2 Temmuz 2019 Salı

Muhacir, yabancı mıdır?


Aynı medeniyete mensup insanlar ve ümmet arasında yabancılık, azınlık hususu olamaz. Eski zamanlarımızda bu mevzu medeniyetler bağlamında değerlendirilir, ölçülür, yorumlanırdı. Hicaz’da doğmuş olan bir Müslüman, izinle İstanbul’da bir yerli gibi yaşayabilirdi. O devirlerde yabancılık, bu kadar parçalara ve çokluğa ayrılmamıştı. Ulus devletler döneminden sonra yabancılık ve yerlilik daha kısa mesafeler içinde çoğaltıldı. Gelgelelim ki Suriyeliler, bizim hiç de yabancımız değildi. Benim kanaatime göre, muhacirlik kavramını yabancılığa evriltmek de başlı başına Batıcı zihniyetin bizdeki bir şekillendirmesiydi. Muhacirlere asla yabancı denmezdi.


Üstelik, şöyle böyle medeniyet dışı kalmış yabancı insanların da hukukuna hiçbir uygarlık Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri kadar titizlenmedi. Ve Türkler, Anadolu’da neredeyse Peygamberî metodla hareket ederek, bu hukuka Anadolu’da zirve yaptırdı. Herkesin hakkı islam’ın evrensel koruması altına alındı. Ve herkesin hakkı kendine dendi. Din, dil, ırk, renk... fark etmeden bu böyleydi.

Muhammed İkbal’in  Edirne Muhasarası adlı bir şiiri vardır.  İkbal, bu gerçeği Anadolu’da yaşanmış bir hadiseden yola çıkarak dile getirmiştir.



Edirne Muhasarası

Avrupa’da bir zaman bâtıl Hakk’a saldırmış,
Halk kendini savunmaya mecbur kalmış.

Ehl-i Sâlib’in kopardığı toz hilâli kapatmış,
Şükrü Paşa Edirne Kalesi’nde mahsur kalmış.

Müslüman ordunun erzağı tükenmiş,
Yardım ulaşma ümididi de kalmamış.

Türk kumandanı son kararını vermiş,
Şehirde olağanüstü hâl ilân etmiş.

Halkın tüm mallarının ordunun emrine vermesini buyurmuş,
Şahin şimdi serçeye muhtaç kalmış.

Şehrin müftüsü bunu haber aldığında
Tür Dağı gibi onu ateş sarmış.

‘Zimmîlerin mallarına dokunmayı Allah yasakladı’ demiş,
Ve bu fetva şehirde duyulmuş.

Askerler Yahudi ve Nasârânın malına el süremiyormuş.
Çünkü Allah’ın emri onların ellerini bağlıyormuş.



Yeprem Türk

DERGÂH'IN MAYIS VE HAZİRAN 2019 SAYILARI


Dergâh dergisi, mayıs ve haziran 2019 sayılarında epey canlanmış görünüyor. Şiirde olmasa da eleştiride üzerindeki ölü toprağını atmış, dergi. Şiirde taşralı,  nesirde İstanbullu bir dergidir, Dergâh. Bu sayılarda İstanbul şiiri olarak sadece Cevdet Karal’ın bir şiiri var. Eleştiride ise Mustafa Özel, yeni Peyami Safa gibi geliyor bana.

Modern edebiyatımızın, cumhuriyetin ilk dergilerinden olmasına rağmen yoluna devam ediyor, Dergâh. Bizim cenahta hep duyardım.  Solukluluk ve devamlılık bakımından Varlık dergisinin karşısına koyabilecek bir dergimiz yok diye. Varlık’ın sağdaki karşılığı Dergâh’tır. İkisi de ilk modernler tarafından çıkarılmaya başlanmıştır. Varlık’ın temelinde  Yaşar Nabi'nin, Orhan Veli’nin, Nurullah Ataç’ın harçları varsa; Dergâh’ta da Ahmet Haşim’in, Yahya Kemal’in ve A. Hamdi Tanpınar’ın koyduğu kök hücreler bulunur. Aslında doğrusunu söylersem:  Varlık, Batı yazınının ve düşüncesinin ufak bir filtrelemeyle Türk edebiyatına taşıyıcısıyken; Dergâh, Doğu ve Batı’yı harmanlamaya çalışmış bir sentez dergisidir. Zaten sentez kelimesi, sol edebiyatçıların ve fikir adamlarının ortaya attığı bir kavram değil, Peyami Safa gibi sağcıların ürünüdür. Solda taklidin, sağda sentezin olması da bundandır.


Yeprem Türk

30 Haziran 2019 Pazar

YENİ ŞİİR KİTABI



Olağan Şiir’den öğrendiğime göre, Abdullah ilhan’ın Kara adlı şiir kitabı yayımlanmış. Kara’yı okumak isterim. Abdullah İlhan, doğal şekilde yazan genç bir şairdir. İlhan’ın şiirini, değerli ve kabiliyet ürünü bulurum.




Yeprem Türk

Post-Truth Siyaset



Bugün, yalan söyleyen ve gerçekçiliği olmayan, allanmış pullanmış siyasete teslim olunuyor gibi. Post-Truth kavramıyla yani gerçek ötesi şeklinde açıklanıyor, bu durum da. Aslında Post-Truth, yalanın ve aldatmanın bir nevi felsefesidir, mühendisliğidir. Halkı, zaaflarından yakalar, onlara amigoluk eder, ciddiyetten uzaklaştırır, zihinleri boş yere meşgul eder. Yalın ve saf değildir, bulanıktır. Ve geride yapılması gereken ama yapılmamış işler de bırakır.

Bu felsefenin tarihî köklerine bakalım.

Yalan kavramının hangi medeniyet ve uygarlıkta nasıl karşılandığını görelim.

Bizim için ilk kaynak Kur’an’dır. Ve ona göre yalan söylemek, haramdır. Buharî ve Müslim Sahihleri’nde ise şöyle söylenir: ‘İnsanların söylediklerinden hiçbir şeyde yalana ruhsat verildiğini işitmedim; ancak şu üç durum müstesna: 1. Harpte 2.İnsanların arasını bulmada 3. Kadının kocasına, kocanın da karısına karşı ailenin düzeni için söylediklerinde...’

Siyasette bu üç durum da bulunmaz. Devlet işlerinde halkına karşı yalan konuşmanın ve yanıltıcılık yapmanın günah olmaktan başka durumu yoktur.

Farabî ve Yusuf Has Hacib de, siyasette, devlet adamlarının tabiat bakımından doğruluklarını ilk şart olarak koşar.

Batı dünyasında ise, Platon’un ‘kutsal yalan ‘ kavramı vardır. Buna göre tabiplerin ve hükümdarların yalan söylemeleri mübahtır. Post-Truth siyaset alanına nasıl geçildiğinin  izi de bence burada aranmalıdır. Post-Truth kelimesinin zihinsel olarak Batı dünyasına ait bir biçim ve anlam dünyası vardır.

Gerçek ötesi demek bizde hakikate denk gelir. Aşkınlığı söyler. Gerçeği daha da pekiştirir. Ama Batı dünyasında aynı kavram  ‘algı’ katına varıyor. Bir şeyin nasıl olduğu değil, nasıl algılandığı daha önemli hale geliyor.

Bu siyaset tarzında, şarkıcıları da komedyenleri de ülke başkanı olarak görebilirsiniz.

Amigo tarzı siyaset felsefesini besler. Ve bu felsefenin, sömürgeleştirilmiş üçüncü dünya ülkelerine mahsus jelatin kılığına bürülü siyasetçileri de vardır.

Bize ciddi, akıllı ve düşünen insanlar lazımdır. Ülkesini bir ideal üstünde geleceğe taşıyan, halkı adına bilgece, sakince ve derince iş gören Xi Jinping gibi devlet adamları gereklidir.


Adem KALAN

Tarihçilik



Bizim tarihçilerimizin olayları olduğu gibi, kısa bir iki cümleyle anlatmasından şikayet edilir.

Örneğin Peçevî tarihi de Âşık Paşa tarihi de koca koca zaferleri ve savaşları ‘Azam bir çarpışma oldu, galibiyetle bitti’ gibi ifadelerle geçiştirir. Ve bu da bize hep ilginç gelir.

Aslında bu tarihçilik tutumunda bizim için bir acayiplik yok. Asya insanının tarihe ve hayata bakış açısı böyledir. Sadedir. Bir durumu aşırılığa vardırmak, uzun uzun anlatılara boğmak istemez.

Bence bu tarih yazımı tarzı, bizim trajediye olan uzaklığımızdandır.

Avrupa tarih yazımı ise trajediye, yoruma açık kalmıştır.
Bu nedenle,  tarih alanında güvenli kaynaklar arayanlar Avrupa tarih birikiminden ziyade Asya tarih kaynaklarına daha bir önem vermişlerdir.

Çin kroniklerinde de bu sade tavır vardır.

Diyebiliriz ki tarihimizin kaydını Peçevî ve Aşık Paşa gibi tarihçiler tutmuşlar; felsefesini de sonra gelenler, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi zekalar yapmışlar.



Y. Türk