5 Ekim 2013 Cumartesi

HALKIN METAFİZİĞİ



Halkın ruhu, savrulsa da, savrulur sadece. Bozulmaz. Gelenekten değil, sahip olduğu öz  sayesinde bozulmaz.  Sendelediğinde,  üstelik geleneğe fark atar.  Sendelediğinde seninle olanlar hala seninledir. İster bu bir görenek olsun, ister bir müzik, ister hatıra. Acıda sevinçte ne yanındadır, o  senle yaşayacak demek. Gerisi boş.

Şu dünyada kaya gibi sağlam bir şey varsa insanda o da özdür. Ne görenek ne de pervanedir.

Her halkın zorbalara ve baskıcı rejimlere direnen bu türden bir ruhu mutlaka vardır. O gene özdür. Yer altındaki madenlere benzer halkların bu özü. Her şartta kendisini muhafaza eder. Ve bir gün üstündeki deki baskı kalktığı anda yenilenir, taze şekiller ortaya çıkarır. 

Bundandır, hiçbir topluluk kırım ve öldürüm zamanları dışında, insani birikimler olarak hayatlarına son vermez. Gelecekte, yaşam bağlarının tekrardan kurulacağından şüphe duymaz. Bir metafizik kap içinde minerallerini bozmadan saklayabilir, öz.

Tam sönmüş derken, yıllar sonra aynı ocak, ufak bir kıvılcımla tekrar harlanıp bacalardan eskisi gibi tütebilir.

Halkın ruhunun, son kişi kalıncaya kadar ölmeyeceğine en güzel ve etkili örnek, ruhsal ve fiziki şiddete en çok maruz kalan Doğu olmuştur. İçinde yarattıkları birikimleri, öldürümlere  ve büyük kültürel empozelere uğramalarına rağmen korumayı bilmiştir.  .

Çünkü onlar değişmek istedikleri sürece siz onları değiştirebilirsiniz. Vahyin bereketi dışında çoğu şeye aldırış etmezler, inanmış halklar. Hiçbir rejimin ve teorinin ufku, halkın engin bakış açısına kavuşamaz.

Kimse beklemesin Amerikan işgali altındaki Doğu’dan, İsrail'in şiddet ektiği Filistin’den emperyal bir ruh ve kültür fışkıracak. Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürü üzerinden bir Amerikancılık yaşansın. Öz denen şey kendini yakar, duman olur tüter de dünyaya, böyle bir şey olmaz.

Oralarda nefret filizleri var. Amerika’nın ve İsrail’in olsun diye var.  Yeşerecek. Vahşetle değil. Merhametle.  Mesela Bilal’in (ra) sesi gibi. Kara, yanık.  Ama bir o kadar beyaz. Zannedersiniz, köle ticaretine konu olan tüm siyahların ağıtçısıdır, o.  Bir dünyadan koparıyor notaları  bir ahretten. İnce, bilgelik dolu . Sıcak. 

Bir de günümüzde James Brown vardı. Tek şarkılık.  Vefat etti. Müzisyen ve kara.  Hayatını at, sesini al, Bilal (ra) ile  şekilde aynı damardan. Ama soul söylüyor.

Geleneğin karmaşıklığı bırakılır, öz korunur bu yüzden. Sana gelemeyen geleneğe sen de gitme. Kalan sağlarla kal.  Bire on veren başaklar denilen şeyler bunlardır.  İslam'ın  kuruluşu yoluna bunlarla devam edecek.

Allah (cc) net, öz net, söz nettir.

Savruluş varsa kuruluş da vardır.



 Y. T.






Şiirin İmkanları mı Türü mü?




Varaka, yeni çıkan bir dergi. Aslında ona fanzin demek daha doğru.  Malatya’da çıkıyor Varaka. Dergide öykü, şiir, günlük ve bir adet de eleştirel metin var. Ama benim dikkatimi çeken metin Şaban Ekinci’ninŞiir Nedir Şair Kimdir? Adlı yazısıdır.

Hakan Arslanbenzer
Ekinci, metninde yeni epik şiirle lirik şiiri karşılaştırmış. Metnine, kuşak olarak doksan kuşağını, şairler olarak da bu iki damarın öne çıkan şairleri Hakan Arslanbenzer’i ve Cevdet Karal’ı konu etmiş. Aslında epey bir aradan sonra, doksan şiirine masum bir gözle bakan bir metinle  karşılaşğımı söyleyebilirim.

Şaban Ekinci, metninde günümüzün şiirini hem lirik şiirin hem de epik şiirin etkilemeye devam ettiğini belirtiyor. Ama aslan payını da epik şiire veriyor. Diğer yandan yeni epik şiirin de zirve yapmaya doğru gittiğini hatırlatmaktan geri durmuyor. Aslında bu tür tespitleri yeni epik şiirin hamilerinden okumadım da değil. Bakalım gerçekten öyle mi?

Cevdet Karal
İlk olarak Şaban Ekinci’nin lirik şiir ve epik şiir ayrımı üstünde biraz durmak isterim.  Önce belirtelim ki lirik şiir,  bizim şiir geleneğimizde salt bir duygu yoğunluğu veya içinde bilinç barındırmayan  bir şiir türü şeklinde tarif edilmez. Daha doğrusu lirizm,  şiirsellik veya coşku anlamına gelmez. Lirik şiir, günümüzde ifade edilenin tersine hem şiirselliğe hem de bir anlama sahiptir.  Yani hem müziğe hem de bir akla  dayanır. Bu tespitin az anlaşılmasından olsa gerek, modern sanatta bir şey ifade etmeyen şiirler lirik sayılır.  Aslında bu olguyu ya da yanlışı en kestirme yoldan bize İsmet Özel açıklamıştır. Bir söz söylüyorum şiir olmuyor, şiir söylüyorum bir şey söylemiyor. Böyle demişti İsmet Özel yıllar önce. Ve İsmet Özel, vardığı bu yargıda ne lirizmi  ne de sadece anlamı önceleyen şiiri kast ediyordu. Şiirin taşıması gereken iki vasfı anlatmaya çalışıyordu.  Doksan şairlerinin  anlamadıkları şey buydu sanırım. Yani şiirin türüyle şiiri verimli kılan olanakların birbirinden ayırt edememeleriydi. Veya şiirin özellikleriyle  şiirin şartlarını birbirine karıştırmaları.  Mesela Cevdet Karal’ın şiiri çoğu kere, birkaç istisnai durum dışında hakikaten pek bir anlam ifade etmez ve yukarıda dillendirdiğimiz yanlış lirizm anlayışından dolayı Cevdet Karal’ın şiirleri de lirizme dahil edilir. Zaten Şaban Ekinci de Cevdet Karal şiirini okurken Hakan Arslanbenzer şiirinin düşündürücü, tespit edici özelliğini ister istemez arıyor. Tam tersinden, Hakan Arslanbenzer şiirini okurken de Cevdet Karal estetiğini veya şiirselliğini bekliyor şairden. Ve Ekinci iki şairin bu eksik şiir tutumlarını  mizaç farkı olarak yorumlar. Ne var ki bu bir mizaç farkı değil; aslında epik ve lirik şiir ayrımı da sayılmaz. Şiirin sadece bir imkanıyla ilgilenme meselesidir. Oysa büyük şairlerde ikisi de mevcuttur. Mizaç farkı ayrıca yine kendisini belli eder bir şiirde. Bundandır İsmet Özel şiirinde soğuk bir şiirsellik bulunurken, Sezai Karakoç şiirindeki şiirsellikse sıcaktır. Ama ikisinde de şiirsellik mevcuttur.  Daha önce İsmet Özel’in, bir televizyon programında en iyi Türk şairi olarak Ahmet Muhip Dıranas’ı işaret etmesi tam da bu mevzunun anlaşılması içindir oysa. Yani İsmet Özel, Dıranas’a öncelik verirken şunu demek istiyor bir bakıma. Bir şair olarak İsmet Özel, mana olarak nesnel karşılıklar taşıyan sözler söylemeye yatkın bir kişiliktir. Ama bu onun şair sayılmasına yetmez. Bir yerde şiirsellik edineceği adresler bulmalıdır Özel. İşte o adres de Ahmet Muhip Dıranas’tır. Nazım değil. Çünkü Nazımlık zaten İsmet Özel’de çok fazla bulunur. Mecburen Dıranas’a yönelmek zorundadır, Özel. Yani Özel’in bu hareketi, bir şiiri şiir yapan iki imkana da kavuşmak amaçlıdır.

Aslında Cevdet Karal şiirinin özellikleri de  Hakan Arslanbenzer şiirinin imkanları da iyi şiirde yek vücut halinde bulunması gereken ayrı iki parçalardır. Okunma esnasında birinin diğerini, diğerinin öbürü aratması böyle yorumlanmalıdır. İyi bir lirik veya epik şiirin hamurunda farklı oranlarda ikisi de bulunur çünkü. Doksan şiirinde bu yüzden lirik ve konuşan şiir diye iki ayrı kanal yok; şiirin gerekli iki imkanından sadece birini kullanarak birbirinden ayrılan farklı anlayışlar var. Ve neo-epik şiir, bu sakat anlayışla doğmuştur başlangıçta. 

Ekinci’nin yeni epik şiirin belli aşamaları tamamladığı yargısına gelirsem, günümüzde yazılan iyi şiirlerin doksanlarda çizilen epik şiir anlayışına uyduğunu düşünmüyorum. Çünkü doksanlardaki epiğin geleneksel (ama  kalkıp kendisi gelen)  şiirin çoğu imkanını göz ardı ettiği bilinir. Bu bakımdan cumhuriyetin ilk yıllarındaki hece şiiriyle benzeşiyor da hani. Ki hece şiiri, ortaya çıktığı zaman değil yıllar sonra, 1940’larda bir anlam ifade eder hale gelir. Ekinci, böyle bir şeyi anlatmaya çalışıyor sanırım yazısında.


*Varaka, sayı 1



                  Yeprem Türk




4 Ekim 2013 Cuma

SAVRULAN


Selvigül Kandoğmuş Şahin
Şiir ve öykü arasında garip bir ilişki takibi var. Şiir, yeni dünyanın sesini dillendirmeye başladığında, öykü aynı sese epey sonradan yetişir. Şiirde İkinci yeni ile başlayan kapalılık, imge öyküde neredeyse yetmişlerde kendine yer buldu. Aslında öykü bir yönüyle bu alışkanlığını sürdürüyor. Kapalılık, imge gibi şeyler şiirde eskitilmiş kelimeler olup çıkarken; öyküde bu gibi şeylerden beslenenler çoğunlukta hala. Çünkü imge ve kapalılık, belli bir versiyonuyla da olsa II. Yeni tarafından kullanıldı. Ve şimdilik çöpe atıldı. Ki o kapalılık üretici, zengin, yeni bir kapalılıktı. Ve üstelik tek bir kerelik bir hareketti.
  
Oysa kapalılık ve imge gereksiz bir iç çoğaltıma gebe artık. Lafı uzatır, anlamı daha geniş alanlara yaymaya yarar. İlerde edebiyata tekrar geri gelir mi bilmem. İmgenin bu haliyle dönmeyeceği de kesin ama. Şu an, öyküdeki rehavet, gevşeklik de bunlardan kaynaklanıyor. Öykünün, okunurken, insanı dalgınlığa götürmesi; zevk, tahayyül ve idrakin işine yaramayacak bir kalabalığa veya karışıklığa sürüklemesi de yine aynı sebeplerdendir. Doğrusu, benzeri yöntemlerle yazılmış ve öykü damarının dışına atılmayı bekleyen çok öykü kitabı var. Çünkü iki binlere kadar, ben’in kapalı kuyularına düşen öykü; etrafa soğuk, habis bir hava yaydı. İki binden sonra ters bir hareketle bu kez de somutluğa, aydınlığa, sıcak bir sese fırladı, öykü. Ve dilini hem tatlılaştırdı hem de ısısını yüksek tutmaya çalıştı. İki binlerde yazılan öykü ile öncesi arasında böylesi bir fark var.

Savrulan, Selvigül Kandoğmuş Şahin’in yeni çıkan kitabının adı. Savrulan, bu anlamda iki bin sonrasında yazılan öykünün özelliklerini taşıyan bir kitap. Arı, yağsız, samimi bir dili var sayılabilir, Savrulan öykülerinin. Doksanlarda başlayan çirkinliğin estetiğine, hatta çirkinliğin meleklere karşı bir üst sınıfa atladığı bir döneme karşı oluşturulmuş bir dil de diyebiliriz buna.
Cemal Şakar

Edebiyatımızın son otuz yılına damgasını vuran Picasso’nun habis dilinden uzaklaşma çalışmaları şeklinde de okunabilir, Savrulan. Eğer aynı etki hala sürseydi, akar Allah deyi deyi cennetin ırmakları sözünü, akar Allah cennetin buzları şeklinde de okusak fark etmezdi. Çünkü güzellikle çirkinliğin estetiği arasındaki geleneksel tercih o yıllarda edebiyatta yer değiştirmeye başlamıştı. Melek kelimesinin son zamanlarda öyküde çok kullanılması ve anlamlı, sıcak bir dilin yakalanmaya çalışılması temelde böyle bir günah çıkartmaya dayanır. Sanırım bu sesin öncü sesi de Cemal Şakar’dır.
 
Selvigül Kandoğmuş Şahin’in Savrulan adlı kitabında neredeyse son elli yılın edebiyat sesinden yaka sıyırmaya çalışmanın izleri var. Bu çaba ilerde, Şahin’e Doğu’nun berrak ve temiz yüzlü sesini hediye edebilir.


Y. T.


29 Eylül 2013 Pazar

Çiviler ve Çiçekler


Ama bu çiçekler naylon çiçeklerdir. Gerçek değil. Çiviler de öyle. Bu çivilerin uçları olduğundan çok sivriltilmiş. Sırf kanatsın, ezsin bütün çiçekleri de kendisine canavar dedirtsindir amaç. Overdoz türünden şeylerle belirgin tarafları abartılmış varlıklardır, bu çiçekler ve çiviler. İşte seksen şiiriyle doksanın epik şiirini yan yana koyarsak böyle bir manzara çıkar ortaya.

Sen elimden tutunca

Ben miydim yoksa bir başkası
Yürüyen seninle

                                                (80)

Hasiktir patron hasiktir afedersin
Sen de bizim bir şeyimizsin işte
Bunca küfür savurduk bunca güzel dedik anana 
                                                 (90)

Birini sahte bir çiçeğe, diğerini de vahşi bir çiviye örnek göstermek için, iki şiirden alıntı yaptım yukarıya. Şiirlerin altlarına şairlerinin adlarını yazmadım. İsimlere değil, iki ayrı şiir anlayışına dikkat çekmek, niyetim.
Birincisi; gördüğünüz gibi ilk şiirin gözleri boncuk boncuktur. Dışarıdan, bir şekle de sahip görünüyor şiir, ama muhtevada fevkalade boş. İleri düzeyde biçimci. Görüntüsü var şiirin ama etkinlik alanı oldukça dar. İşin ilginç tarafı seksenler şiirinin çoğu şairi şiirlerini bu tarzda inşa etmiştir. Felsefeci bir tarafları da vardır bu şairlerin. Başka disiplinlere ilgi gösterdiklerini ara ara duyuyorum, biliyorum. Yani epey entelektüel sayılırlar da onlar bu açıdan. Buna rağmen seksen kuşağının şiirde hala resim çizmeleri pozisyon mısraları yazmaları garip duruyor. Karın gökten nasıl bir kavis çizerek düştüğünü anlatan türden mısralar var hala seksen şiirinde. Bu aslında onların, bildikleri şeyleri şiirlerinden esirgediklerini ya da şiiri nasıl bir şey olarak algıladıklarını gösterir. Şiiri gövdelerinden ve kavrayışlarından ayrı bir şey olarak görüyorlar demek ki.

İkinci şiirse, sert ve çirkin bir şiir. Fakat bir o kadar da çekici duruyor. Yazılması gerekli miydi bu şiirin? Bence daha farklı bir imajla, yolla yazılabilirdi şiir. Çünkü günümüzde kapitalizmin ağalarının, bu şiirde geçen sözlerin anlamını bazen bir şekilde duymaları gerekiyor. İnsanlık kriterlerine göre, hangi iş ve yol tutuşta hangi kıymete eş değerdir bir patron , bu ona şiirle de bildirilmelidir. Gerçi ben şiirde, öfkenin boynu bükük boğalar gibi oturanını seviyorum, hak yememek adına. Ve bunu biraz Hakan Arslanbenzer’in Vatan Somuttur şiirinde görmüştüm.

Seksen ve doksan kuşağı şairleri birbirine zıt kuşaklar halinde belirirler, her yönden. Hem kişilik hem de sanat açısından farklı alemlerin, ayrı fikirlerin adamlarıdırlar. İki kuşak da birbirinden hazzetmez hatta nefret eder. Çünkü seksen kuşağı alabildiğine yumuşak, gösteriş sahibi ve form güzeliyken doksan kuşağı ise ürün açısından oldukça sert ve yüksek bir sesle tebarüz eder. Ayrıca, seksenler şiirinde baygınlık dışında okuyucuya geçen bir etkiden bahsetmenin mümkünü yok. Epik şiirse etkiyi sertlik sağlamak olarak algılamıştır. İkisinin de dengesi bulunmuyor yani. Doğallık, kendiliğindenlik değişik kaygılardan feda edilmiş. Seksen kuşağı şairleri düşünceye bulaşmadan, omuzları üstündeki kafalarına karışmadan işlerini yürütürken; doksan kuşağı ise tam tersine feraseti, sezgiyi çoğu defa şiddete ya da popülist bir akla harcamışlardır. Oysa Türk şiiri ne doksanın epik şiiri kadar sert ve kabadır ne de gözleri hayatı görmeyecek kadar boncuk boncuk ve ter ü tazedir.

Yeprem Türk