Her
dergide şiir eleştirisinin olması güzel bir şey. Ama eleştiriyi kimin yazdığı
da önemli. Örneğin iyi bir şiir ortaya çıkaramamış şairlerin eleştirisi
okunmayı hak etmez. Özellikle de şiir eleştirisinde yetkinlik aranmalıdır.
Gençler; hem kinle, nefretle hem de yanlış yazıyorlar.
Bu
yanılgılardan biri de Yahya Kemal üzerine olan metinlerdir. Yahya Kemal, büyük
bir şairdir. Modern şiirin ilk aşamalarından birini gerçekleştirmiştir. Akide
şairi değil ama bu durum onun tamamen akide dışına itilmesine imkân vermez.
Akidenin meydana getirdiği tarihi ve toplumu derunî ahenkle anlatmıştır. Şiire Baudelaireyen, sembolist başlar ve onu
epikle de harmanlar. Saf şiir yazmaya çalışır ama tarihi de o şiire çağırmış
olur. Aslında Yahya Kemal, şiire yabancı bir mektepte başlamıştır ve bir
süre sonra da kendi mektebine dönmüştür. Bu çelişki değildir. Bir ilerlemedir.
Pathos bir teknikle şiire başlar fakat sonra yazacağı şiir için ethos'u da
sanatına çağırmak zorunda kalır. İsmet Özel, kendi şiiri için 'ethos ve
pathos'u aynı kanaldan akıtmak istedim, demişti. Yahya Kemal bunu yapmıştır.
Bugün neredeyse bir başlangıç olarak kabul ettiğimiz 1071 vurgusu Yahya Kemal'e
aittir.
Yeni
Türk şiirinde mısraa can veren biridir, Yahya Kemal.
*
Sonra şiir geldi kelimeye dayandı tabiî. Bunu
Cemal Süreya, büyük ihtimalle Mallarme'nin 'Şiir kelimelerle yazılır'
ifadesinden etkilenerek söylemiş olsa gerek.
*
Elyasa Koytak şiiri okudum. Aklımda kalanlar 'kafirlerden hegel'i çağırıyorum ortada vuruşmaya/ ismet özel adlı bir zülfikarla deşiyorum karnını' mısraları idi. Sanırım doğru yazdım. Ahmet Yesevi'nin dizesini gördüm çünkü orada. Yesevî mısraı da şöyle: Bâtın mızrağı ile nefsi deştim ben işte.
*
Şiirimizin
en temel özelliği en eleştirel şiirde bile bir yaratma sevinci taşımasıdır.
'Kabz' halindeyken 'bast'a varmak. Şair ve toplum epeydir bir 'kabz' içinde.
Oysa kabz'ı 'bast' ile açmak gerekiyor. Ama bu da maneviyat ister. 'Bast'ın
diğer anlamıysa 'katı'laşma durumudur. Materyalistleşme de diyebilirsiniz buna.
Maddenin en küçük hali bugün 'Tanrı Parçacığı' şeklinde adlandırılıyor.
Katılaşmanın neredeyse zirve noktasını gösteriyor.
Katılaşmayı
ya da toplumun kabz halini giderecek manevî alan sağlanamadığı için kabz hali,
yıkıcılıkla ya da anarşizm türü şeylerle boşaltılmak ya da giderilmek
isteniyor.
Kabz'ın
derinleşmesi, katılaşma, parçalanma, ilişkilerdeki sertleşme, yabancılaşma yan
yana ilerleyen şeylerdir. Bütünlük parçalanıyor ve parçalandıkça da parçalar
birbirine yabancılaşıyor. Aslında temelde parçalanan insandır. İnsan
parçalanır, kendisine bile yabancılaşır. Ve son tahlilde varlıklar arası ortak
amaç da biter.
Bütünlük
azaldıkça bunlarda bir artış grafiği de gözlemlenmektedir. Galiba güzellik de
bast hali de bütünlüktedir.
*
Osmanlıda
eyleme; felsefe - teori yetişemedi. Eylem çünkü, Osmanlı medeniyetinde başlı
başına bir hakikatti. Teoriden de felsefeden de daha önem arz etmekteydi. Tamam
Osmanlının dünya tasavvuru Selçuklu döneminde inşa edildi ve Osmanlı da bu
felsefeyi eylemde aşarak yerine getirdi. Ama bizim felsefemiz Batılı
düşünürlerin idrak edebileceği şeylerden değildir. Örneğin 'İstanbul'u fetheden
komutan ne güzel bir komutandır' şerefli sözü en büyük felsefemiz haline
dönüşebilir. Belki de ülküyü dolambaçlı yollardan örmediğimiz için bir
felsefemiz yokmuş gibi gözüküyor. Bizim en büyük felsefemiz eylemdir.
Şimdi
Batı'yı düşüşe doğru götüren şeyse tam tersine eylemsizliktir. Felsefe ile
eylem arasındaki fark o kadar açıldı ki. Para ve emek arasındaki boşluğun
finans, borsa vs. üç kağıtlarla doldurulması gibi yazdıkları teorilerin gerçek
hayatta pek karşılıkları yok. Distopya da zaten batık felsefelerden başka nedir
ki.
Y.T.