YEPREM TÜRK İLE SÖYLEŞME
____________________________________________
Mehmet Yenice
Yeni kitabınız çıktı hayırlı olsun.
Sağolasınız.
Bir yıl içinde iki şiir kitabı
çıkardınız. Biri : Ben Milletimde
Muhammed’in Cemalini Gördüm, diğeri : 15 Temmuz’a YAKMA.
Yazılması gerekince yazılan şeylerdir, ikisi
de. Türkiye’de de son bir yılda çok önemli olaylar oldu. Değişiklikler meydana
geldi. Türkiye onlarca yılın biriken siyasi ve kültürel kirlilikleri üzerinden atmak
için aynı sene içinde on yıllarca göstereceği çabayı bu kısa sürede göstermek
zorunda kaldı. Yeni bir Türkiye daha doğrusu ihya olan bir Türkiye var, bir
millet var. 15 Temmuz bu durumun miladıdır. Bu iki kitabı bu manada görmek
lazım. Böyle bakarsak bir yıl içinde iki
kitap çok değil.
Ben Milletim’de Muhammed’in
Cemali’ni Gördüm’ üzerine ...
Bir şeyler dememi istiyorsunuz. Bu biraz da siz
yapmalısınız. Ancak şunu söylemem iyi olur. Bizim için asli kaynağımızdır, bu
kutlu cemal.
YAKMA, beklenmeyen bir kitaptı.
Benim için de öyleydi.15 Temmuz’a YAKMA da 15
Temmuz’a yakmadır. Beni en çok burkan kitabım. 15 Temmuz manası halkımız gibi
dünyada garip bırakıldı. Bu beni sarstı.
Bu şiir
kitabının bende ilginç bir ağırlığı var. Bu kitabı yazmayı, bana verilmiş bir
görev gibi hissediyorum. Manevi alemimin vazifelendirmesi olabilir, bu şey.
İlginç bir de hikayesi var kitabın. En son, şiir kitabımı yeni çıkardığımdan
olsa gerek uzunca bir dönem şiir yazacağımı düşünmüyordum. En azından üç beş ay
şiire dokunmamakta karar kılmıştım. Ama beni 15 Temmuz’un garipliği üzüyordu.
15 Temmuz ruhunun şiirde daha tam olarak anlamı belirginleşmemişti. Belki de bu
dert, bu ilhamı bana doğru yöneltti. O aralar Osman Serhat ile çok
buluşuyorduk. Osman Serhat’ın ‘Yeprem
seni ilk kez bu kadar çok garip, boynu bükük görüyorum, bir şey mi oldu’
dediğini hatırlıyorum. O gece Sezai Karakoç’u rüyamda gördüm. Bir masa
etrafındaydık, 15 Temmuz bağlamında konuşuyorduk. Elindeki küçük kağıda bir
dize yazdı ve bana uzattı. İki gün içinde bu ilhamla baş başa kaldım.
Bu şiirlerin
tümü aynı ilham çerçevesinden damladı. Hepsi aslında bir bütün. Ayrı, birbirlerinden kopuk parçaların olduğunu düşünmüyorum şiirde. Eğer
öyle sananlar varsa, hepsi 15 Temmuz ruhundan damlayan ilhamla mutlaka bir bağ
taşımaktadır. İyi bakılmalı.
Kuruluş dergisi devam ediyor.
Önümüzdeki ay sayı 19 olacak.
Evet, Kuruluş devam edebildiği kadar devam
eder. Etmelidir de. Günümüzün dergileri genelde belli sermaye sahiplerinin
gölgesi altında çıkıyor. Bu da dergiyi istediğini söyleyebilme konusunda
kısıtlıyor. Düşünün ben Mehmetli Milletiyiz, dediğim hiçbir yazıyı o çevreler
yayımlamamıştır. Mehmet ismini İsmet Özel’e sorarsanız Muhammed ismine karşı
Yahudiler çıkarmıştır. İlahi. Bazı dergi muhitleri hala bu söze inanıyor
biliyorum. Bari Komünist olmadan Müslüman olunmaz şeysine de inansınlar.
İslam’a yeni şart eklesinler. Oysa biz 9. yüzyılda, ..., Viyana kuşatmasında
söylüyorduk Muhammed’in Mehmedileri olduğumuzu.
Dediğim gibi gençlere gelecekte cesaret
vermek istiyorum bu konuda. Ya da sermaye dayanağı olmadan doğruyu konuşup
yazabilme kuvveti. Ne demiş şair ‘Kalemimin
ucundaki cesaretim/ Terbiyeli rızkım benim’
Sermeye çevreli edebiyat
masumiyetini ve temizliğini yitiriyor mu acaba?
Şiir ve fikir temiz kundak ister. Rızkı temiz
olmayan bir şiirin veya fikrin insanlığa hayır getireceğini bekleyemeyiz.
Yunus’un şiir ve düşünce nasibi ne kadar aydınlık ve emek ürünüdür mesela. O
kadar da orijinaldir. Her şeyin yerinde
ağır olmasından kaynaklanıyor, bu. Yunus, saray çevrelerinde yetişmedi
biliyorsunuz. Kendi yerindeydi, sözü de yerinde oldu.
Nasıl yani?
Yani şiirin bir
yeri var, bizde. Yetiştiği tarla diyelim biz buna. Siyasi şiir de olsa bu
böyledir, pastoral şiir de olsa öyledir. Milletin geleneksel şiir damağı zaten
bunu hemen fark ediyor. Toplumsalın da bireyselin de istediği kriter
bu. Manevi bir kuluçka gibi sıcaklık, elif
gibi doğruluk.
Bir de sizin imgeye olan mesafeniz aşikar olmuş son kitapta. İmge ile metafiziği ‘kurgu ve nefes’
şeklinde
ayırmışsınız.
Geçenlerde bir şiir yazmak istedim. İmgeyi aldım yanıma yola
çıktım. Dedim ki imgeye, işte millet, onun halinden bize bir şey anlat.
Başladı, gözlerini sil milletim/ yaşların
düşüp kırılacak, gibi dizeler kurmaya. Gerçeği bozdu gördüm. Ancak bitkilerin
gözyaşları düşünce kırılabilir.
İmgeyle değil bizim milletimizin hali ancak
metafizikle anlatılabilir.
Aslında her daim ikisi de, birbirinden ayrı olmuştur. Sezai Karakoç
örneğin Hıristiyanların İsa’yı asli temelinden kopardıklarını ona ayrı bir
anlam yüklediklerini söyler. Bu şu demek, metafizik yerine Batı’da imge
konuşlandırılmıştır. Nefes yerine de kurgu. Gerçi bunlar bizim Batı düşüncesi
ile olan temel farklılıklarımızdır. Savaşlarımızda ve günlük hayatlarımızda da
biz bunu hissederiz. Batı dünyasının resimde bizde önde olma sebeplerinden biri
de budur. Nefes resme gelmez, imge ise tamamen resimseldir. Elbette onlar
resimde üstünseler yani kurguda iyiyseler; biz de başka şeylerde onlardan
yüksekteyiz. Nefes’i iyi kullanan bir milletiz. Batı insanı bu konuda hızımıza
yetişemez. Nefes resim sanatına gelmiyor, yapacak bir şey çok. Nefes alanında
yeni çığırlar açmamız gerekir. Kısacası dünya tarihini bile ikiye bölmek
mümkündür. Bu katiyen medeniyetler çatışması dediğimiz bir alan yaratmak değil.
Olsa olsa farklılıkları bulmaktır. Batı tarihi bir kurgu tarihidir. Bizim aziz
tarihimiz bir nefes tarihidir. Bedir Savası, bir nefes gazasıdır.
Son kitabınızda referanslar daha çok Yunus
bağlamında olmuş. Birçok modern şairimiz örneğin Ali Şeriati’yi falan
şiirlerinde kullanırken siz bunlardan kaçınıyorsunuz.
Bence, şiirimin yapısından kaynaklanan bir
şey bu. Refere kaynaklarım Yunus oluyor, Mevlana hatta İbn-i Arabi oluyor ama Ali Şeriati şiirimin aklına pek
gelmiyor. Baktım Aliya İzzetbegoviç
bile geçmemiş şiirlerimde.
Doğu ve Batı arasında İslam ve İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden
Doğuş’un Sorunları’ gibi önemli kitapların yazarı Aliya
İzzetbegoviç’in gelenek ve tarihi bir zindan olarak görmesi
ilginç. Ali Şeriati de aslında tarih için böyle düşünür. Batı’da yetişip sonra ülkelerine dönen İslam
alim ve liderlerin çoğunda aynı düşünce hakim. Oysa bir milleti ve medeniyeti
ayakta tutan sütunlardan biri de tarihtir. Gelenektir.
Mevlana ve Iraki’de de benzer temalar aynı fonda işlenmiştir. Örneğin onlar da bir
yerde tarihi, coğrafyayı ve insanın kendisini insana zindan şeklinde
kodlamışlardır. Ancak bu bir Seyr -i Süluk tecrübesidir.
Millet yolunda gelenek, göz açan, yerini
bulman için geriden ışık olarak yanan bir şeydir.
Sanırım İslam aleminin modern alimlerine olan
güven daha tam yerine oturmadı. Gelenekle tam olarak sınanmadılar, onlar. Yani
onların söylediklerinin sağlamaları yapılmadı. Onları şiirimde kullanmamışsam
biraz da bundandır.
Sice zarf mı mazruf mu?
Bir ara sırf mazrufa önem veriyordum. Hayatımda şiirimde ve fikrimde. Artık her
ikisinin de önemli olduğunu anladığım zamanlara erdim. Dergilerimin ve kitaplarımın
kapaklarını dahi matbaacı istediği şekilde yapmıştır. Onlara o kadar da dikkat
etmemişim yani. Tabi ki daha çok mazrufa dikkat edilmeli. Zarfın düzeltilmesi
çabuk olur da mazruf yanlışsa bunu telafi etmek neredeyse imkansızdır. Sonuçta
her şeyi güzel yapmak gerekir. Bilirsiniz; Allah güzeldir güzeli sever demek bizde bir
medeniyet mesleğidir.
Şiire görev biçenlerdensiniz?
Otun bile bir görevi varken, otu küçümseme
manasında getirmiyorum lafı, şiirin niye olmasın. Ben, şiirimin millet mesaisi
yapmasını istedim. Mesela milletinin işlerinde koşturmaya başladığında el kadar
olan şiiri ümmetin işlerine koştura
koştura kocalsın. Zaten şairlik geleneği biz de bundan başka bir şey murat
etmemiştir.
Şiirlerinizde günün şairlerinin
aksine asabiyenin gücüne inanan bir tarafınız var? Yazılarınızda da buna dikkat
çektiniz.
Asabiyye
yanlış anlaşılan bir şeydir. Asabiyyeyi sırf hayvani geometri gibi görülemez.
Asabiyye canlılık belirtisidir. Sezai
Karakoç’un Kıyamet Aşısı adlı
kitabını bu konunun anlaşılması için salık veririm. Süt kandan başlar, dönüşür,
süt berraklığına ulaşır. Her süt kandan çıkıp gelir. Kan asabiyeyi, sütse
medeniyeti temsil eder. Süt gibi temiz, sade, açık bir meyveye ulaşmak için kan
gibi bir karışıma, karanlığa muhtaçsınız. Kan yoksa asabiye yoksa kan da süt de
yoktur. İstanbul ve Bağdat’ın geçmişine baktığınızda tarihin en güzel anlarının
bu dönüşümün iyi yapıldığı zamanlara denk geldiğini görecekseniz. Beytül Hikmet
örneğin. İnsanlığın kandan süte doğru yaptığı bir yolculuktan başka bir şey
değildir. Bu manayı bizde Sezai Karakoç enfes bir şekilde anlatmıştır. İnşa
etmiştir. Sezai Karakoç’un şiiri tamamen bir süt şiiridir. Örneğin Cahit Zarifoğlu ise toplumsal bazda
değil ama bireysel bazda bu yolculuğu, bu kandan süte evrilişi müthişçe söylemiştir.
Çoğu şair, onun kandan süte geliş gidişlerle söylediği şiirleri erotizma olarak
yanlış yorumlamıştır. Cahit Zarifoğlu’nda oysa kanın durumu sütün durumu kanın
süte geçmesinin durumları vardır. Beyaz haberlerim vardır, bir Cahit Zarifoğlu
söylemesidir. Kanın karanlığından durulu durula terbiye edile edile gelesi bir
beyaz haberdir bu.
Dünyada şiirin geleceği nedir? Ne
olur? Önemli midir hala?
Kısa
vadelerde değil ama uzun vadelerde şiir her zaman önemlidir. Şiir, tür olarak ne arkaik o tarihsel kıymetini ne de
etkileme gücünü düşürecektir. Şiir, şiirdir hep. Ancak şiirin gerilediği veya
yükseldiği topraklar olacaktır. Şiir türleri arasında geliş gidişler olacaktır.
Büyük ırmaklar belki kısa süreliğine kesilip akamete uğrayacaktır. Ancak sonra
yine sürüşünü devam ettirecektir. Örneğin İran şiiri, eskisinin yanında
neredeyse modern anlamda yok gibi. Son zamanlarda İran şiiri natürmort sahaya
yönelmiştir genelce, o eski derinliğiniyse yitirmiştir. Gerçi son iki yüz
senedir şairlerimiz, Batı dünyasının hem ekonomik hem emperyal olarak dünyaya verdiği
tahribatı haykırmayı kendine görev bilmişlerdir. Yani Batı, şairin yönünü iç
dünyadan dış aleme çekmiştir. Doğu, şiiri son yüzyılını Batı’nın yıkıcı tarafını
haykırmaktan fırsat bulup da daha varoluşsal kaygılara geçememiştir. Ancak
böyle de olsa şiirin kadim bir hikayesi vardır
ve bu, sürüp gider.
Şiirlerinizde ilginç bir sesiniz
var? Sizden daha önceki şairlerin sesine pek benzemiyor.
Zaten ben şiirde, bunu dilerdim. Öyle olmuşsa
sevincim vardır şiirim adına. Gerçi şiirimdeki ses nasıl bir şey? Ben
biliyorum. Dilimle ve kafamla tadıyorum. Hatta bir meyveye daha da olmazsa bir
ağaca bile benzetebilirim sesimi. Ama bunu söylersem sırrım bozulur. Bu ağaç da
meyve de duygusal bir ağaçtır. Ne de olsa her fikrin altında bir duygu, duyu
vardır. Öyle olmalıdır.
Şiir kitaplarınızı sırasıyla ve
adlarıyla toparlamak isterseniz?
İsteyeyim. Önemli Olan, şahsi kişilikten devlete
doğru giden bir yürümenin eseridir. M.D., adlı şiir kitabım, devletimin kadim
rengiyle ilgilidir. M.D., Mehmedi Devlet, demektir. Açıkça söylersek Hz.
Muhammed’den bu yana bizim devletlerimiz Mehmedi bir damarla daim olmuşlardır.
Artık Türkiye de Mehmedi bir devlettir. Bunları söylemek istedim. Şiir diliyle
tabi. Ben Milletimde Muhammedin Cemalini Gördüm isimli eserim, aynı rengi
milletimize yansıtmakla ilgilidir. Son kitabımız ise son kurtuluş savaşımız 15
Temmuz Direnişi’nin dünyasında gezinmedir. Bazı yerlerindeki şiirlerle de onun tarihsel
olarak konumunu saptamaktır. Ümmete, devletime, milletime, şehitlerimize olan
borçlarımdır sonraki üç kitap da. Bundan sonra ne yaparım. Ara ara politik şiir
ancak daha çok ilahiler yazmak istiyorum. Şiirimce ilahiler olmasını da
arzularım.