Soran: Z. A.
Yanıtlayan: Yeprem Türk
İlk şiirlerini Yedi İklim’de okuduk.
Daha sonra bu dergiyle organik bağ kurdun ve mutfağında bulundun. Bu yakınlığın
sana katkılarını sormak isterim.
Yediiklim
dergisini sadece bir mekan olarak görmüyorum tabi. Aynı zamanda bir ruh taşır bir dergi. Gerçi şiirinizi içinize
aldığınızda artık o mekan bu mekan fark etmiyor. Her yer aynı oluyor. Ama 15
Temmuz Direnişi ile dergi mekanları ve şiirin toplanma yerleri oldukça değişti.
Bazı edebi mahfillerden eser kalmadı. Edebiyat
bu anlamda yeniden dizayn ediyor kendisini.
“Yedi İklim”de yayımladığın ilk
şiirlerini hatırlıyorum, fazlasıyla imgeseldi. Sonradan “imge” ile
hesaplaştığını gördüm. Metafiziğe imgesiz de ulaşılabileceğini iddia ettin, bu
konuda hâlâ iknâ olmuş değilim. Yıllar içerisinde bunu uzun uzun konuştuk.
İmgesiz yazabildiğin metafizik bir şiir örneğin var mı? Bizimle paylaşabilir
misin?
Metafizik
ve imge, beslendikleri kaynaklara göre
farklılıklar taşır. İbni Rüşt ve
Platon’un ortak konuları olarak da aslında bu mesele daha önce konuşulmuştur.
Onlara göre varlığın temsilinde üç el vardır. İlk el öz’dür, yani ilk örneği
Tanrı yaratmıştır. Ve İkinci el ise Tanrı yaratısından yine Allah’ın izniyle
çoğaltılan anlamdır. Yani Yunus’un yaptığıdır. Üçüncü el ise bu çoğaltımın
imajı, resmi yani imgesidir. Yani çiftçi buğdayı tarlasında yetiştirir, ikinci
el olur, metafizik bir iş yapar. Bu buğdayı resimleyense imgedir. Ve varlığı temsil etmedeki yeteneği en
geridedir. Ve aşağıdaki şiirimde imge olduğunu düşünmüyorum. Sadece birkaç ufak kırıntı dışında.
BABA
Seslenirse bir baba
Şehadet parmağı olun huzura kalkın
Diyesi ki: bir elinizle hep hakkı
Diğer elinizle şeytanı bilin
Hileyi bazen öpücük bazen kılıçla
Bir şekilde yerinden sökün
Sulbünüzü ateşin elinden kapın
Başımda görmek istediğim evlatlarımı yarın
Bana cehennem sokaklarından toplatmayın
Adem olun her daim adem
Onun salkımından kopun
Şiirinizde tüm insanoğullarını
Tek bir sanat çevresi yapın
Sahibine saygı uyandıran işi zanaat bilin
Çiftçiye rahmet okutan başaklar ekin
İlim irfan içinde su gibi akıp gidin
Şiiri, tasarlar mısın yoksa ilhama
mı bırakırsın? Ya da bunlar ayrılmaz ikili midir sende?
İlham
veya tasarlama ikisi birbirine zıt gibi. Ama tasarıyı ilham yaparsa tasarı da
bir ilhama dönüşebilir. Aslında bu ikisinin buluştuğu, daha doğrusu el birliği
ettiği şeyin adı da nefestir. Nefes şaire ve şiire ikisini de çağırır. Ve
Yunus’un biz her daim yenileniriz bizden kim usanası, şeklinde
söylediği hayat anlayışının şiire
yerleşmesini sağlar. Her şiir bu sayede, farklı bir iklim ve tatla doğar gelir.
Dört şiir kitabından sonra şiirinin
geldiği noktayı Yunusvari “şeffaflık” olarak nitelendirmek isterim. Yalınlığın
bir üst noktası. Bu aşırı şeffaflık, şiirinin şair ve eleştirmenler tarafından
görülmesine engel oluyor mudur? Yunus da yüzyıllarca bu kaderi yaşadı
biliyorsun. Görülmek önemli midir, görünmemek bir Tanrısal yücelik katar mı
şaire?
Aslında
okuyucularımı kaç adet kitabımın olduğu konusunda yeterlice aydınlattığımı
düşünmüyorum. Şimdilik on bir tane
kitabım oldu. Şiirler: Önemli Olan, M.D., Milletimde Muhammed’in
Cemali ve 15 Temmuz’a YAKMA. Şiir
üzerine yazdığım şiir görüşlerim veya poetik kitaplarım: Devlet Şiiri (Medeniyet Şiiri), Faniler Yazınının Alimi Şiir. Fikir Kitaplarım : Mehmetli
Milleti, İnsan Bir Dünya
Klasiğidir, Çağımdan Birkaç Mana,
15 Temmuz Direnişi / Vatan ve Hikmet
Cengi, Bayrak Risalesi.
Yalınlığı,
tohumu toprağa verip oradan başak çıkaran çiftçi kadar seviyorum. Bu işi basitlikten ayrı tutuyorum. Yukarıdaki
anlattığım şekliyle, varlığın anlamını ikinci el olarak anlatmak isteyen
biriyim. Yani çiftçi gibi tohum ekip başak çıkarmak istiyorum, metinlerimde. Bu
ikinci elin temsilcisi olmaya yanaşmak, yalınlığa talip olmaktır. Tanrısallığa
gelirsem: Bir insan ve kul olarak Tanrısallık payesine cüret etmem. Bundan
Yaradana sığınırım. Tanrı olan O’dur. Biz kuluz. İki dünyada da böyleyiz.
İstanbul Türkçesi içerisine çok naif
bir şekilde yöresel kelimeler yerleştiriyorsun. Bu durumun, eski ile yeni iç
içeliği bakımından post-modernlikle bir ilgisi var mı?
Yöresel
kelimeler dilin taşrasıdır. Ama taşra
olmazsa merkez de beslenecek kaynağını kaybeder. Merkez çürüdükçe taşra merkeze güç takviyesi
yapar. Şimdi İstanbul Türkçesi diye konuştuğumuz merkezi dilin birçok kelimesi
zamanında taşradan gelmiştir. İbni Haldun’un nazariyesindeki taşra- merkez
ilişkisi dilin tarihinde de var. Demek istediğim şive değil tabi.
“Kuruluş” bir solo dergi. Eski
adıyla mecmua, yeni adıyla dergi bir çok ismin derlenip cem olması anlamına
geliyor. Bu şekliyle “Kuruluş” bir
dergiden çok tek başına birinin çıkardığı kitap hüvüyetine bürünmüyor mu? Senin
müstearlarını saymazsak arada başka yazarlara da rastlamıyor değiliz ama bu,
dergiyi solo olmaktan kurtarmıyor gibi. Konuşalım.
Aslında
dergiye birçok ürün geliyor. Ben yayımlamaya gerek görmediğim için
yayımlamıyorum onları. İstiyorum ki ben, Kuruluş dergisi Mehmetlerin dergisi
olsun. Mehmetli olmak uzun bir yaşantı
bizim için ama yeni dillendirilip yazılıyor. İdeolojiler ve Avrupai hayat tarzı
bize bu kanonu unutturdu. Şimdi hatırlıyoruz, besliyoruz, geliştirmeye ve nefes
tazeleyen bir medeniyet haline geldiğini anlatmaya çalışıyoruz. Ve genellikle
halkın yaşantısının da gözlemcisiyiz. Bu dönüşümün orada olduğunu görüyoruz.
Bunu gören bir şair veya yazarın metni gelirse dergiye onu yayımlıyorum. Solo bir dergi olduğunu da düşünüyorum,
Kuruluş’un . Ama Sezai Karakoç da böyle yapmıştır, çoğu kere. Nuri Pakdil de.
Avrupa’da ise bu tür dergilere bold dergi diyorlar.
Şairler genelde edebiyat akımı yaratmak
peşine düşer; ama sen daha zor bir işe girişerek fikir akımı yaratmak istedin,
bunun da metinlerini ürettin. Böyle bir ihtiyaç var mıydı, bir zorunluk muydu
bu, “Mehmetli” ile neyi hatırlattığını, hangi boşluğu doldurduğunu
düşünüyorsun?
Aslında
kişilikle millet olma ve kişilik üzerinden bir medeniyet ekseni geliştirme bir
İslam siyaseti sanatıdır. Akım dediğiniz
şey, bizim doğal yaşantımızdır. Fatih’in ve Selahaddin Eyyubi’nin halkıyla
birlik kardığı mayadır. Türklerin, Kürtlerin ve bir ksım Arap dünyasının ortak
davranış, ahlak ve amaçla kurduğu bir medeniyet görüsüdür. Bu medeniyetin ve
havzanın sınırlarını ise Peygamber’e uyuş tarzı olan Mehmedilik
belirlemiştir. Bosna’dan Yemen’e bu ortak kişilik derin bağlarla ve koyu bir
felsefeyle birbirine bağlıdır. Hepsi tek bir vücut gibidir. Ve bu bize özgü
olan, Avrupa’daki millet tanımlamalarına benzemeyen bir millet olma, medeniyet
kurma tarzıdır. Peygamber usulüncedir.
Açıkçası metinlerindeki denemeye
yaklaşan üslup daha çok Nuri Pakdil’i hatılatıyor. Bu tarz girişimlerin Batı’da
veya Doğu’daki örneklerine baktığımızda, entelektüel kesmi ancak ciddi
makalelerle ikna edip etkilediğini görüyoruz. Fikir akımları toplumun
entelektüellerini etkilemeden halkta veya daha da ileri götürecek olursak
devlette de karşılık bulması pek mümkün olmuyor. Bunların farkındasın elbet,
peki öyleyse niçin deneme?
Genelde
yapılan bir eleştiridir bu: Yunus’un, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, İsmet
Özel’in eselerinde neden yeterli entelektüel malzeme yoktur? Onlar en azından
sıradan bir bilim adamı kadar olsa bile bu malzemeyi niçin metinlerine
yedirmemişlerdir?
Böylesi
bir eleştiriye kapılanlar fena halde yanılıyorlar. Şairlerin oldukça büyük
bilgi malzemelerini yazılarına nasıl karıştırdıklarını göremiyorlar. Onların
kurdukları metinlerarasılığı çözemiyorlar. Örneğin Yunus, dizesinde Calinus
dediğinde okuyucu Calinus’un kim olduğunu bilmeden bu mısraı kavrayamaz. Ve
Yunus’un ayet ve hadis zikretmeden yazdığı şiirleri, ayet ve hadislerin bir
başka yönden şiirsel bir açıklamasıdır. Bunları anlamak entelektüel donanım
ister.
Benzer
durum yukarıda zikrettiğim tüm şairlerde
görülür. Sezai Karakoç,
metinlerarasılığı Hilmi Yavuz gibi üçüncü sınıf bir tarz ile kurmaz. Bu sınıf
bir metinlerarasılık, şairlere yakışmaz.
Yunus’un yaptığı gibi birinci sınıf göndermelerle yapar gerçek şair, bunu.
Niçe’de de aynı durum var.
Geçenlerde
aynı eleştiri bana da geldi. Metinlerimde bu tür malzemelerin azlığından
şikayet edildi. Ve Bayrak Risalesi adlı kitabımdan alıntıladığım şu metni
okuyalım.
Misal su
temizler, mağara asla döndürür, dağ anlatır, kuyu Allah’ınsa yükseltir, dağın
etekleri sabrı öğretir ve yol, bilene Tanrı’yadır. Su en çok Nuh’la temizledi.
Mağara en çok Efendimizle asla döndürdü, onu Hatem’ül Enbiya yaptı. Kuyu,
Yusuf’u yükseltti. Dağ Musa’yla, anlatmanın miracını yaşadı. Dağın eteğindeki
en büyük sabır, yarası olan Eyyüb’e altın bir vücut sağladı. Yol en çok Musa
ile dile geldi, deniz patikalarla donandı. Ve bunlar, bayrağımızın manasına
katıldı.
Gerçekten
bu metinde entelektüel malzeme yok diyebilir miyiz? Yoksa malzemenin
entelektüel olabilmesi için Yusuf’a, Davut’a değil de ille Derrida’ya mı
gönderme yapmalıyız? Üstelik remizlerle yapılan metinlerarasılık diye bir usül
vardır bizde. Metinlerarasılığın zirvesidir. Aslında Sezai Karakoç hep bunu
yapmıştır. Donanımlı okuyucu bunu anlar.
2000 kuşağının karakteristik özelliği nedir?
Kendisinden önceki ve sonrakiler üzerinde etkili olduğu söylenebilir mi?
Kendini bu kuşağın neresinde görüyorsun?
Bizim
kuşağımızın önemli bir özelliği, doksan kuşağına göre kalabalık
olmamasıdır. Şiirin alabildiğine
zorlaştırılması ise ayrı bir konusudur, bu kuşağın. İkibin kuşağı güçlü, nefesli iddialar ile
ortaya atıldı. Bu tesiri sonraları birçok dergide gördük ama
ilk örnekleri kadar etkili olmadıkları için kalıcılığa ulaşamadılar, onlar.
Kuşak, şairin doğum tarihidir. Kalıcı olmaksa hayat ile yani ürünlerle
sağlanabilecek bir şeydir. Bu konuya pek
aldırmıyorum.
Bugün için 2000 kuşağı denilince aklına
kimler geliyor, yani kimler kaldı hafızanda? Bir bakıma şair ve yazarların
hafızası yazıya geçmemiş en sahih edebiyat tarihidir.
Bence
kuşak meselesi bunların uyumu ve büyüklüğüyle değerlendirilmelidir. Şiirini,
fikrini ve poetikasını bir külliyat içinde örmelidir şair. Açıkçası bu uyumu
sağlamak güç şeydir. Kuşağımızda bunları yapan beş kişi bile yoktur.
Bundan sonra şiirin, hayatındaki
yeri ne olacak, bugüne dek denemediğin daha başka türlere de yönelecek misin?
Belki
sosyolojiye ve psikolojiye daha çok yanaşabilirim günümüz insanını anlamak
için. Çünkü yeni insan acayip bir şey. Eskilerde yüzyıl yaşayan bir insan
yüzyıl yaşamış oluyordu. Bir insanın
gözlerine bakınca onun yaşını da aşağı yukarı tahmin edebilirdiniz. Ve yaşama
sevinci ölünceye kadar da yüksek bir değere sahipti. Günümüz insanı, yetmiş yıl yaşasa bile beş yüz yılın
yorgunluğunu üstünde taşıyor. Beş yüz yılda yaşanacak tüketimi biz bir ömür
içinde gerçekleştirdik. İnsanların gözlerinde acayip bir yorgunluk ve
yaşlanmışlık var. Gencinde de durum böyle. İntihar duygusu hızla gelişiyor,
toplumlarda. Rabbine yönelmekten çok, yaşamama isteğidir bu. Acayip bir durum.
Düşünülmesi gerekir. Dünya hayatının bir cazibesi kalmamış gibi. Küresel bir
düzlemde kıyamet çağrılıyor sanki. Ve bu, ilgimi çekiyor. Ve 15 Temmuz Dirilişi ile topraklarımıza ayak
basan İham, insan ve hayat neşesinin bu tükenmişliği ve katılığı, iyilik ve
adalet gücüyle dönüştüreceğine inanıyorum. En karanlık anlarda aydınlatmaya
başlayan ışık olarak Türkiye bu ağır ve kutlu yükü sırtlamıştır.
KURULUŞ DERGİSİ