Nil, Musa aleyhisselama o kadar ait ki.
Şöhreti yönünden Musa’nın ikinci asası gibi neredeyse. Bu cennet ırmağı nehir,
bereketli topraklara doğru akan Tanrı oluğu. Kıssası öyle bol ki.
Kahire, tarihte, Nil nehrinden sonradır. Onun
anlatılarının gölgesi altında kalır. Ki Kur’an Mekke’de inip, Kahire’de okunana
kadar.
Ölümle hayat, olağan şekilde kardeştir. Her
yeri mezarlıklarla doludur, Kahire’nin. İnsanında, kabir duygusu ve hülya iç
içedir. Bu şehirde açıktan göremediğiniz şeyleri düşlerle temin edebilirsiniz.
Ben, Kahire’nin mizacını biraz da aklıma
Bağdat gibi gelen hatırlamalardan öğrendim.
Kahire, kıraat şehridir. Kur’an için Davudî sesler
mekânıdır. Gırtlağı dölleyen göksel bir hançeredir.
Başlangıçta şia bir şehir olarak
tasarlanmıştır. Hatta medreseleri bile Nizamiye ekolüne bir alternatif şeklinde
düşünülmüştü. Ama kader onu Sünniliğin başşehirlerinden biri yaptı. Kahire ise
kendine ait bu hüviyeti, topraktan tohum gibi kavradı, filizledi, çiçek açtırdı.
Halkları birleştirdi. İlim bahçesi oldu.
Bereketlendi. Nurlandı. Alimleri ulu ağaçlar gibi meyve verdi. İlimde, ahenkte,
ticarette ve mimaride muhteşem bir İslam gücüydü. İslâm düşüncesi ve fikriyle
bir ambar idi. İlmini ve ahengini,
lekesiz oluncaya kadar temizledi, inceltti.
Ve Kahire’nin mânası hiç yerinde durmadı, hep
genişledi. İstanbul’un fethine kadar gitti.
Y.T.