Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı eseri aslında hayatın kısa kısa yapılmış bir tefsiri.
Bombalardan tutun ekmeğe, büyük siyasi düzlemlerden korkunun en küçük parçasına
kadar inen bir yorum alanı ve çeşidi.
Kitaptan okuduğuma göre
kendisi, bunları ortaya çıkaran, konuşan, tevil eden bir araç. Büyük ihtimalle
onun bakış açısına göre insan da öyledir. Çünkü şair olarak kendisini bir
televizyona benzetir. Anlatırım, gösteririm, ancak nasıl gösterdiğimi
söyleyemem, der. Sanırım bu özelliğinin ağır basmasından olsa gerek şiiri
hakkında konuşmayı pek sevmez.
Örneğin Güney ve Kuzey
Kore Savaşı’nın ve Vietnam’ın anlamsızlığını anlatırken kitapta, bütün bunlara
sebep olan bir şeytan tüyüdür, demek ister. İnsanın özüne inerek meseleye
dokunur. Yani o kadar ölü o kadar kan, bir tüyden. Ve sebep ki o kadar kıldan.
Ve şairin bunun karşısında insan adına
konuşan düş kırıklığı var.
Metinleri de kendisi gibi bir bakıma. Dünyayı bilerek ve ona şahit olarak anlatan şiirleri,
nesirleri kadar kırgın. Kendisini araç olarak addedmesi, belki bunlara
dayanamayacağı endişeydi korkusuydu, bilmiyorum.
Ona göre kötüler de iyiler gibi bir ölüp bin
çoğalıyor. Habil soyu kadar Kabil’in kökleri de derin bir kalpte atıyor.
Bu kitapta, Cahit
Zarifoğlu’nun nesnelere bakış açısının edebi bir tarifinin yapılması da zor.
Cahit Zarifoğlu için nesne, kadim
madenlerin değişik çağlardaki hayat bulma şekillerinin toplamı. Un; ekmek,
kurabiye gibi çağın değişen yiyecek
adlarının adını çoğaltsa da altında tek bir isim vardır. Temel gıda Buğday.
Yine buğdayın başka çeşitleri: Pirinç, arpa, çavdar. Yani bunlar, dünyanın ilk
günlerinde insanlara verilen temel rızıklar, farklılaşmıyor sadece değişik
şekillere bürünüp yoluna devam ediyor.
Araçlar için de aynı şey
vakidir. Tüm modern gereçler dünyanın içine saklı bir bünyedeki cevherlerden
meydana geliyor, zamanın içinde bulunan terkibe ve felsefeye göre şekil
buluyor.
Aslında Zarifoğlu için söz de böyle bir
şeydir. Tanrı’nın Adem’e öğrettiklerinin farklı coğrafya ve kişiliklerde çoğaltımıdır. Bazı yerlerde sert kimi
bölgelerde yumuşak.
Bana öyle gelir ki,
Zarifoğlu bu metinleri, nesir felsefesi
içinde yazmaz. Şiir için kullandığı, özel bir
düzenekte düşünür. Mesela o düzenekte kelimelerden oluşan garip şekiller
var. Bunları o yapmıştır. Bu şekiller nelerdir?. Bunları biz bilmiyoruz. Hani
otuz senede bir nesil, tarz, sokak değişir derler? Bunları gideren şeyler.
Zamanın aslında dışardan geçtiği gibi geçmediğini sezdiren ve vaktin içine doğru gidildiğinde birtakım şifreler veya insani
cevherler ve yeteneklerle karşılaşacağımızı kulağa fısıldayan birtakım özel
çizgiler. O şekillerin gölgesi altında örneğin bir karpuz; kabuğu olmayan bir
karpuza dönüşür. Bu karpuzun bir dilimi hicretten öncede bir dilimi de modern
zamanlardan gözükebilir.
Ben bunu, Cahit Zarifoğlu’nun, görsellikle başlayan çağın dilini
bizim gibi nefesle konuşmaya çalışan bir milletin diline tevil etmeye çalışması
olarak isimlendiriyorum.
Cahit Zarifoğlu şiirinin, Türk şiir tarihinin Cahit Zarifoğlu’na
kadar görmediği bir tecrübe olması büyük ihtimalle bundan.
Y.Türk