Aynı medeniyete mensup insanlar ve ümmet arasında
yabancılık, azınlık hususu olamaz. Eski zamanlarımızda bu mevzu medeniyetler
bağlamında değerlendirilir, ölçülür, yorumlanırdı. Hicaz’da doğmuş olan bir
Müslüman, izinle İstanbul’da bir yerli gibi yaşayabilirdi. O devirlerde
yabancılık, bu kadar parçalara ve çokluğa ayrılmamıştı. Ulus devletler
döneminden sonra yabancılık ve yerlilik daha kısa mesafeler içinde çoğaltıldı.
Gelgelelim ki Suriyeliler, bizim hiç de yabancımız değildi. Benim kanaatime
göre, muhacirlik kavramını yabancılığa evriltmek de başlı başına Batıcı zihniyetin
bizdeki bir şekillendirmesiydi. Muhacirlere asla yabancı denmezdi.
Üstelik, şöyle böyle medeniyet dışı kalmış yabancı
insanların da hukukuna hiçbir uygarlık Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı
medeniyetleri kadar titizlenmedi. Ve Türkler, Anadolu’da neredeyse Peygamberî
metodla hareket ederek, bu hukuka Anadolu’da zirve yaptırdı. Herkesin hakkı
islam’ın evrensel koruması altına alındı. Ve herkesin hakkı kendine dendi.
Din, dil, ırk, renk... fark etmeden bu böyleydi.
Muhammed İkbal’in
Edirne Muhasarası adlı bir şiiri vardır.
İkbal, bu gerçeği Anadolu’da yaşanmış bir hadiseden yola çıkarak dile
getirmiştir.
Edirne Muhasarası
Avrupa’da bir zaman bâtıl
Hakk’a saldırmış,
Halk kendini savunmaya
mecbur kalmış.
Ehl-i Sâlib’in kopardığı
toz hilâli kapatmış,
Şükrü Paşa Edirne Kalesi’nde
mahsur kalmış.
Müslüman ordunun erzağı
tükenmiş,
Yardım ulaşma ümididi de
kalmamış.
Türk kumandanı son
kararını vermiş,
Şehirde olağanüstü hâl
ilân etmiş.
Halkın tüm mallarının
ordunun emrine vermesini buyurmuş,
Şahin şimdi serçeye muhtaç
kalmış.
Şehrin müftüsü bunu haber
aldığında
Tür Dağı gibi onu ateş
sarmış.
‘Zimmîlerin mallarına
dokunmayı Allah yasakladı’ demiş,
Ve bu fetva şehirde
duyulmuş.
Askerler Yahudi ve
Nasârânın malına el süremiyormuş.
Çünkü Allah’ın emri
onların ellerini bağlıyormuş.