Aşk tarihinde,
üç türlü eren görülür, gönlüme. Aşk gelirken örtü üstüne örtüye bürünenler:
Ahmet Yeseviler, Yunuslar. Aşk geliyor, diye kavlayanlar: Hallaclar,
Bistamiler. Kavlamakla bürünmek arasında gezinenler: Şibliler, Mısrîler.
Mısrî, erenlikte, tarih içinde
halli bir aşk çıkını. Yarı açılmış yarı kapalı.
Sanki daha açılsa bu çıkının
koynuna girecek yılanda bıçak gibi parlayan zehri görecek. Diğer yandan deseler
ayak bastığı yere ‘burası Tanrı huzuru
ahret’, gönlüyle hemen ak pak kavlayacak.
Bu yüzden yaşadığı şehirler, bütün
hüznünü ona taşımış. Daim hüzün bakmış. Ve bu manzara, son nefese kadar
gözlerinin sırtından inmemiş.
Yorsa da âşıkları dünya, aşk, taze tariflerini,
yaptırır onlara. Mısrî de ima eder ki tarafıma :‘Aşkta insanı bir yaşa koyarlar,
kesilmez bu, yaşama doysan da’
Değil
mi ki, çağımızdadır da kulların aşka ekonomik ya da ideolojik don biçme hakları.
İnsanın haktaki haksızlıkları.
Ve
gönüllerin, doktrinlere ve ceplere sığmıyor hayatları.
Mısrî, aşk haritasında bir Yunus yöresi.
Osmanlı ereni. Kalbimin şehrinde Aşk, göğüsteki
ulu emektir; kıymetli, iri ve diri; aşksızlık: haksızlık iyi gelmez gönle,
der gibi gezen biri.
Yeprem Türk