25 Eylül 2020 Cuma

DEĞİNİ

 

 Epeydir, buradan bir ürün paylaşmıyordum. Çünkü salgın zamanında, internet salonları kapalıydı, internete erişemiyordum. Evimde internet ve televizyon kullanmayan birisiydim. Yeni ve altıncı şiir kitabım ‘İkindi Atı’nı çıkaralı iki ay olmasına rağmen ben yedinci şiir kitabımı yazdım gibi. Çok azı kaldı. Bu şiirler, elimin altında duruyor. İlerleyen zamanlarda Seferber ve Kuruluş dergilerinde çıkacaklar, inşallah.

Salgında dedelerimizi epeyce kaybettik. Bu, bana hüzün ve acı verdi. Ne diyelim, başımız sağ olsun. Şu dizelerimi, onların anısına paylaşıyorum.


 

İyiliği güzelliğiyle hayatı

Sanırdım meleğin huzur yumuşları

Allah kuldan söyler gibi konuşmaları

İsterim dedem geçerken kızarsın da sıratın yanakları

 

Hep semaya yakın yerde oldu dedem bana

Dupduru vaatlerine benzerdi Allah’ın

Ondan öğrendim

Kendi başından kendin geçerek yaşamayı

İnsan yandıkça tipi daha güzel çıkar’ı

İnsan üzülünce yanına Fatih’a gelir’i

Takkesi başında gurbetin fesi

Dedemin mazisi bende

Allah’ın koruması gereken Kâbe arazisi


Yeprem Türk

Solcular, nuru solak olanlar

 Sağcılık ve solculuk, fikir ve edebiyat tarihimizde olmadık şeyler üstünden tartışılmış.

Yani, Kur’an’da geçen defteri sağ tarafından verilenlerle sol tarafından verilenleri birer sağcı ve solcu yapamayız.

Sağcıları, kurtarılmışlar; solcuları da defteri dürülmüşler olarak addedemeyiz. 

İbn-i Arabi’nin Şeceret’ül – Kevn adlı eserinde şöyle yazar: ‘Sağ taraftakilerin bu ruhaniyetten nasipleri: O’na uymalarıdır. Sünneti ve getirdiği şeriati ile amel etmeleridir… Ashab-ı Şimalin, yani solakların da, o yüce ruhaniyetten aldığı nasipleri vardır. O nasipse: Dünyada himaye görmeleridir…

Sağcılık ve solculuk, aslında, birer ideoloji olarak bu bağlamların dışındadır. İki beşerî görüştür.

Defteri sağdan verilen solcular olacağı gibi defterini soldan alan sağcılar da olacaktır.

Bana göre solcular kimdir. Şöyle söyleyeyim: Solcular: nuru solak olanlar. 


Yeprem Türk

TEMASLAR

 

Her şair, yankısını âlimlerden duymak ister mi? Bilmiyorum. Ben şahsen bunu arayan biriyim. Çoğu dizemin bir başka söylenmiş haline ariflerde rastlamak sevindiriyor, beni. 

Ar Duru şiir kitabımdan bir bölüm: ‘Anlıyorum/ Ben Tanrı’nın aracıyım/ Yapar benle istediğini. Ve Fahrüddin-i Irakî’nin Parıltılar adlı eserini okuduğumda şu bölümle karşılaşıyorum: ‘Allah kulun sem’i ve basrı olduğuna göre kul Allah’ın vasıtası oluyor. ’

Yine aynı kitabımın şu dizeleri: ‘Erkek dağlar erkek çamlar ey kardeşler / Ey dişi ağaçlar dişi taşlar tabiat bacılar/ Bari siz zina etmeyeseniz. Bunun yansımasını Parıltılar’dan şöyle okuyorum: Haram denilen herhangi bir şey Hakkın cemaline uzaktır. Ondan sakınmak icabeder. Tabiat dahi ona rağbet etmez. 

Hani sormuşlar Nasreddin Hoca’ya: ‘Dünyanın merkezi neşedir?O da: ‘Dünyanın merkezi, şu anda benim bulunduğum yerdir.” demiş. Fahrüddin-i Irakî, Parıltılar’da diyor ki: ‘Hakikat küre gibidir. Kürenin neresine parmağını koyarsan orası tam ortasıdır.’

 Özellikle şairlerde önce içe doğma var. Kaside ve gazelde şiirin ilk beytine matla denir. Matla ise doğmak, ilham anlamındandır. Yani Valery’nin ‘İlk mısra Tanrı’dandır’ sözü buna denk geliyor, bir bakıma.


 Yeprem Türk 

 

 

 

 

 

 

Bir Madalyonun Tarihi Tez Haline Gelmesi

 

Yahya Kemal’in ‘Biz üçüncü Roma’yız sözü’ bana hep ilginç gelmiştir. Şairin bunu neye dayanarak söylediğini de merak etmişimdir. 

Tarihi eserlerin her türlüsüne düşkün olan Yahya Kemal’e bu fikri, Floransa Dükü Lorenzo de Medici’nin Fatih için yaptırdığı madalyonun verdiğini düşünüyorum. Bu madalyonun ön yüzünde Fatih’in portresi, arka tarafında ise Roma, Bizans ve Osmanlı’yı anlatmak için kullanılan üç taç var. Bundan Yahya Kemal;

Roma: Putperest Roma.

Bizans: Hristiyan Roma

Osmanlı: Müslüman Roma, şeklinde üç tarihi şube çıkarmış olabilir.

Ama merkez her halükarda Roma anlamına gelir, bu sınıflandırmayla.

Bizim için tek merkez vardır: Asr-ı Saadet. Ama bu devir Peygamber-i Ekber’e hastır. Biz olsa olsa, bu kaynağı merkez alan üçüncü Kurtuba ya da Endülüs’üz.  Çünkü insanımızın ruhunu besleyen kaynak Roma’dan değil bu hat üzerinden gelmektedir.


Yeprem Türk

 

 

 

 

 

KABIN RENGİ

 

Modern düşünceyle, özellikle de birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra insanda, psikolojik ve sosyolojik şartlar epey değişmiş ve ağırlaşmıştır.

Özellikle de sanayi devrimi fıtrî olanın köküne kibrit suyu dökmüştür.

Modernizm, fıtrî medeniyet anlayışının geriye çekilip, tabiî görüşün bir yaşam şekline dönüşmesiyle başlamıştır. Ve insanlarda fıtrî bağlardan ziyade tabiî bağlar öne geçmiştir.

Kalbî ve fıtrî bağlayıcılık, geleneksel ve kadim olan hayat tarzıydı aslında. İnsanlar, hem bireysel hem de toplumsal olarak bu bağla besleniyordu.

Modernizmle tabiî düşünce etrafında genetik bağlar öne çıktı. Irkî olana yatırım yapıldı. Hümanizm bile bu alan içinde konuşuldu, işlendi. Ve sonunda emperyalizm denen işgalci siyasete vardı.  Siyah- Beyaz ayrımı tabiî dolayısıyla da genetik ve tabiî insan ve toplum düşüncesinin bir sonucudur.  Yani bir bakıma insanın yaşadığı kabın rengini almasıdır.

Biz, insan sevgisini genetik ve tabiî ekol içinden değil fıtrî medeniyet çerçevesinde yeniden ele almalıyız.

Tarihte, tabiî kaynaktan doğan görüşler genetikle, dini kaynaktan doğan medeniyet görüşleri de hep mezhepçilikle sınanmıştır.

Yenidünyada bu çatışmalara yer verilmemelidir.

 

 Yeprem Türk