20 Ekim 2018 Cumartesi

DAHA


Değişmez yasayla anlatırsa insan, yüreği
Adem’den beri milyarlarca yıl aynı ayetlerle aynı yeri

Şaşkınlık saygıdır bir de
Dünyada kullanılmamış tesirlere giderse

Mevlana’dan Şems’e cümlemi kurarım
Biz güneştik battık birbirimize

Bilgimde yerleşik bir ruh varsa
Eski çağların melekleri  
Zamanımın da melekleriyse

Anlamama gerek yok
Ah sesi kâinattan büyüktür
Kağıt üzerinde nasıl duruyorsa

Ne derim Hallac’ın cümlesi değil de
Tabiatı asılmışsa
                     
İnsan atalardaki dalların dalları
Kitapların da kitapları olursa
Su kudretindedir bazı bilgiler
İyi olur nasıl geldiğini bilmezsen
İdrak biraz havadır burna gelen esintide
Fakat bu, tabiattan değildir
Nefes güzel alınıp güzel verilirse
Daha ne isterim ahengin dökümü de ideal kalıplarda yapılabilirse

Y. Türk


YUNUS ŞEHRİ


Yunus’un şehri, Allah ili, Kur’an kenti. Arı olmuş insanın peteği. Tüm Anadolu’dur. İlim çıkarmanın yolu yanmaktı burada. Ateş almış yüreğin kokusundan anlaşılmıştır, dünyanın yaşı: Dünya yedi kere doldu yedi kez boşaldı. İşte yer küresinin yaş haritası.
 
Taş aslında yarar, ama bu şehirde, hatıramızda Yunus ile kalmasından dolayıdır ki insanı sarar ve sular şol cennetin ırmaklarına akar.

Ve bu şehrin insanları taşı, toprağı, ilmi, sanatı, irfanı ektiler; şehir diye hasat ettiler. Ve şehri, doğanın bağrına, Tanrı huzuruna sofra diye açtılar.

Hızır gözetir bu saf ve duru şehri. Hızır Tanrı’nın gözüdür.

Fanilik, sarıçiçek ekolüyle burada harmanladı. Bu çiçek, bir felsefe bitkisidir.

Yunus Türkçe’nin asasıysa bu kent de şehir anlayışımızın ilmihalidir. Yer ile göğün izdivaçlarıdır. Bu açıdan milli bir otobiyografimiz gibidir. Yürük akar hayat burada. İrfan, türkü üretir.

Bilinçte, on sekiz bin alemin bir katresidir. Çağının ve medeniyetinin gıdasıdır. Bir yanı cihan diğer tarafı ukbadır. Böyle değilse o mekan Yunus’a göre taş bağırlı muhittir.
Bu şehirde gayb insana ilaçtır. Dünyanın yorgun doluluğunu gaybın boşluğu giderir. Bu şehirde bu bilinmiştir. Ama yine de kimse büyük yasa gereği: Gayp bize iki baş soğandır, dememiştir.
Yapılarında duvar, ağaç, taş ve ruhumuzun desenleri vardır.
Rahmeti bu şehir Yunus gibi yerden de yağdırır. Kerbela gibi ruhu topraktan tüter. Ehli Beyt dergahıdır.


Y.Türk

HORASAN


Horasan deyince, akla Floransa gelmelidir. Floransa, bir Hıristiyanlık tezi iken; Horasan bir İslam medeniyeti tezidir.

Ekonomik, sanat, irfan anlamında Avrupa,  Floransa’nın kişiliğine bürünürken; İslam toprakları Horasan felsefesi ile her sahaya yayılır. Ahiler, yardımlaşma dernekleri, medrese geleneğindeki ve ekonomik, askeri sahalardaki temeller bu mayayla tutturulur.
Batılı anlamıyla tarihimizde bir rönesanstır. Bizde ise ihyadır.

Kur’an alfabesinin çocuğu.  Samimiyetin mealidir. Ve bunun verimi olarak cezbelidir. Yeryüzüne yuva yapmış gök gibidir. Cezbe ki, her defasında tecrübe edilmemiş vitaminler deposudur. Yenidir.

Mimari açıdan, ustalarının elindeki malalar ilham taraklarıdır.
Yeryüzünün duasıdır.

Topraklarımız için gözün akı gibiydi, çekildi görme yetimiz kayboldu.
Bu şehrin ölüleri ölülerimiz, ruhu ruhumuzdur. Evraklar arasında kalmış bir şehir değildir. Kurtuba ve Bağdat ilminin eylem alanıdır.

Buranın toprağından doruk şahsiyetler fışkırır. İnsanı, tabiata bağrını açar, sarıçiçeğe hal hatır sorar.
 İlim irfan ambarıdır.
Şeref yeridir.
Horasan, yeryüzünün Muhammedî sakasıdır. Ve saka ki fıtrattan, ilimden, duygudan çalmazdır.


Y. Türk


15 Ekim 2018 Pazartesi

BAĞDAT

Bu şehri, medeniyetimize, dairesel olarak ‘Allah verdi.’ İnsanlığa edebiyatıyla esrarengiz masallar yazdı. Barış ve esenlikler yurdu oldu. Raviler, imamlar, şairler, filozoflar, akideler ve kelamlar şehridir. Medeniyetimize ana gibi bir diyardır. İlerleyen dönemlerinde kızın güzeli, tilkinin kızılı gibi sürekli rahatsız edilmiştir. 

Medeniyetimizin ilim ve irfan kürsüsüdür. Şam’ın siyasi çekişmelerle geciktirdiği ilmi de Bağdat tekrar kazanmıştır. Bu açıdan ikinci Kurtuba’dır. Üçüncüsü İstanbul olur. Öncüsü ise Ashabı Suffe okuludur.

Şam çağında sönükleşen Mekke ve Medine’yi tekrar canlandırmıştır. Mekke’nin, Medine'nin Nuh’udur bir bakıma.

Bazı şehirler vardır, geceleri güzel olurlar. Göklerin ayı, yıldızları; insanın bildikleriyle ve duygularıyla öyle uyum içindedirler ki. İşte bunlar sanat ve ilim şehirleridir. Kimi şehirler de daha ziyade gündüzleri mutlu mesut olurlar bunlar da ticaret şehirleridir. Bağdat bu iki özelliği meczetmiş bir şehirdir. 

Buranın öyle bir ilim irfan sanat atmosferi var ki, zannedersiniz edebiyatçılar kalplerine yer eden bir kuş bilimiyle yıldızlar içre hikayeler kurmuşlar. Alimleri eskiden beri ademoğlunun üzerinde olan ezeli bilginin gözünü fark etmişler, insanını berzahla Bağdat arasında gidip gelen bir mecrada yorumlamışlar. Doğaya kalkmışlar, tabiatın orasına burasına yazılan yazıları okumuşlar.  Sanki, yerkürede kimse ilim vermese de insan ufuktan uzanan bir elden alır bence, demişler.


Yeprem Türk

ŞAM


Şam’ın gönlü, İslam’ın ona uzanmasına doğru ateş aldı. Ancak bu neşve, kısa sürdü. Peygamber-i Ekber’in ve dört halifenin Şam’a geliş neşesi, yerini Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in hüznüne bıraktı. Şam, Kerbela’da küstürüldü. Hevesi, ülküsü ve mefkuresi kırıldı. Ehli Beyt’in taze yasını tuttu, Şam. Ve o günden bugüne konuşmadı.  Emevilere başkentlik yaptı, ancak çağına ana gibi yar Bağdat gibi diyar da olmadı. 

Şam, bir Kurtuba gibi doğabilirdi. Ama yaşadıkları buna maniydi.  Medeniyet tarihimizde bir Kurtuba eksik kaldı. Şam, ışıltılarını saçamamış, kapalı bir hazinedir. Ve bu nedenle İstanbul, dördüncü Kurtuba değil üçüncü Kurtuba’dır.

İnsanına irfan için küçük küçük kırıntılar var etmiştir sadece. Nurunu kısmıştır. Mimari, ilim ve marifet anlamında yeryüzüne küçük kendine has haikular tarzında serpmeler yapmıştır. Coşkusunu yaşayamamıştır.  

Dışarıdan bakanlar onun fıtratını kolay çözemezler. Aslında kaderi kadar varlığı da girift ve derindir. Bu bakımdan içi, acıya dönüktür ve biraz da hermetik bir şehirdir.

Şam şehri, Kerbela anısına bağlanmış ve çözülmemiş bir çiçek demetidir.


Yeprem Türk

14 Ekim 2018 Pazar

SÖĞÜT


Bu şehir, ilk kez bir çadırdı. Ve bu mübarek çadır, Tanrı gölgesi, yeryüzü halifesi anlamında vücut buldu.  Ve bu gölge, insanı korur. Çadırın tepesinde yıldızlardan ışık gelsin diye ince bir delik açılır. Bu ışıma, Tanrı feyzi sembolüdür. Sonra çadır, otağa inkılâp eder. Duman tüten ve ateş yakılan yer haline erer. Yani aslında burada hayat var, denir. Hayat varsa hakikat de bulunur. Sonra otağlar da şehirlere dönüşür. Kalabalıklaşır. Ve her huzurlu, güvenli ve adaletli şehrin arka planında bu irfan bulunur. Kutsallığı temel alır, işletir, çoğaltır.

Söğüt de merkezine, kalbine, çadırın tepesinden sızan o Allah ışımasını koyar. O çadırı, oba adlı vücudun vahdet mekanı yapar. Hakikatin mantığını inşa eder. Etrafına sokaklar, dükkânlar, okullar; hayat döşer. Hakikatin gölgesi bu sahalara yayılır.  Asıl olan hakikatin mekânda cereyan etmesidir. Ve makyajsız ve gösterişsiz hayat bulmasıdır. Duru günler, duru ilimler, duru ameller, duru mekânlar şiarıdır.

Bu otağın  nutuk yoktu dilinde, kendi halinde yaşar giderdi ilinde. Bu obada, insan, doğa, zaman, ilişkiler ve eşyalar atık haline gelmezler. Kendi hayatlarını ve görevlerini ifa ederler. Ölünce, eskiyince şehrin amel defterine not edilirler.  Sokaklarda ticaret, meşveret, hayat bir balerin gibi yürürdü. Çünkü, binlerce yıl sürecek bir birlik, bir akide aksakallıların gönül ocaklarında feyizleniyordu. Ulu ilhamlarla ışımalar oluyordu. Gökyüzünün altında medeniyetimizin yeryüzüne kazıdığı masum ve bahadır bir cemâl meydana geliyordu.


İmparatorluğa dönüşecek rüyayı görür, burası. Büyük Devlet’in mağara dönemidir. İlham ile buluştuğu, derin ve büyük yasaların siyaseti döllediği ulu bir yerdir.  Söğüt, anadır; kutlu devleti doğurmuş ve kulağına ezanını okumuştur. Ruh ve tabiatın sevimli yavrusu bir obaydı. Sonra adaletin, eşitliğin ve emeğin; hakikat medeniyetinin devi haline geldi. Güç ve aşk buluştu, bahadır bir duygu meydana getirdi. Ermeden, âlp olunmazdı. Akabinde ruhuyla, dervişler Bursa’sına dönüştü. 


Yeprem Türk

BUHARA


Yerin gönülden hamlesi ve göğün rengi gibi. Ama erenlerin elinde yoğrulmuş bir ruh hamuru işi. Yûsuf el-Hemedânî, Abdülhalık Gucdüvânî, Nakşi Yedi Pir’in eliyle işli. Ali gibi ilmin kapılarından bir yer. Şehir, ruhun taş toprak ahşapla yazdığı metindir. Burada hakim yapısal doku, göğü ve kerpiçi cem eylemiştir. Zaten Nakşi yolu, başlangıçta böyle bir şeydir. 

Aslında kendinden başkasını yaşamamıştır. İlme, sanata, yaşama muhit oluşu bile farklıdır. Olağan bir karakter tecellisi vardır. Milletinin halvetgâhıdır. 

Ve medeniyetimiz, bu kente ilim ve sanatta yeni izler bulur. Buhara’nın ilminde  göksü bir yanıklık vardır. Göktedir demek bir bakıma göğüste demek gibidir de. Nakşi ilim tarzı budur. İlim nurunun ilk harfi ağızla söylenir ve yazılırken diğer kalan kısmı kalbin semaında kıpraşır. Burada ilmin yüzü göğe bakar. Bundandır tasavvufi şiir geleneğinin meyvesi burada bereketli olur. Çünkü bu şehrin kapılarından veliler girmiştir. Şehre, şehri haber vermişlerdir.

Hayat tarzı olarak da yeryüzünün bu bağrında hayatın koynuna ve özüne ahretin penceresini koymuşlardır. Kozmosun geniş kavisini ve ışığını şehre dahil ederek çarşı, pazar, tekke şehir olmuşlardır. Ve bugün her şehrimizde aşağı yukarı bir Buhara duygusu vardır.


Buhara, şehir anlayışımızda bir medeniyet ruhsatıdır.


Yeprem Türk