4 Temmuz 2016 Pazartesi

19.



Kahramanın düsturlarından biri de kendini devamlı ümmetleşerek yenilemesidir. Bizim tarihimizdeki her yeni yola çıkış, geleneğimizdeki  yeniden ümmetleşmenin ihyasından başka bir şey değildir. Kişiliğin yeni şart ve imkanlarla tekrarıdır.  Bu bizim millet geleneğimizdeki kadim tarzdır. Son yüzyılın ortaya çıkardığı millet içi öbekleşmeler bu işleyişin aksine hareket eder. Yeni yüzyıla girerken bizdeki yeni ihya bu yüzden zorlandı. İdeolojik tutumlar, kriz sayılabilecek ve neredeyse  gülünç denilebilecek toplumsal anlayışlar ortaya çıkardı. Ufacık tefecik farklılıklarla, üçer beşer kilometrelik alanlarda yeni millet, devlet terimleri üretildi. Yani eskinin site devletleri  tekrar edildi. Bir milletin öz kişiliği bir bozulmaya görsün. Olay, şehir ve şirket milletlerine kadar inebiliyor. Adeta bir takım taraftarlığına benzer pastoral ve marka öbekler bile kendi varlığını bir millet gibi icra etmeye cüret edebiliyor. Bilmiyorum kabileleri, eşiretleri aynı güdüm içinde anmaya gerek var mı? Sanırım yok. Aslında bu tek millet olan büyük kütlenin ne derece aşındırıldığına işaret eder. Günümüzdeki öbeklerin arasındaki kavgaların sebebi, ümmetleşerek millet olma tutumu kaybıdır.

Y. Türk

Sosyolojisiz Bir Hikaye: HDP


Bir gün, İstanbul’un bir yerinde, gece dolaşırken bir cin adam gördüğümü zannediyorum. Cin, derken açıkgöz manasını kastetmiyorum. Allah’ın  ‘Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım’ (67) dediği türden bir cin bu.

Aşağıdan yukarıya doğru tırmanırken iki sokağın kesiştiği yerde, bembeyaz gözleriyle beni izleyen bir adama rastladım o gece. Yanına kadar vardım, adamın. Durdum. O bana baktı, ben ona baktım. İnsan gibi görünüyor ama derisi, burnu, duruşu beni ürkütüyordu. Naylonvari bir etki yayıyordu da sonra. Yangın söndürme tozuna maruz kalmış zannedersiniz de. Belki elimdeki su şişesinden üzerine su döksem cos diye kaybolup giderdi de. Gene de günahını almayayım adamın belki hakikaten insandır dedim içimden. Farklı bir tat  vermedi de değildi karşılıklı durarak yaptığımız bu bakışmalar. Beni bir anlığına dünya dışına çekti. Bir şeyin gerçek mi sihir mi olduğunu bilemediğinizde olur bu durum. Sonra ayrıldım oradan. Ancak hislerim, ben oradan uzaklaşınca onun cinlere yakışır şekilde lip diye sönüp kaybolduğundan yanaydı. Çünkü bu adam, yeryüzü şartları altında yaşayan hiçbir insandan, hiçbir toplumdan asgari düzeyde bile bir eser taşımıyordu.

Neden anlattım bunu?

Şimdi bu  tipleri marjinal bir partinin, HDP’nin şemsiyesi altındaki bürokraside görüyorum. Gerçekler midirler büyü müdürler, nedirler? Dünyadan uçup gitmeye hazır tüy gibi duruyorlar. Ne sana ne bana ne ona benzer simalarıyla.

Sosyoloji bunlarla ne kadar ilgilidir, bilemiyorum. Ancak anlattığım cin adam ne kadar sosyolojik bir malzemeyse bu tipler de ancak o derece sosyoloji konusudur.


Adem Kalan


3 Temmuz 2016 Pazar

SADE, YAŞIYORUM


Niye bu derece çok yazıyorum, şimdilerde. Birincisi çok okuyorum; ikincisi de ben ille de bir metin ortaya çıkarayım diye uğraşmıyorum. Sadece düşünüyorum. Gerçi çok düşünmek zararlı mıdır diye de sorardım, bir ara kendime. Sonra nöroloji uzmanları, bunun tersinin, yani idraki dondurmanın insana zarar verdiğini söylediler. İyi oldu.

Akabinde şunu da diyebilirim size. On yıldır, ben bir ruh arıyordum. Milletimin öz ruhunu. Belki ucundan onu keşfettim. Onun ilhamı altındayım. Onun için ben bıraksam da yazmayı, yazmak beni bırakmıyor. Ben kaleme, kalem de bana muhtaç anlayacağınız.

Bir ara bir yerde okudum. Fransa’ya dünyanın taşrası bir devletten gitarist olmak için gelen bir genç vardı. Otel odalarında, uyurken, kalkarken, yemekte, yatakta gitarla nefes alıp veriyordu. Gitar değil de bir zaman sonra gitarın ruhunu çalmaya başlamıştı. Ben de yazının ruhuna, nuruna koşmaya çalışıyorum o genç misali.


Ama bir de şurası var. O ruha ulaşamazsanız işiniz yaş. Geri dönmek zorunda kalacaksınız demektir bu. Bu dert, en az on mecnunun çektiği çileden beter. On Leyla’dan döndünüz yani, dile kolay. Dokuz yıldır, elimde bir gün bile kitap eksik olmadı. Kendimi aklettim edeli bir yere de sığmadım. Buna cumhuriyet tarihi ideolojileri de toptan dahil. İdrak, zekanın ve ruhun işkencesinden sonra geliyor yani. Bunu bilmesem Yusuf’u zindana atan Allah’a küsebilirdim. Beni o zamanlar görmenizi bile istemezdim... Tam bu sırada kalp kırdıklarım da oldu. Kırıldıklarım da. Tartıştıklarım da. Bunlardan biri de Kamil Eşfak Berki idi. Kamil Eşfak Berki, benim yüzümden duydum sanattan soğumuş. Üzüldüm. Bu aralar da edebiyat dergilerinde pek görmüyorum onu zaten.  Ona derim ki: Üstat yapma. Bence sanatına devam .... Mesela Pound üzerine en yetkin yazıları o kaleme almıştır. Bu muhakkaktır. Kendisi Türkiye’deki tek Pound uzmanıdır. Gerçi Fayrap bu ayki sayısında Türkiye üzerinde bir Jacgues Rancier etkisinden bahsederken bunu söylemem iyi oldu. Benim görüşüme göre devralacağımız bir dış cebir varsa bu Pound’undur. Rancier’in değil. Buna da sonra değinirim. Vesselam. 

Y.Türk

Sadece Biraz Bekle


Bir ara Radikal kitap ekinde, Yücel Kayıran’ın Osman Serhat Erkekli hakkında ilginç bir tespitini okudum. Yücel Kayıran son olarak çıkardığı eleştiri kitabına da aynı yazıyı almış, okumak isteyenler oradan okuyabilirler.

Yücel Kayıran, Osman Serhat’ın Yerlere ve Göklere Dair kitabıyla Tevfik Fikret’le başlayan pozitivist damarda bir kırılma yaşattığını söylemişti. Yani aslında solcu pozitivist şiire Osman Serhat iman ettirmişti. Doğrusu, su yatağını bulmuştu.

Bu şu demek oluyor: Bu ülkenin sağı da solu da eğer B. Brecht’in dediği gibi kabaca düşünürsek Müslüman’dır. İkisine de aynı ruh hakimdir. Belki dindarlık tonlarında bazı değişiklikler olabilir, sağın ve solun. Birisi dini yaşayan bir organizma şeklinde görürken diğeri dine Yahya Kemal gibi kültürel değerler yükleyebilir.  Birisi İslam’ı, ethos bir kanaldan diğeri pathos cepheden yaşayabilir. Olabilir.

 Sonuçta temsil çeşidi farklı da ikisi de aynı daire içerisinde aynı millet ruhunun birer parçasıdır. Bunları niye söylüyorum. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın bitiminden itibaren Türkiye’de yaşayan öbeklerin ömürlerini birbirlerini radikalleştirmek ya da marjinalleştirmek içinde geçirdiğini düşünürsek bu önemli bir kırılmadır. Bir zamanlar Batıcılar tarafından sağ siyaset ve muhafazakar tabaka kamu düzeni dışına atılarak hatta adam yerine konulmayarak acayip derecede marjinalliğe sürüklenmeye çalışılmıştı. Sonra da daha başka öbekler tarafından başka kümeler aynı şeye tabi tutuldu. Bugün İslamcılar Türkiye içinde yaşayan değişik grupları belli bir oranda birbirlerine yaklaştırmışsa da ekonomik ve siyasi çıta olarak, biz Müslümanların şunu hep düşünmesi gerekir. Hangi ideolojiye kapılırsa kapılsın, istisnalar kaideyi bozmamak kaydıyla, aslına rücu etmeyen ruh nadirdir. Madem bugün aynı millet aynı ruh etrafında haleleşen farklı fikirleriz; aynı elin beş parmağıyız, kimsenin kimseyi, ülke yönetiminde ve kamusal alan paylaşımında dışarı atmaya, bilinen tabirle dışlamaya, marjinalleştirmeye, köklerine küstürmeye hakkı yoktur.

Adem Kalan

Millet Üzerine 3


Ahmet Cevdet Paşa milletle ilgili şöyle düşünür. Osmanlı, başlangıçta küçük olmasına rağmen Türkler’e mahsus özelliklerini Arapların kahramanlık ve dindarlıklarıyla birleştirmiştir, der. Oysa Türkler’in bu durumları Arapların dindarlığından çok Muhammediliğin içselleştirilmesiyle ilgilidir. Eğer öyle yapmış olsaydık Muhammedi bir toplum değil  Arabi bir millet olurduk. Ki Muhammedilikten mülhem olan Mehmedilikte Arabilik de içkindir zaten.

Tarihimizde millet olma durumu herhangi bir kavmiyete göre olmamıştır, Muhammed’ (a.s) e dönük olarak gerçekleşmiştir. Onun hayat anlayışıyla muşahhaslaşmıştır.  Ve somutlaşmada renk, kavim ayrımı gözetmeden ümmetin tüm renkleri kendine yer  bulmuştur.  Şimdilerde biz buna modern dille söylersek kişilikle millet olma anlayışı diyoruz.


Millet Üzerine 2


Ahmet Cevdet Paşa’nın millet hususunda söylediği bazı ifadelerin millet tarihi içerisinden baktığınızda iğreti durduğunu kabul etmek gerekecektir. Osmanlı Milleti gibi bir ifadesi var Ahmet Cevdet Paşa’nın örneğin. Bu kavramın şu nedenle kabul görmeyeceği açıktır. Bugün nasıl Türkiye Milletinden bahsedemiyorsak, dün için bir Selçuklu Milletinden bir Osmanlı Milletinden bahsedemeyiz. Bu  gibi dönemsel ifadeler millet ifadesini ortaya koyamaz. Millet olmak aynı milletin değişik zamanlarda kurduğu devletlerin üstünde bir felsefenin bir ruh durumunun adıdır.

Vatandaşlık durumları çok sık değişebilir ancak bir milletin millet olma halinden meydana gelen hususiyetleri kolay kolay değişmez. Dün Osmanlı tebaası deniyordu bugün tebaa yerine vatandaşlık lafzını ikmal ettik. Birinin eski diğerinin modern olması değiştirmiyor durumu. İkisinin de devletle olan ilişki derecesi neredeyse yakındır. Bu durum, aynısıyla Avrupa’da da devam etmektedir. Avrupa ruhunu taşımak başka Avrupa vatandaşı olmak başka. Avrupalıların ekserisinin düşünce ortalaması bu.

Vatandaşlık daha çok yasalarla ilgiliyken millet olma hali daha ziyade köklü bir ruhla ilişkilidir.



Y.T.

Millet Üzerine 1



...Göktürkler, Uygurlar bir Türklük tarihidir. Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye tarihi ise hem Türklük hem de Mehmedilik tarihidir. Türklük her şeyden öte nasıl bir ruh ve felsefe üzerine kuruluysa Mehmedilik de bu milletin benzer felsefelerinin ve siyasasının Muhammedilik  üzerinden konuşmaya başlamasının adıdır. Eski Türklerin inançlarının ne olduğunu sorgulamayacağım burada. Ama göktanrı, koca Tengri gibi ifadelerine bakarsak klasik yazının, Türklerin ulu Tanrı’ya iman ettikleri bir gerçektir. Aslında Türkler, İslam'dan önce, hanef bir milllettir. Ama Türkler üzerindeki asıl ruhu, onların kimliğinin oluşmasındaki kök etkiyi son din İslam’ın ve son Peygamber Muhammed’ (as) ın yaptığı bir gerçektir.

Bu etki, Türkleri siyasi, yaşam tarzı ve felsefe açısından Muhammediler şeklinde konumlandırmıştır. Muhammediliği içselleştirmiş aynı millet  tarihteki yerini Mehmediler olarak  almıştır.


Y.T.