Dergide önemli yazılar var. Hangimiz Billy Olmadık ki?, adlı metin Erva Kara'nın. Kara, John Taylor Gatto'nun 'Eğitim: Bir Kitle İmha Silahı' isimli eserinden yola çıkarak modern eğitim sistemi üzerine düşünmüş. Gatto'ya göre modern eğitim sistemi : 'Açıktan açığa vasat zihinler yetiştirmek, çocuğun iç dünyasını tarumar etmek, öğrencilerin liderlik vasıflarına sahip olunmasını engellemek, yumuşak başlı ve yetersiz vatandaşlar yetiştirmek üzere tasarlanmış, yani bir bütün olarak, nüfusu idare edilebilir kılmayı amaç edinmiştir...'
Covid salgınında okulların tatil olması, tamam velileri çok üzdü ama varoluşsal olarak düşünürsek öğrencilere kanaatimce iyi geldi. Öğrenciler, insanı daraltmak ve azaltmak için tasarlanmış eğitim sisteminden kendilerini bir yıllığına korumuş oldu. Okulsuz Toplum gibi anlayışları da modern eğitim sistemine yapılan gayri protest bir yansıma olarak okumak gerekir. Çağın insanı; modern eğitim sistemiyle doğaya dönüş felsefeleri arasında sıkışıp kalmıştı. Aslında biri ifrat diğeri de tefritten başka bir şey de değildi.
*
Diğer bir da yazı da Hilmi Uçan'ın: 'G. Flaubert, Yahya Kemal ve Taşralılık Duygusu.' Anlatı kişileri Emma Bovary, Madame Loisel gibi şehrin taşralı lirik ve romantikleri konu edinilmiş. Modern hayat, dünyanın her yerinde taşraya tarihte hiç olmadığı kadar bir limit azaltımına gitmişti. Taşra da aslında bunu kabullenmişti. Yahya Kemal'in taşralılık kompleksi herkesin malumu. Ona göre 'İstanbul'a Niş'ten değil Paris'ten gelmek lazım imiş.' Şiirde, İkinci Yeni'ye kadar daim bir taşralılık sıkıntısı var. Bunu Akif ve Nazım'ı dışarıda tutarak söylüyorum. Şiirde, şehirdeki taşra sıkıntısı II. Yeni ile aşılmıştı. Çünkü İkinci Yeniciler yüksek yeteneklerinin yanında yüksek bir taşralı grubu da. Çoğu, parasız yatılı okullarda okumuştu. Hatta diyebilirim ki taşranın doğurganlığı ve üretkenliği son yıllarda daha iyi anlaşılmış durumda. Taşra olmasa merkez çabuk çürür ve boş kalır. Şiirde hareketin taşradan merkeze olması gerektiğini söyleyen Yücel Kayıran haklı. Üstelik M. Heidegger gibi felsefeciler, yazın çalışmalarını dağ başlarındaki kulübelerinde yapmışlardı.
Derginin en önemli kısmı ise Abdurrahman Arslan ile yapılan söyleşi.
Aslında söyleşi başlı başına bir İslamcılık eleştirisi.
İslamcılık, büyük oranda birinci evresini tamamladı. Şimdi bu birinci döneme yapılan eleştiriler hakim, İslamcı düşünde. İslamcılığın birinci evresi Osmanlının yıkılış süreciyle başlar ve Mısır'da Mursi'nin idamıyla biter. Tarih tekerrürden ibaret sanki. Osmanlıyı yıkım çalışması Leibniz'in önerisiyle Mısır'dan başlatıldı. Ama daha önce yıkımı kolaylaştırmak için Şam üzerinde oyunlar oynandı. Peygamberimiz Şam'a hep dikkat çekmiştir. Şam, Osmanlının yumuşak karnıydı. İslamcılığın da yumuşak karnı Şam'dır. Kaşıkçı Cinayeti'ni Şam'ın bu tarihi rolüyle okumak gerekir.
İslamcılık da aynen Osmanlı gibi Şam'da yumuşatıldı, Mısır'da durduruldu. Ama bu, İslamcılığın sadece siyasi yönüydü. Bu aralığın bilgi, inanç sistemi ve epistemolojik yanı gibi unsurları ise nerede nasıl başladı, nerede nasıl bitti, ileride epey konuşulacak ve tartışılacak. Abdurrahman Arslan aynı bahiste şunları söyler: 'Dünyaya ve hayata artık Eflatun'un ve Aristonu'n gözüyle bakmaktayız; ya da Galieleo veya Newton'un gözüyle. Teologların büyük çoğunluğu bugün dünyaya İslam'ın değil Galieleo ya da Newton'un gözüyle bakmakta ya da onlardan üretilen bilgiyle düşünmekteler.' Bu minvale ben de eklemeler yapmak isterim. Arslan, dini ya da fıtrî olana tabiî görüş nazarından bakıldığını ima ediyor sanki. Kierkegaard gibi düşünürsem: etik birey, etik bilgi; dini bireyi, dini bilgiyi ve fıtrî bilme biçimini hapsetmiştir. Tabiî görüş, Rönesansla fıtrî bilgi kaynaklarını durdurmaya başlıyor aslında. Bugün Spinoza gibi önemli düşünürlerin dillendirdiği 'tinsellik' kavramı da 'fıtrî bilgi kaynaklarındaki maneviyatı bir dönüşüme tabii tutuyor. Tinsellik, tabiî yolla elde edilen natüralist bir maneviyat biçimidir. Tinselliğin temelinde büyük ihtimalle Aristo'nun mimesis kavramı vardır. Mimesis, sanatçı için sadece doğayı görüldüğü gibi taklit değildir, onun ruhu dediğimiz tinselliği de bir taklit şeklidir. Sezai Karakoç'un, sanatı, doğanın ruhunu değil de yaratışın taklidi olarak görmesi bu açıdan önemli. Ruh ve tinsellik arasındaki ince farka şerh düşmekte. Fıtrî ve tabiî olanı ayırmakta. Bugünkü teknolojinin temelinde de mimesis kavramı vardır. Ve mimesis kavramı, bugün doğada bulduğu tinselliği insanla birleştirmeyi, post-human'a giden yolu açmaya çalışıyor.
Abdurrahman Arslan, bizim için gelenek sünnettir, diyor. Bu söze söyle bir devam yazmak isterim : İnsanlığın tüm zamanlarındaki geleneğinin adı da 'Ezeli Hikmet'tir.
Akif'in 'Batının tekniğini alalım ama ahlakını almayalım' sözüne de eleştiri getirmiş Arslan. Teknolojinin alınmasıyla zaten ahlâkının da alınacağını, bu alışın bizi onlara benzeteceğini belirtiyor. Bu konuya ilk itirazı Rasim Özdenören yapmıştı. Ama zaten Akif ' Batı'nın ahlâkını almayalım' derken 'onlara benzemeyelim' demiyor muydu?
Y. Türk