilinçle, tavırla hareket etmesini istiyorlar. Bu nedenle resmi sınırlarımız dışında kalmış kardeşlerimizi daha fazla şaşırtmamalıyız. Hayal kırıklıklarına uğratmamalıyız.
*************************************************************************************************************************
Elbette birkaç yüzyıldır başka uygarlıkların, coğrafi kutupların siyasi ve kültürel hegemonyasında yaşıyoruz. Asya’daki kardeşlerimiz sosyalist cephenin mağdurları oldular. Bizler de Arap kardeşlerimizle birlikte Batı hegemonyası altında ezildik. Bütünken parçalandık. Kardeşken birbirimizden uzaklaştırıldık. Kültürel anlamda ve kendi siyasetimiz bakımından kesintiye uğratıldık. Ama geçici problemlerdir, bunlar bizim için ebedi değil.
*********************************************************************************************************************
Kuşkusuz bizim istikametimiz daha başka, tarzımız da daha ayraldır. Bu yol ve veçhede bir gün daha sıkı saflar halinde buluşacağımızı ümit ediyoruz. Ve bu uğurda kendimizi daha yeter yetiştirmeli, terbiye etmeli ve pişirmeliyiz. Kendimizi yakın gelecekteki kardeşlik günlerine hazırlamalıyız. Bu eksikliği son göç sorununda da gördük. Birbirimizi sevmeyi, idare etmeyi hatta aynı yolda yürümeyi unutmuşuz. Birbirimize karşı anlaşma noktalarımızı, sevgimizi, saygımızı ve samimiyetimizi yitirmişiz. Ve bir yolunu bulup ecdadın kurmuş olduğu o büyük kardeşliği, müminler olarak tekrar inşa etmeliyiz. Aynı coğrafi kutup içinde bağlarımızı sıkılaştırmalıyız, iyileştirmeliyiz; bunu da imanla, ilimle, irfanla yapmalıyız.
***************************************
Y. Türk
SORU 1) Öncelikle yola çıkarken İslamcı bir dergi değildir, ümmetçi bir dergidir Kuruluş, demişsiniz. İslam’ın siyasallığı seni de mi rahatsız ediyor?
Yok, bu iş öyle değil. Her şey siyasidir, bir yönüyle; nereden bakarsanız bakın böyledir. Öncelikle söyleyelim, siyasallaşma sanıldığı gibi kolay bir şey değil. Büyük bir etik, ahlâk, derinlik ister. Diğer yandan siyasa en kirli en şovenist şeyleri de içine almaya meyilli bir kavramdır. Siyasanın modern yönü, Makyavelizmi falan düşünün, böyle kurulmuştur. Çevreden kuşatılmıştır. Bu nedenle siyasadaki etiği yakalamak zordur. Zaten bir şeyi siyasallaştırırken ahlâkı ve etiği tam da orta yerinden zapteden insanlar siyasallaşmanın hakkını vermiş olanlardır. Mevlâna’nın siyasi olmadığını kim söyleyebilir. Ya da Yunus’un. Ama işte adamlarda büyük bir terbiye var, moral var. Diğer yandan onların siyasası ile bizim siyasamız çok ayrı. Arada ufuk farkı büyük. Başka bir örnek daha vereyim. Ensar ile Muhacir kardeşliği büyük bir siyasi olaydır. Bu siyasilik ahlâkî yönden aşılamamıştır. Aşılamaz da. Aslında samimiyet ve yaşam önemlidir, siyasallıkta. Hak, hukuk, fedakârlık mühimdir. Ensar, Muhacirlerle mallarını paylaşmışlardı. Ensar, muhacirler geldikten sonra fakir duruma düşmüşlerdi. Bir de bize bakın. Günümüze gelin. Orta sınıf patronların birçoğu Suriye’den gelen muhacirlerin emekleri üstünde zenginleşmiştir. Yerli işçiye 200 liraya yaptırılan işler muhacire 20- 30 liraya yaptırılmıştır. Üstelik terör örgütleri aracılığıyla da topraklarına, mülklerine, şehirlerine el konulmuştur. Doğu, Güneydoğu gibi diğer birçok bölgede de muhacir olarak gelenlerin etinden kemiğinden beslenilmiştir. Bu, çok ağır bir sorumluluktur, vebaldir. Yani şunu demek istiyorum: Muhacir emanet edebileceğiniz bir topluluğunuz, toplumunuz bile yokken neyin siyasallaşmasını yapıyorsun. Burada şunu görüyoruz aslında. Siyasallaşma öncesinde büyük bir ahlâka sahip nüfus kitleleri oluşturmanız gerekiyor. Bence bunu yapmadan siyasallaşmaya kalkanlar büyük bir facianın altında kalırlar. İnsan kalitesi önemlidir. Gelen göçmenler peki kaliteli miydiler? Diye sorarsanız, derim ki: hayır. Mallarınızın tamamını verseniz alırlar. Bu bana yeter, demezler. Düşüklük karşılıklı yani. Toplumsal kalite, bütünlüklü gelir. Ve her şeye rağmen, misafire merhamet önemlidir. Onlara iyi davranmak zorundayız. Biz onlarla aynı Peygamberin ümmetiyiz. Bu, her şeyin üstünde bir değere sahiptir. Bir batılı gibi düşünemeyiz. Ve Avrupa’nın nasıl siyasallaştığını biliyoruz. Bu siyasallaşma sonunda dünya üstünde büyük sömürgeler kuruldu, göçler ortaya çıktı. Ülkeler darmadağın oldu. Güçsüz toplumlar yok edildi. Yok edilmeyenler köle haline getirildi. Şimdi bu siyasallaşmak mıdır? Avrupa siyasası bu yönüyle tiksinçtir. Mide bulandırıcıdır. Avrupa haksız kazançlarla, yağmalarla kurulmuş bir bahçedir. Hakiki siyasallaşma, karşıdaki insanların iyiliğini, selametini ve sıhhatini istemektir.
***************************************************************************************************
İslam’ın siyasallaşmasına gelirsek şunu söyleyebiliriz. Yukarda saydığımız şartlar yerine gelmişse neden olmasın? Avrupa’nın İslam’ı siyasallaşmasını kınamasına bakmayın. Burada başka hesaplar var. Fransa ve İngiltere örneğin, II. Abdülhamid'i İslam'ı siyasallaştırmakla suçlarken Avrupa içindeki kamuoyuna onun ateist olduğu propagandasını da yayabiliyordu. Onlar sadece siyasi bir yapı olarak başka bir siyasi cephenin ortaya çıkmasını istemiyorlar. İslam değil sadece felsefe de siyasallaşır. Platon, böylesi bir çerçevede değerlendirilecek bir filozoftur. Felsefeye siyaseti sokar. Ve modern felsefenin de nasıl siyasallaştığını biliyoruz. Modern felsefe Fransa İhtilali ile siyasallaşmasını tamamlamıştı. Hegel’in, Napolyon üzerinden keşfetmiş olduğu ‘zeitgeist’ keyfi de bundandı. Hegel, aslında Napolyon’da modern felsefenin siyasallaşmasını görüyordu. Ve bunu kutluyordu. Ama Hölderlin, bu siyasallaşmaya pek sevinmemiş hatta tersine üzülmüştü. Çünkü Hölderlin, çağın ruhu Napolyon sonrası gelen siyasi taifeyi, Mussolini, Hitler (Führeri)’i de sezmişti.
***********************************************************************************************************************************
Ve sosyalizm, başlı başına siyasal bir cepheydi. Ama farklıydı, bunun hakkını vermek gerekir. Yunan’dan ve Platon’dan bu yana hiçbir felsefenin sırtta taşımaya değer bulmadığı, hiçbir ideolojinin ve siyasi doktrinin hakkını savunmadığı, evine davet etmediği ve bazen Roma gibi devletlerin vatandaş olarak dahi görmediği, eskilerde adı homo sacer olarak bilinen ama şimdilerde adı ‘Küçük adam’ olan evrensel kesimin sözcülüğünü yapmak, onları ekonomik bilinç şemsiyesi altında siyasallaştırmak istemesiyle önemlidir. Eskilerde köle sınıfına dahil olan ama antik felsefeyle birlikte geri insan şeklinde sınıflandırılan, modern felsefenin de yine aynı gözle baktığı ve Locke, Spinoza ve Hegel gibi isimlerin ‘ilkel insan, sıradan insan, yoksul ve ayaktakımı’ şeklinde bir şube ayırdığı, hakları dinler dışında herhangi bir doktrin ve siyasaca savunulmamış kişilere en azından modern dünyada bir yer kazandırmasıyla yankı bulan bir görüşün sahibi olmasıyla dikkate değerdir, sosyalist cephe. Elbette burada, Marx’ın bu kesim üzerinden sıçrama yapmasında Hegel’in önemini de unutmamak gerekir. Dini alan dışında bu sınıf üzerinde etkili olan son siyasi bilinç , Komünizm idi. Bu sınıfın geldiği yeri felsefi anlamda ‘Proletarya’ addetmek mümkünse de sosyalizmin devamı gelmediği için Batı bilinci bu sınıfı bugün ‘küçük adam’ şeklinde lanse etmektedir. Ya da iki sınıftan birini seçmeye zorlanmaktadır, proletarya. Yani denilmektedir ki ‘proletarya’ değilsen, küçük adamsındır. Bu da başka bir siyasadır. Buradan biraz daha devam edeyim. Çünkü yoksullardan konuşuyoruz. Yoksulların bir Haz. Muhammed’i oldu bir de Marx’ı. İyi ya da kötü, Sakallı, bir şekilde fukaraları, züğürtleri savunmuş oldu. Bakü bozkırlarında sırtında yırtık hırkası ve elindeki ekmek kırıntılarıyla dolaşan yoksul şair Khlebnikov, kendisinin kim olduğunu soranlara ‘Ben Marx’ın karesi, Muhahmmed’in varisiyim şeklinde bir cevabı boş yere vermiyor. Yoksullar duygusal insanlardır. Ve çoğunlukla duygusallıkla maneviyat iç içedir. Din, gariplerin üstünde yükselir, hadisi şerifini böyle daha iyi anlamış oluyoruz. Aslında bu söylediklerime benzer bir şeyi de Hegel köle efendi diyalektiğinde fark etmişti. Ama yoksullar, bugün dünya siyasasında yalnız kaldılar. Komünist coğrafi kutup yıkılınca proletarya, küçük adama dönüştü. Bugün Avrupa’da küçük adam diye azarlanıyor, proletarya. Ve buradan derin siyasa çıkarabiliriz. Onların ellerinden tutabiliriz, Müslümanlar olarak.
*********************************************************************************************************************************
Bunlar ortadayken İslam’dan bir siyasa çıkarmak niye hoş görülmesin? İslam’ın siyasal bir bütünlük kurma gayreti neden eleştirilsin? Bu hususta elbette Batı kamuoyunu anlayabiliyoruz. Birincisi: Batı kamuoyunun, üstünde yaşadığı felsefe uygarlığının siyasallaşmasının kendilerine fayda sağlayacağının bilincinde olması. İkincisi de: Başka bir coğrafî kutbun doğmasının kendilerinin siyasi ve ekonomik hinterlandını daraltacağı gerçeğidir.
*******************************************************************************************************************************
Plautus der ki oyunlarının birinde ‘Yüreğimiz var, var ama yüreğimizi dayayacak bir yer yok.’ Bu sözü ben Nuri Pakdil’den okumuştum, önce. Ve bu sözün anlamı, bu sözü Nuri Pakdil’den duymakla yerine oturdu. Alıntı da olsa sözün manasını, bazen size aktaran verebilir. Yani insanlara yüreklerini dayayacakları yeri verirken bunu hangi ahlakla ve hangi insanla inşa edeceğiniz önemli. Bunu yaparken ucunda ölüm dahi olsa, yüreğini bize sunanlara ihanet etmemeliyiz. Yüreğini bize uzatmış olanla da asla ‘sen ben’ söylencesine girmemeliyiz.
********************************
Devamı, Kuruluş'ta olacak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)