Erkek ve kadınlar insanlığın ilk
günlerinden beri erkektirler ve kadındırlar. Şiirde bu iki türün sesi üzerinden
dile gelir, mana yaratır. Ancak öyle
zamanlar geldi ki erkeklerin erkek kadınların kadın olmasından sıkıldı şiir. Ya
da öyle zannedildi. Şiirde cinsiyet önemli değil, derken aslında bu tiyniyete gönderme yapılıyordu. Önce
Batı sanatında, zaman zaman da Doğu şiirinde görüldü bu eğilim. Kadim sanatta erkek ve kadın birbirinden
keskin çizgiler ile ayrılmış iki türken, bazen de bu iki türden bir ara tat,
bir aroma çıkarmak isteniyordu. İnsan bunu niye yapar? Sanırım en iyi cevap ‘insanın
anlamını kaybetmesidir?’
Türk şiirinde bu yönelim yetmiş ve seksen kuşaklarının
kubbesi altında yerleşir. Küçük İskender, Ahmet Güntan, Birhan Keskin gibi ara
şahsiyetler şiirde bu zamana dek olmadığı kadar önde yer tutarlar. Bu iki kuşağın diğer şairleriyse geri planda
kalırlar ya da planlı şekilde öyle tutulurlar.
Türkiye bir zamanlar nasıl beka
tehlikesinden döndüyse Türk şiiri de cinsiyetini kaybetmenin sınırından geri
geldi yetmiş ve seksenlerde. Ahmet Güntan şiiri diğerlerine nazaran belki biraz
daha erkeksi özellik gösterebilir. Ancak bu da Güntan’ın hasbelkader Ezra Pound’dan
beslenmesiyle ilgilidir.
Neticede yetmiş ve seksen kuşağında
şiir; erkeklerin erkekliğini, kadınların kadınlığını ifade etmesine izin
vermeyen bir dünyanın talip olduğu tür olarak vücuda geldi daha çok. Cinsiyet
acaip laikleştirildi. Keşke insan doğası
değil de laikliğin kendisi laikleştirilebilseydi
yani.
Y.Türk
Y.Türk