27 Şubat 2021 Cumartesi

YANİ

 

Bakıyorum da bazıları modası geçmiş bir akım gibi bakıyor, Vahdet-i Vücûd’a. Yani kavrayamıyoruz aslında ‘varlıktaki birliği’.  Gökle birliği, nesnelerle birliği, tabiatla birliği, insan kardeşlerle birliği. Varlıktaki birlik, etle kemikle bir birlik değil. Özce bir birliktir. Tabiî önce içimizde sonra da dışımızda bozuldu bu denge. Yani bakış açımız değişti evvelinde. İçimiz eksildi. Azalan şey ise başta sevgi idi. Doğaya sevgi hissetmiyoruz artık; insana, nesneye... Sevmediğimiz bir şeyle nasıl bir birlik içinde olabiliriz ki. Yunus ‘dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni’ demiş. Bu birliği derinden duymuş. Bizse bu yalnızlık, hoyratlık ve sevgisizlik içinde nasıl dağlar taşlar ile Allah’ı söyleyebiliriz; onlarla birlik hissine içine girebiliriz ki.

Y. Türk

dört tez

Tarih, hayat, varoluş adına; bulunmuş şairane üslup ve tezleri önemsiyorum. Bir milletin ‘hayal ettiği müddetler’dir, bunlar. Canlıdır, özcedir ve çağ başlatır. İnsana, siyasete, var olmaya yeni bir pencere getirir;  zaten ne zaman yaşam ve tarih tıkansa şairane tarzlar devreye girer, yolu açar. Hayal nedir? Basübadelmevt işidir. Hepimizin hayali Yüce Cemali görmektir.

Yunus’un varlığın birliği’ni dillendiriş tezi, Akif’in Kurtuluş tezi; Necip Fazıl’ın Büyük Doğu; Sezai Karakoç’un Diriliş tezi; donmuşluğu, katılaşmışlığı çözen büyük görüşlerdir.

Şairane tez geleneği Osmanlıda Ebussuud Efendi’nin ‘Yunus okumayın’ fetvası ile devletin dışına itilmişti. Zaten o günden itibaren de devlet, medeniyet gerilemeye ve çökmeye başlamıştı.

Y. Türk


MADDELER


1. Demokrasi ile iyilik, kötülük arasındaki fark öyle silindi ki ikisi de aynı davranışa maruz kalıyor. Demokraside masumluk ve suçluluk sadece birer tercihmiş gibi gösteriliyor. Kötüyü kınama fıtratın bir gereği olarak devreye giremiyor.

2. Kriz, insan ile mekân arasındaki çatışmadan ve güvensizlikten ortaya çıkıyor. Çağ kayığımız ama içindeki de biziz. Birbirimize itimat etmiyoruz. Ve bu tekinsizlikten yabancılaşma dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Oysa Nuh gemisine gemi de Nuh’a inanıyor ve güveniyordu.

3. Dünyada siz de biliyorsunuz: Şairlerin maçları, öldükten sonra başlar.

4. 'Boyun eğdirdiğimiz tabiata hâkim oluyoruz.’ Bu fikir eskidendi, Sayın Francis Bacon. Şimdi tabiat at kuşandı. İnsanın, kendisini köleleştirmesine izin vermedi. Bizi, silah olarak kullandığı hastalıklarıyla püskürttü.

5. İnsan için yaşam uzadı ama hayatın anlamı da kısaldı.

6. Sadece farkımız bizim olmasın, benzerliğimiz de bizim olsun.

7. Kadim zamanlarda sanatın tanımı az ama örneği çok olurdu. Modern çağda sanat tarifi çok ama sanatın bizzat kendisi azdır.

8. Bilimlerin bir kısmı para bir kısmı hayret eder. Medeniyetler de böyle çeşit çeşittir. Endülüs ilmi hayreti; Amerika ve Avrupa ilmi parayı takip eder.

9. Ömrün dibi deliktir, ömür doymaz.

10. Dostluk cennet gibi. Yanlışı kastî olarak almaz içeri. Aslında en ideal dostluk, doğru bilgi ve duyguda buluşma yeri.


Y. Türk

büyük doğu- büyük batı vs.

 

.KAYGUSUZ, SAYI 11 İÇİN.


Bakın size bir alıntı yapıyorum, Kaygusuz dergisinden. Sayfa 63- 64’ten. Kaygusuz, İsmet Özelcilerin de Özelcileri bir dergi. ‘…Spinoza’nın sub specie ceternitatis (Sonsuzluğun bakış açısından) düşüncesi felsefe okurlarına malumdur, tabiî olarak, birlikli düşünce, tabiat meselesinde… Benim kanaatime göre vahdeti vücuttan çok, sonsuz yakınlık meselesi daha doğrudur, çünkü ayeti kerimede Allah’ın şah damarımızdan daha yakın olduğunu öğreniyoruz, birolmak değil de, birle sonsuz bir yakınlık bahis konusudur …’

Bir iki cümleyle, Vahdet-i Vücut irfanını silkip atmışlar. Aslında Yunus’un, Mevlânâ’nın üstünü çizmişler. Tabiî bu normaldir. Mevlânâ’nın bu topraklardaki varlığından gocunursan, onu görmezsen; onun felsefesindeki kıymeti ve derinliği de kavrayamazsın. İsmet Özel, Waldo ve Henry ile de varacağın yer Spinoza’ dan başkası olamaz zaten.

Kaygusuz’un aynı sayısında (11) Mehmet Raşit Küçükkürtül ‘Devletin Gölgesinde Bir Şair: Necip Fazıl Kısakürek adlı metninde şöyle diyor: ‘Son tahlilde, şunu diyebiliriz: ‘büyük doğu’ terkibinin niye tercih edildiği hususunda önümüzde tek bir ihtimal kalıyor: ismi büyük ama kendisi Anadolucu, minimalist bu ideolojinin de yeri son tahlilde mağlubiyet ideolojilerinin hizasıdır…velhasıl  ‘büyük doğu’nun ismiyle muhtevası arasında farkı imparatorluk gururunun kırılmasını telafi etmek çabası dışında izah edemiyoruz…

Yazıda geçen ‘ismi büyük ama kendisi Anadolucu’ ifadesini şöyle tamamlarsak her şey yerine oturur: Kendisi Anadolucu ama ideali büyük. Anadolu’dan Büyük Doğu’ya demek aslında Söğüt’ten İmparatorluğa demek gibi bir şeydir. E bu metne bakarsak Söğüt’te görülen büyük devlet hayalini de düştür diye küçümsememiz gerekir. Yani insan da devlet de hayal ettiği müddetçe, geleceğe uzandığı ölçüde yaşar.

Büyük Doğu kavramını eleştiren ve altının boş bir zemin olduğunu söyleyen metinler de okudum. Ama bu yazılar genelde ya kötü niyetle kaleme alınıyor ya da cahillikten.

Devletin, Büyük Doğu tezi ile iç içe olmasına çok eleştiri var. Ama size şunu da söyleyeyim: Necip Fazıl’ı iyi okuyan herkes şu cümleyi kurar: Bu adamın geleceği devlete kalır.  Devletin onun mirasına sahip çıkmasının altında yatan bu gerçek nedir? Yoksa koca devlet aptal mıdır da Necip Fazıl Kısakürek’i ve Büyük Doğu’yu bünyesine alsın.  Büyük Doğu’nun altındaki değeri isterseniz size şöyle anlatayım. Ünlü denizcimiz Piri Reis dünya haritasını çizdikten sonra haritasını Yavuz Sultan Selim’e sunar. Bazı tarihçilere göre Sultan Selim de haritayı iki parçaya bölüp yarısını alır ve şöyle der ‘ Ben dünyanın doğu yakasını tutacağım’. O doğu, Büyük Doğu’dur. Çünkü Doğu’nun büyük kısmı olan Büyük Doğu’yu elinde tutan halifeliği de önderliği de elinde tutar. Sultan Selim,  tahta çıktığından beri hedefi olan Büyük Doğu’yu tutmayı başarınca Ümmete liderliği ele geçirir.  Osmanlıda da Büyük Doğu ideali vardı. Yani Büyük Doğu bir devletin ismi değildir, bizim geleneksel olarak yukardan aşağı inip gelen devlet idealinin adıdır.  Dünyanın Batı kanadına karşı Büyük Doğu kanadını, kalkanını oluşturma gerçeğidir, bu düşünce. Büyük Doğu Marşı, İstiklâl Marşı’na bir alternatif değildir. Büyük Doğu da Türkiye’ye. Büyük Doğu,  Selçuklu için de Osmanlı için de Türkiye için de ortak idealdir.  Bu ideale giden ilk büyük adım ise 1071’dir. Yani o devir için söylersek, ne kapitalizm ne de komünizm;  hedef Büyük Doğu’dur.

Ayrıca Necip Fazıl’ın Anadoluculuğu da bir değer olarak küçümsenir.  Bunu yapanların Sezai Karakoç okumadıkları o kadar belli ki. Bu vatandaşlara tavsiyem Sezai Karakoç’un Yunus Emre adlı eserinin 26. sayfasını okumaları. Anadolu ne demektir, önce bunu çözelim. Eskiden Horasan vardı, medeniyetimizi beslerdi. Gerçi tarihiyle, kaynaklarıyla hâlâ besliyor.  Şimdiki Anadolu, eski Horasan’ın yerine talip. Batı Uygarlığını bugün Atina ve Roma ile özetliyorsak Doğu Medeniyetini de Horasan ve Anadolu ile özetleyebiliriz ancak. Atina, Batı uygarlığı için sadece bir yüz ölçümü değildir, değerler havuzudur. Batı uygarlığı açıklanırken Atina ve Roma referans alınır. Bizim medeniyetimizin şerhi de Horasan ve Anadolu ile yapılır. Bağdat ve Kurtuba, zamanın düşüncesine ve rengine göre Horasan ve Anadolu’ya dönüşür.

Avrupa Birliği’nin bugün Büyük Batı olduğunu düşünürsek Necip Fazıl’ın Büyük Doğu kavramıyla neyi kast etmek istediğini daha iyi anlarız.


Y. TÜRK

İYİLİK, ŞEVK

 Ben sanatın, fikrin ve bir şey yapmanın onda sekizini heyecanda görüyorum. İmanî anlamda ise bu kelime ihlasa dönüşüyor. İnsan, alemde hayal ettiği yani şevk sahibi olduğu sürece işlerini daha bir kaliteli ve aydınlık yapıyor. Ben buna gönlün asabiyye kuvveti diyorum. Doğada da bitip tükenmez bir heyecan var.  Daima yenilenmesi, ışkın sürmesi bundan. Görünür olmayı hak etmesi ve bizi büyülemesi de bu heyecandandır.

İyilik, güzellik bazen sıkıcı bir hale gelir. Estetikte kötülük ve çirkinlik öne geçebilir. Ben bunu modern çağın temellerine bağlı bir sonuç olarak okuyorum. İyiliğin ve güzelliğin kaynağı Yaradan’dır. Modern çağın Yaradan ile hep bir sorunu oldu. Bu problemden de iyilik ve güzellik sorunu doğdu. Kadim çağlarda iyilik ve güzellik ne kadar iyiydi ve güzeldi.


Y. TÜRK

elmalar çürüdü

 Artık, mazimizin geçtiği yerlere bakınca tarihimizi göremiyoruz. Dünya karaları üstünden görkemli geçmişimizin camilerini, kervansaraylarını, hanlarını, vakıflarını, kubbelerini toplayıp kaldırdılar. Batılılar, kendi dünya görüşlerine yer açmak için, ekecekleri tarlayı boşalttılar. Geleneği, hak sahiplerinin hukukunu yok saydılar.

Sezai Karakoç’un ‘Bütün elmalar çürüdü / Çocukluğumuzun dürbünleri içinden / Geçen siyah halkalı kutsal şehirlerden / Birini bulamadım gezdim bütün karaları’ dizeleriyle anlattığı durum aslında başta belirttiğimiz işgal ve yok ediş hikâyesidir.


Y. TÜRK

TEZ AKIM KUŞAK VS.

 Her şair, her akım Türk şiirinde bir cephedir. Akım, şiire daha ortalama bir bakıştır. Biraz kapsayıcılık da denebilir buna. Kimse sapa bir şiir yazdı diye görmezden gelinemez. Mesela Ahmet Haşim kendi fıtratının şiirini yazmıştır. Yahya Kemal’de Osmanlı tarihinin kendine özgü kemali ve durumu vardır. Akif’te milletin epik hali huruç eder. Yunus, insanın tüm hallerini kapsayan bir şiir yazar. Şiir zaten oradan dallanır, budaklanır.

Örneğin çok ücra bir şair addedeceğimiz Asaf Halet Çelebi var. Ama Modern Biçimciliğin ve İroni şiirinin atasıdır.  İlhami Çiçek falan orada bulurlar tarihten günümüze geçen ırmağı. Yunus’un şathiyeleri modern şiirde biçimcilik ve ironi ile sürer. Şathiyeler bir yazımda da dediğim gibi insanın Allah ile arasındaki espritüel ilişkiyle başlar. Ve bu ilişkiyi şair; insanlara, okurlara açar. Bu da kadim bir cephedir.

Örneğin son zamanlarda kuşaklar on yılda bir değişiyordu Türk şiirinde. Ama bu tarz, anılmak için sonradan bir kolaycılığa dönüştü. Aslında kuşak, şiire bakan on yıllık bir cephenin, pencerenin ismidir. Ben kuşak olmaya yanaşmadım. ‘Devlet Şiiri’ yazdığımı söyledim.  Akımlar sonra da kuşaklar, Türk şiirindeki merkez çekirdeği bayağı ıskaladı. Bireysel olmak da işime gelmedi, içime sinmedi. Devlet, insanın millet halindeki fıtratıyla, yani kamuvarî bir kişilikle ortaya çıktığı için ondaki bütünlüğe talip oldum. Devlet Şiiri’ndeki devlet kavramının hükümetle ya da günümüz devletleriyle alakası da yok. Kadim bir fikirdir, bende devlet. Örneğin İmam Rabbanî, Mektubat’ında, neredeyse her mektubunda ‘devlet’ kavramına gönderme yapar. ‘Bu, ne güzel devlettir’ der, iyi-kadim ve hak şeyleri işaret eder. Benim şiirini yazdığım devlet böyle bir şeydir. Günümüze uyarlarsam şöyle söyleyebilirim. Hani ne demişti Nuri Pakdil ‘insan seni savunuyorum sana karşı’; bizde devleti savunuyoruz devlete karşı’. Velhasıl Devlet Şiiri’ adlandırması şiire bakıştaki toplu bir cephedir. Milletin cephesi yani.

***

Muhammed’in (S.A.V.)  Mehmedi olmak, benim de milletimin de tezidir. Bu tez İslamlıkla başlamış. Kulağımız Hira’da iken. 1071 ile de tarihi bir tez, görev haline gelmiş. Deseler şimdi hangi milletler ne iş yapar. Batı Europalılık yapıyor. Bizler, Mehmetlik işi görüyoruz. Bin küsur yıldır bezen mum ışığında bazen meşalelerle altında yaptığımız iştir, bu. Kitapları Mehmet olarak okuyoruz. Ezanları Mehmet. Haz. Bilal yani. Mehmetlik bizim bir sağlamamız gibidir. İmgelerimin, metaforlarımın altında bu isim var. Ondan düşünceler, tarzlar ve tipler barındırır. Böyle oluş, bir tez tutuştur, şiirde. Hangi sağlam imgeyi, sözü, metaforu kaldırırsanız kaldırın altında hep bir tez var. Kişilik var. Avrupa şiiri, sanat tarihinin Europa kişiliğiyle yeniden işlenmesinden başka bir şey değildir. Yanına Hıristiyanlığı da eklerseniz, bu kişilik tamam olur. Miti dinle harman etmek bir bakıma. Gerçi hangisi daha baskın derseniz, Avrupa’da Modern çağın başlangıcında dinin ve kiliselerin ilk etapta dışlanması yeni çağdaki mitsel öğenin ağırlığını gösterir. Ama bizde mit yok bit de yok. Yani küf yok. Biz tezimizi de bunu uygulayacak kadim kişiyi de Peygamber-i Azimüşşan’dan çıkardık. Tezsiz şiir, tam olmuş bir şiir olamaz. 


Y. Türk