9 Ağustos 2024 Cuma

KURULUŞ, Eylül- Ekim 2024, Sayı: 65






                                                                  Kuruluş Dergisi Yön. 

8 Ağustos 2024 Perşembe

İNSANLIĞIN BAŞLANGIÇ ZAMANLARINDA YAŞAMAK İSTERDİM


Neredeyse 9 milyar insan. Seneye 11 milyar. Sonraki yıla belki 15- 16 milyar. Daha sonraki yıllarda 20- 30 milyar. İnsan sayısı ne kadar da şiddetli artıyor, dünyada. Yeryüzü daralıyor. Mekân sıkışıyor. Nüfus sıkışıklığı acayip bir ivmenin ve sertliğin içine girmiş durumda. Ve bu yoğunluk, fevkinde bir uğultu, gürültü ve can sıkıntısı yayıyor. Hem hakikat hem ahlak açısından hem de etik boyutta berraklığı, saflığı sel gibi önüne almış sürükleyip gidiyor. İnsan psikolojisini bozuyor. Gerçekliğin yerini daraltıyor. Hakikatin, doğruluğun ve iyiliğin uygulanabilirlik şansı oldukça azaldı.   Bu denli kalabalık ve kesafet, cihana reva mıdır?

Polis devletlerinde nüfusun  az olması gerektiğini söyleyen Platon, haklı. Hayatın güzelliği nerededir, bunu bilen biridir, Platon. Yaşamın tadı, etiğin tadıdır çünkü. Mertebededir. Diğer yandan ahlâk ve esas, yoğunluğun azaldığı mecrada dile gelmeye daha müsaitken yoğunluğun arttığı yerlerde gücünü kaybeder. Büyük kalabalıklarda morali ve niteliği korumak her zaman zor olmuştur, kısmen de imkânsız hale gelmiştir.

İnsan popülasyonunu azaltmak için çeşitli askeri ve biyolojik harplerin yapıldığını  biliyoruz ve bazen de bunların planladığını duyuyoruz. Bunu yaparak büyük bir insanlık suçu işleyenlere ve ağır bir vebal altına girenlere tavsiyem: doğumları sınırlamak, mesela aileleri belirli sayıda çocukla kayıt altına almak dünya genelinde. Ve bu, insani bir şeydir.

Dünyaya ortalama olarak günde 250 bin ya da 300 bin adet Tanrı parçacığı iniyormuş. Yani Âdemoğlu doğuyormuş. Ruhunu dünyaya zehirlemeye getiriyormuş aslında. Dünya denen bakır kap çalık çünkü. İnsan yavrusu bu çalık kap içinde büyüyor, nefes alıyor.  Büyüse ne olur ki? Beşer, ortamının mahsulüdür. İçine girdiği kabın rengini gösterir. İnsan kalabilmenin, adil ve doğru olabilmenin, aile olmanın, ekmeğinin peşinde koşmanın giderek imkânsızlaştığı bir alemdeyiz sonuçta.

Ve öte yandan, sabahtan akşama öyle çalışıyoruz ki hayatta kalmak için, ama ne yoğunlukla ne pislikle.  Gelin görün ki günün sonunda hasadımızın neşesini bile süremiyoruz. Ne yapsak ne etsel kirlilikten koruyamadığımız bir emeğimiz var. O denli çaba ve yorgunluk da boşuna. Düşünün, artık beslenmek bile yıkım yaratıyor toprakta. İnsan, bedenine gıda alırken utanır mı yahu! Ne denli ceht edersen et yediğin, haksız kazançtır. Ben yiyip içerken, denizdeki balinalar siyanüre boğulmak zorunda, bilmem kaç hektarlık arazi çöplük haline gelmek durumunda, kuşlar ve kediler rızkından vazgeçmek mecburiyetinde. Doğrusu Batı tipi ekonomiyle buralara geleceğimizi daha önce kestirmeliydik de.  Bir yazımda demiştim: Batı uygarlığını biz frenleyemeyeceğiz, lakin doğa durduracak. Meğer haklıymışım. Ama bir gün gelecekte yanılmış olmayı umarım.

Ezcümle kapitalist hücum ve iştahla kemirdiğimiz dünyanın kabuğuna gelindi. Bundan sonrası, kadirbilirlik adına, varlık adına, ömür onuru namına, yürüm/yaşam adına, terbiyeden yana ‘Non Plus Ultra’dır. Daha ilerde bir yer, bir şey yok yani. Başkentlere, ülkelerin kalplerine dek inmiş, militarist, çeteci ve yağmacı geçim zevkinden başka. Dünya ekonomisinin ruhunda bu militarist ruh var. Batının Yahudi çeteleri, dünya sermayesinin ele avuca almış konumda zaten. Ev geçindirmek isteyenler; çetelere, baronlara, loncalara kayıt düşürmek ve tetikçi olmak zorundalar. ‘Dünya herkese yeter’ masalını bırakalım. Yetmiyor. Çünkü zenginlikte bahis yükseldi. Modern insanın gözünü hiçbir şeyin doyuracağı yok, topraktan başka. Bu dünya bu ademoğluna yetmez.  Herkese yetse diğer varlıklara yetmez; toprağa, denizdeki balığa yetişmez. Sofra kurmanın dünyayı yok etmekle eş değer duruma gelmiş olması, er kişinin lokmalarını boğazına düğümlüyor.

Enginliğini, temizliğini ve şeffaflığını zayi eden gezegenimiz; kesif, yaralı ve de çok yaşlı. Gelecek zaten sırf bu nedenledir, oldukça puslu. Hallerimizse tekinsizdir, çok kez de karanlıktır. Nüfus artışı dünyamızı maddi ve manevi olarak kıyamete sürüklüyor. Bu da yaşamın anlamını boşa düşürmeye kâfi. Giderayak yırtıcılığını ve yok ediciliğini kabartan kalabalıklar arasında artık ademoğlunun kendisini fark etmesinin, bilmesinin ve kendisine saygı duymasının imkânı var mı? Bu büyük hiçliğin değeri nedir yani?

Y. TÜRK