2 Temmuz 2016 Cumartesi

Klasik İroni & Modern İroni



Bir okuyucu klasik ironi ile realist ironi arasında ne gibi fark var, dedi. Birincisi klasik ironi hikmetengiz bir dünya sunar. Sen düz bir şekilde yaşayıp giderken ansızın gelen bu düzlüğe aykırı ama doğru bir parlamadır, klasik ironi. Mantık geliştirmesi yapar insanda. Bunun en güzel örneği Yunus ‘un  ‘Çıkdum erik dalına anda yedüm üzümü/ Bostan ıssı kakıdı dir ne yersün kozumı’ dizeleridir.  Gerçi bunu Zafer Acar, Genç Şaire Açık Mektuplar kitabında şathiyeye örnek göstermiş. Klasik ironiye biraz overdoz (aşırılık etkisi) katarsanız şathiyeye varıyor.  Şathiye daha cezbeli şeylerdir yani.

Realist ironi’nin içindeyse hikmet ve anlayış yoktur. Klasik ironi ruhundur, realist ironi maddenindir. Realist ironinin bacası, sanayi devriminin fabrikalarıyla aynı anda tüter. Bunu anlamak için W.Blake adlı şairin İngiltere’de yedi ve sekiz yaşlarındaki yoksul aile çocuklarının baca temizliğinde kullanılmasını anlatan şiirini okumak gerekir. Ölüm yaşları bu çocukların genelde on beştir.
Realist ironi’yi bir akım bir teknik olarak ruh boyutunda bilinç-akışı tekniği temsil eder. İlk büyük temsilcisi Virginia Woolf’tur. Ve Woolf, intihar etmiştir. Avrupa’da ve Türk edebiyatında aynı tekniği kullanan birçok yazar-şair ömrünü Woolf’a benzer noktalamıştır. Gerçi bugün bilinç- akışı tekniği pek muteber şey değil yazında.

Son lafı aslında hatta en kuvvetli sözü müntehir şair İlhami Çiçek söylemiştir, realist ironi hakkında. Kesik kesik solur/ avcının ela gözlü nesnesi.  Dünya edebiyatında  ironik realizmi anlatan bundan daha yerinde ve daha olgun bir laf yok sanırım. Kesik kesik soluyan yani ha bire kaçmaktan yorulan insandır. Bu insan değerlerini koruma adına bunu yapmaktadır. İnsanı da bir avcı gibi nefes nefese koşturan da modernizmdir. Daha açıkça söylersek çağın ahlakıdır. Onun için realist ironinin diğer adı da modern ironidir.

Y.Türk

Murat Güzel Şiiri



-Casus Belli

Özne Mitolojileri

Şimdi yalnızca kül ve tozum
       oysa senin yılların gelir gider
Senin rüzgarların üfürür beni
       İlyas’ın telli kavakları gibi
          Telli Bağ’ın kayısıları
Akşehir’in napolyon kirazları gibi

Murat Güzel. 1971’li. Neo-epiğin bilinç- bulunç birleşimi olduğuna örnek şiirleri olan bir şairdir. Daha doğrusu, bilinçle buluncun kopuşu üzerine kurulu şiirler yazıyor. Batı dünyasında bir tespite göre 17, bizde ise 19. Yüzyılda aralarındaki kadim bağdan kopan bilinç ve bulunç şiirin iki ana akım tarafından da temsil ediliyor denebilir. Romantizm buluncu, realizm bilinci merkez alan şiir akımlarıdır denebilir. Murat Güzel’in ‘ironik realizm’i önermesi boşuna değil. İronik realizm, gerçekçiliği felsefi olarak tam sayan, zihnin mükemmel hali veya dilin mükemmel ifadesi sayan anlayışa tanıdık gelmeyecektir. Bunun modernizme inançsızlık olduğu düşünülecektir. Zaten öyledir.

                             (Hakan Arslanbenzer, Türk Şiiri 2006 Yıllığı)
                                         


Kesik kesik solur
Avcının ela gözlü nesnesi
Kaybettiğin divit- kırdır
Faniliğindir o ağaç ki
Zekeriyya onda saklıydı
            (İlhami Çiçek, Santraç Dersleri)


Hakan Arslanbenzer Murat Güzel şiirini veya dünyasını temelde üç şey üzerine oturtuyor. Birincisi ‘ironik realizm’ ikincisi ‘modernizme inançsızlık’ üçüncüsü de ‘bilinç ve bulunç.’  

Bilinç ve bulunç, aşağı yukarı bütün iyi şiirlerde içkindir. Bildiğin kadar bulursun. Ve bulduklarını bildiğin derecede idrak edersin. Bilinç ve bulunç gibi şeyleri felsefi, edebi terim gibi kavramlaştırmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum. Böyle bakıldığı takdirde Yunus’un yirmi kelimesinden birini Mevlana’nın on beş sözüğünden tekini kavramlaştırmak zorunda kalırsınız. Oysa kavramlar daha seçkindir, sözcüklere kürsüden konuşan lider kelimelerdir.  Batı edebiyat ve siyaset ilminin 17.yüzyıldan itibaren neredeyse her kelimeyi kavram haline sokma çabası vardır. Bulunç ve bilinç, bunlardan ikisidir. Zeka göstermeye yarar, bu yol. Aylak sınıf teorilerinde görülür. Thorsteın Veben’likvari şeylerdir ya da.   

Murat Güzel şiirindeki ironik realizme gelince, bu zaten modernizme olan inançsızlığı  peşinden sürükler. Ama bu inançsızlık kayıtsız bir reddiye değildir. Çünkü modernizme imansızlık klasik ironiden, ironik realizme varmıştır.  Ve nihayetinde çanlar da çalmıştır.

Düz ironide köklü bir endişe yoktur; çünkü içinde hala konfor kırıntıları ve aylaklık bulunur. Özellikle  daha çok soyut, hayati olmayan şeylerin belki ti’ye alınmasıyla vücud bulur, klasik ironi. Ama realizmin ironi olarak şiirde işlenmesi, yani ironik realizmin toplumda konuşması tehlikenin yaklaştığını, kadim ya da güncel gerçeklerin kişiyi bunaltacak, sarsacak kadar baskı altına alındığını bildirir.  Hem biçim hem içerik olarak tehlikeye işarettir insan için. 

Niçe’nin fıtrat intiharı öncesi yaptığı realizm ironileri buna örnektir. Sahibi tarafından dövülen bir atın gözyaşlarında boğulup,  hayattan kopmaya varmıştır olay. Bu, sadece Avrupa’ya has değildir. Bu rüzgar,  tüm kıtalar için farklı zamanlarda ortak kaderdir. Buna cevap üslupları farklı olabilir. Avrupa’dan Niçe’yi anmam, bizden de metnin girişinde müntehir şair İlhami Çiçek’ten alıntı yapmam Murat Güzel şiirinin zannettiğiniz kadar tekin olmadığını göstermek içindi. Murat Güzel şiirini okurken size doğru esen soğuk rüzgarların son raddeden sıcak ve aydınlığa evrilip gelmesi nedensiz olamaz. Şairdeki kırılma anını gösterir. Bu durumlarda şairlerimizde yürekten bir karşı koyuş ve  mücadele önemli hale gelir. Şiirinde öldürücü soğukları bir anda sıcak eden yani derin umutsuzlukları bir muştuyla deviren Yunus’tur, Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’tur. Murat Güzel, bunu günün araçlarını kullanarak gerçekleştiren bir şairdir. Çünkü bu mesele insan ve toplum açısından bir ölüm kalım bahsine işaret eder. Sade şairler değil ülkeler de yakın bir zamanda bu sınavdan geçmiştir. On küsur yıl öncesine kadar halkımızın sopalanan atın boynuna sarılıp ağlayan Niçe’den ne farkı vardı. İronik realizm döneminden sonra ya kötürüm kalmaya adaysınız ya da kurtulmak için mücadele etmelisiniz.  Murat Güzel şiiri en çok böyle bir şeydir.


Yeprem Türk

1 Temmuz 2016 Cuma

‘AÇ PARANTEZ KAPA PARANTEZ’


Bu başlık Behçet Necatigil’in bir şiirinden.  

Doğum ve ölüm arasındaki yaşamı ‘bir parantezin açılması ve kapanması kadar basit gören algıya eleştiridir, bu.  

İnsan: Doğum ve ölüm tarihi.

Bakalım gerçekten insan öyle mi?
Doğum sancısı, anne ve babanın gece gündüz sarf ettiği emekler. İnsan ki yani bir anne, baba emeği.
Millet emeği. İçine doğduğu değerlerin emeği.
Devlet emeği. Okul, kitap, öğretmen emeği. Onur, hürriyet emeği.
Tabiatın emeği.  Hava, su, topraktan gelenlerin. Güneşin emeği.
Peygamber emeği. Mekke,  Medine emeği.

İslam emeği.

Bunca emek, aç kapa parantez mi?
Bunca emek.
Bunca emek. 
Bunca emek.
Bunca emek.

(   )  mı?


Adem Kalan


Hz.



Mirabeau Köprüsü


Mirabeau köprüsünün altından Seine nehri akar
Ve bizim aşklarımız
Neşenin kederden sonra geldiğini
Hatırlamış olsam da ne çıkar


Çal ey saat gel ey gece
Günler gelip geçiyor
Bense olduğum yerde
…..
Aşk da gelir geçer bu akan su gibi
Aşk da gelir geçer
Hayat ne kadar ağır ne kadar durgun
Umutsa öyle güçlü kuvvetli

Çal ey saat gel ey gece
Günler gelip geçiyor
Bense olduğum yerde


Geçer günler geçer günler haftalar
Ama ne geçmiş zaman
Ve ne aşkların geri döneceği var
Mirabeau köprüsünün altından Seine nehri akar


Çal ey saat gel ey gece
Günler gelip geçiyor
Bense olduğum yerde 


                                                      (G. A.)



Boş
                                                     
Şu hisli şeyi bir kez daha yaşayabilir miyim
...................... .. ..... seler Allahla kalabilir miyim
Baş tam   düşerken yere Tanrıyla göz göze gelip
Teselli dolu bakışlarından öpücükler alabilir miyim


Bir kere daha Allah kalbime ayak bassa
Gene   böyle  yıldızlar altında
Yine ne desem boş  ne desem boş olsa
Rabbim celle  celalühü hakkında
                                                  

                                                                                    (Y.T.)                         

30 Haziran 2016 Perşembe

OLARAK


 Eskiden İslam toplumlarında insandan yapılma gönül abidelerinden, ilahi huzura ve iç aydınlığa göndermeler yapan mazmunlardan çok vardı. Şimdi bu mazmunlar  bir iki şairde ve  toplumun iç durumunda yaşayıp gidiyor. Ama sanatta bunların kalp atışları eskiye nazaran çok zayıf. Sosyalizm ve kapitalizmin kabalığı İslam insanlarına sirayet edince bu medeniyet terkiplerinin acısına uğramaya yakınlaştık. E tabi şiirde bir zamanlar ahret ve vicdan akustiği ses verirdi.  Sonraları isyan, küfür edebiyatı vs. dergi sayfalarına doluştu.

Yani bilge bir geometrik duyuştan sert ve madensi bir geometriye varıldı. Materyalizm ve Pozitivizm sağ olsun, onların desteğiyle bu gün iki ayrı kaba kuvvete dek geldi sanat. Bir yandan kapitalizm diğer yandan ise terör örgütleri bu kabalığın temsilliğini yürütmektedir. Tamamen pozitivist veya materyalist tavrın hakim olduğu ilim- sanat türü gerçek insanı kaybetti yani. Bu iki görüşün de bugün insanlarından, sanatından ziyade militanlarından  bahsedebiliriz. Ladinilik, Marksizm hem eylem hem literatür  olarak Türkiye’den HDP ve PKK’ya dönüşerek çıkıyor.  Artı olarak da medeniyet içinde ancak merdiven altı diyebileceğimiz mekanlara saklanarak kendini var eden  bir hovarda sanat-şiir anlayışını da bunun yanına yazabiliriz.  Bunlar da terörize olmadığı sürece yaşamaya devam edecekler gibi.

Halk,  bu gibi nedenlerden dolayı, edebiyat sanat siyaset ilişkisi kuran dergilerden çoktan koptu. Tarif ettiğimiz sanat işiyle halkın işi ayrı ayrı dünyalara düştü. Şiirin değil de bir çeşit belli şiir görüşlerinin bittiği anlamını çıkarabiliriz bundan. Sistem her ne kadar, bu tür şiirin- sanatın Türkiye'de öldüğü idrak edilmesin istese de ama artık ölmüştür ve bu bilmesi gerekenler tarafından (halk) anlaşılmıştır.  Türkiye'nin zihinsel, sanatsal ve siyasal yapısına oturtulmaya çalışılan, 'şiddet, na irfan, ' algısı da aynı çöküşle birlik bitmiştir.  Bu iki ölüş de son tahlilde materyalist, pozitivist, anarşist sanatın Türkiye'ye bakışını da değiştirmiş, yüreğini hoplatmıştır.  Halkla yollar ayrılmıştır. Edebiyat ve şiirin siyasasındaki fitne fesat  bundandır.     



Adem Kalan


21



                         Asabiyeti, sadece kavmî tesanüt olarak değil, aynı zamanda  din tesanüdü şeklinde görmek gerekir. Can taşıyan her insanda ve medeniyette bir asabiyye vardır. Yoksa eğer zaten o medeniyet ve kişi ölmüştür. 


Bizim önemli meselelerimizden biri de asabiyye sorunudur. Asabiyye ‘nin olup olmaması meselesi değildir, problem. Ne çeşit bir asabiyyenin olduğu daha bir öne çıkar, burada. Irkçılığa vurgu yapan bir assabiyye mi, medeniyet dediğimiz ortak asabbiyye mi? Öte yandan asabiyye insan için tüm çeşitleriyle varoluşsal bir durumdur. Assabiye hayat, sağlık , canlılık belirtisidir. Ondan tek yoksun varlık ölülerdir.  Asabiyyeyi yok saymak bile nereden bakarsanız bakın bir asabiyye belirtisidir. Zararlı asabiyyeler faydalı asabiyyeler vardır. Medeniyet asabiyyesi, asabiyyeyi yarar yoluna sokan bir çeşit güçtür. Sanırım ortak kahraman etrafında gelişmeyen, büyümeyen ve bu yüzden birbiriyle çatışan asabbiyyelerdir, asabiyye korkusunu ortaya çıkaran.  Bu tür asabiyyeler milletin ruhuna yuva yapamadıkları için,   ilkeleri olan bir asabiyye değildir. Temelsiz, duraksız iç çatışmalara açık gezici,  korsan asabiyyelerdir.
Kahramanın asabiyyesi  ortak (medeniyet) asabiyye olarak var olmalıdır.


 Y.Türk


Hakan Arslanbenzer
Zafer Acar
Zafer Acar deyince akla bir zamanların sol edebiyat meşrepli agresifliği akla gelir.  Osmanlı’dan sonra cumhuriyet Türkiye’sinde başlayan geçmişe doğru mücadele etmeye ve geçmişle gelecek arasında öz bağlantıyı koparmaya matuf eylemleri  solcuların, onları geleneksel değerlere karşı futürsuz eylemlere itmişti. Önemli olan kuruculuk değildi, yıkıcılıktı.  Doğrusu ya neredeyse yedi yüzyıllık bir kurulu düzenden geliniyordu. Aslında yeni devletin ve aydınların kuruculuğu Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından bitimine kadardı. Modern aydınlarımız, Kurutuluş Savaşı’nın bitmesiyle birlikte kuruculuk sorumluluğundan halkın geleneksel taşıyıcı değerlerini çürütmenin peşine düştü. Halk değerlerine sahip çıktıkça onlar da tersinden, aynı şeyleri marjinalize edip siyasi ve sanat olarak dışarı atmaya çalıştılar. Elbette tam böyle değil ama Zafer Acar da şiirde aynı şeyi tersinden sol değerlere karşı yaptı. Ve bunun adı İroni olarak şiirde kendine yer buldu. Aslında bu ironi gelenekle, ilkelerle yapılmış halkın içinden geçen ironiydi. Zafer Acar onu buldu, dillendirdi, kayda geçirdi.
Sanırım ironi deyince, bazı şiir görüşlerine hatta dizelerine katılmasam da, Zafer Acar akla gelecektir. Çok ağır şartlar altında, hayati meseleler dillendirilirken bile Zafer Acar şiiri derinden içimize bir gülümseme, bir aydınlık bırakır, bu onun ironisindendir.  Hakan Arslanbenzer'se bu durumlarda  kahramanlık edasını kuşanır. Zaten ikisinin de 90 ve 2000 kuşağından olarak arka arkaya gelmesinde bir anormal durum yoktur. Kahramanlıkla olmadı ironi ile demekti bu. Türk şiirinin, aynen halkı gibi bir duygu ve fikir teveccühü idi. Bakmayın siz, halkımız da doksanlarda doksan şiiri gibiydi. Kahramanlık davası güttü. Tokadı yedi.  Bu olmadı, daha derin diyebileceğimiz uyanık, bilinçli garip bir derviş aklı edası güttü.  Biz bunları topluca yaşadık.
Bunları niye söylüyorum. Gördüğünüz gibi toplumun belli zamanlarda çoğunlukla taşıdığı bir tavır  bir akıl bir jest ve mimik dilimleri olur. Ve o toplumun o tavrını en düzeyde şiirine çağıran ve onu yakalayabilen ya bir ya iki şairi olur. Doksanlardaki halkın durumu Hakan Arslanbenzer üzerinden şiir ve metne geçerken sonraki zaman diliminin taşıyıcılığını ise İronisiyle Zafer Acar yapar.


Y. Türk

27 Haziran 2016 Pazartesi

DEMEDEN



Kimler kimleri yener
Ayaklar altı çalı çırpı demeden
Küfrün mırıltıları içinde
Ne derece nazik olabilir ki insan
Ey reddedilmez şeyle gelen
İçi dışı fıtratı  süsleyen
Zafer senden
Biz zalimler yağmacılar ardından
Ne Tanrı hükmü şeriat
Ne kanun ne yasa
Nedir nefse barikat
Sopalarla gelen şeydir adalet
Diyenleri rahlemize kat




Y.Türk





DENGE SAĞLIK BELİRTİSİDİR


‘İnsan hür değildir, hür olan eşek veya köpeklerdir’  sözü Necip Fazıl’ın ünlü bir lafıdır. Bu ay Dil ve Edebiyat dergisi, Necip Fazıl’ın buna benzer ifadelerini  tartıya vurmuş. Üzeyir İlbak, özetçe: Yeni Türkiye’nin inşası sürecinde Necip Fazıl’ı anlamak, şeklinde özetleyeceğimiz bir düşünme gerçekleştirmiş. Geçen aylarda, Sezai Karakoç sayısında Fayrap dergisi Necip Fazıl’ı iğreti bir üslupla sayfalarında sergilemişti. İnsan beşerdir sonuçta zaafları bulunur insanın. Ama bunu tutup okurun gözüne tekrar tekrar sokmaya gerek var mıdır? Mesela Sezai Karakoç’un  Necip Fazıl’ı Ramazan ayında Büyük Doğu bürosunda oruçsuz yakalaması ve onu metin olarak yazması, insanlara ilan etmek istemesi de ayrı bir zaaf değil midir? Tutmuyorsa tutmuyordur. Ne denir ‘İnsanların ayıbını örtün ki sizinki de örtülsün.’

Gelelim Necip Fazıl’dan yaptığımız girizgaha. Üzeyir İlbak, şöyle karşılık vermiş bu söze. ‘Burada iradeyi kullanma, tefekkür etme, akıl etme, senin dinin sana benim dinim bana...gibi şeyleri görmezden gelen bir anlayış bulunur’. Doğrudur. Ancak o yıllarda Orhan Veli de; Düşünme/ Arzu et sade!/Bak böceklerde öyle yapıyor, dememiş miydi tersinden. Yani insanın özgürlüğünü abartmamış mıydı? Necip Fazıl’ı bu mısraların arasında, bunlara olan tepkisiyle değerlendirmek gerekir.  Üstelik eline aldığı malzemeleri duyguca keskinleştirerek kullanan bir şair var karşımızda. Yani Divan edebiyatının abartma sanatı hem Orhan Veli’de hem Necip Fazıl’da  devam etmiştir. Orhan Veli’nin Divan şiirine karşı olması diye bir şey olmamıştır. Divan şiirinin kendi konuları Orhan Veli’nin başka mevzuları var sadece. Fark burada şu: Birisi Leyla der, diğeri Halime. Tiyniyet bakımından ayrılır Orhan Veli, Divan şiirinden. 

Sonuçta insan özgür müdür? Hem özgürdür hem değildir? Ne demiş Peygamberimiz ‘Allah’ım beni bana bırakma.’ Sonra bu mesele bin küsur yıldır etüt edilmeye çalışılan bir şeydir. Emeviler ve Abbasiler bunu daha sert tartışmışlardır. Hatta bu iki devlet fıtrat olarak bu meseleye bakış açılarından dolayı ayrılır. Biri kadercilerin, diğeri de insan fiillerinde özgürdür diyenlerin devletiydi. Bu devletlere temel olmuşlar yani, bu konular. İmam Matüridi geldi meseleyi noktaladı. Allah yaratır, seçenek sunar; insan kesbeder, yani seçer, dedi.

Abartı, günümüz sanatı için nasıl rüküşse, fikir için de öyledir.  Önemli olan dengedir.

Gerçekten Necip Fazıl birçok şeyi mübalağa etmiştir. Bizden önceki çoğu Türk ve diğer milletlerin şairleri gibi. Ölüm bahsini Necip Fazıl’dan okumayı sevmem mesela, sırf bu yüzden. Ölümü hafakanlara bürümenin alemi ne? Ama haklı olduğu noktalar da vardır, şairin. Ölüm güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber, sözü onundur. Osman Bayraktar’la Yediiklim dergisinde bir ara konuşmuştuk bunları. Benden çıkan sonuç şuydu. Ölüm geldi mi panikatak olmaya gerek yok. Sakince can verip gitmek gerekir demiştim. Sakinlik benim gıdam çünkü. Hem İmam Gazali,  abdestini alıp, kefene  ölmeye uzanmamış mıydı?


Demek isterim ki,  nasıl öleceğimizin bir ucu bizim diğer ucu Tanrı’nın elinde. Özgürlük de öyle.  Necip Fazıl, haksız olduğu kadar haklı da yani.


Yeprem Türk

26 Haziran 2016 Pazar

AYNI TARİHE SAHİP OLMAK TANIŞ OLMAKTIR


 ‘Mekke’ye gidecek yeterli parası olmayan insanlar özellikle Sultanahmet ve diğer camileri ziyaret etmek için Türkiye’ye geliyorlar.’   (Bosnalı edebiyatçı, şair Naida Mujkiç) 26 Haziran 2016, Pazar Eki.

Ayrıca, İslam’ın ve Osmanlı’dan kalan ortak mirasımızın bizi birbirimize bağladığına inanıyorum.’ (Bosnalı edebiyatçı, şair Naida Mujkiç) 26 Haziran 2016, Pazar Eki.

Mekke’ye gidemeyen İstanbul’a gelir. (Bosnalı edebiyatçı, şair Naida Mujkiç) 26 Haziran 2016, Pazar Eki.

Biz ölülerimizle beraber yaşarız.’ (Yahya Kemal)

Yukarıda alıntıladığım metinler, geçmişin tarihsellik karşısında halk muhayyilesindeki yeridir. İnsan,  gençliğinde yaşadığı anıların etkilerini yaşlılıkta da üzerinden atamaz, dahası insan tüm yaşadıklarının, tarihinin sonucu ise medeniyetler ve şehirler de öyledir. 

Tarihsel davrandığınızda örneğin İstanbul için 1453’ün ve Anadolu adına 1071’in hiçbir önemi kalmıyor.

Tarihsellik, aslında  literatüre Marksizm ile girmiş bir anlayış. Marks şunu iyi bilir. Tarihsellik eleştirisi yapmasaydı Marks, insanlığın bu zamana kadar geçirdiği süreçlerin zıddına duruş sergileyen Komünizmi yayamayacaktı. Marksizm tarihsel olduğu kadar, fıtrata da geleneklere de karşıdır.  Mesela Almanya’da Alman İmparatorluk sarayının yıkılmasına sebep veren şey Marksizm’dir. Gerçi şu an tekrar inşa ediliyor, bu yapı. 

İnsan bile bir sonraki anını bir önceki anın temelleri veya etkileri üzerinden şekillendirirken milletlerin bunu yapmaması düşünülemez. Millet demek zaten dün ve şimdide birlikte olmanın başka bir adıdır.  Yani dün, selamı yaygınlaştırdık, yemek yedirdik, O’nun emrettiği şekilde kardeş olduk demenin; yarına da öyle çıkabilmenin çabasıdır. Mehmediler tarihselliğe böyle bakarlar.  Tarihiyle ve imanıyla birlik, an üzerinde dengede olmaya çalışırlar.

Tarihin sınandığı, sınava tabi tutulduğu, meşruluğunu sorguladığı yerler: Vahiy ve sünnet'tir.


ADEM KALAN


BİRİ MİTOLOJİDEN; DİĞERİ GERÇEKLİKTEN


Mehmedilik; Bosna’dan Irak’a, Yemen’e kadar tanış olabilmenin adıdır.

Tek kişilik etrafında tespih tanesi gibi dizilebilenlerin uyumu, ahengidir.

İmame Türkiye, Başkent Ankara’dır. Sanat ve ilim halkası ise İstanbul’dan başlar, Afrika sınırlarına kadar uzanır.

Doğu’yu kuşatan ana siyasi bilinç, geleneksel duruştur.

Europa denilen antik ruhtan beslenmiyor, sadece bir kıta adı olarak meşruluk sarf ediyorsa Balkanların bugün Mehmedi Avrupası şeklinde okumak gerekiyor. 

Bugün Doğu’yu Mehmedilerin Filistin’i, Mehmediler’in Kuzey Irak’ı, Bağdat’ı , Mehmediler’in Şam’ı olarak görmek hiç olmadığı kadar doğal.

Din ve hayat çünkü; kendisini insanların susadıkları yerden yeniliyor. 

Avrupa uygarlığı oluşurken Avrupa’daki dinin insanı maddeden ve somutluktan uzaklaştırıp aşırı ve yoz bir metafiziğe hapsettiği bilinir.

Çünkü gerçekten kilise odalarında gerektiğinden fazla eğleşmek insanları hayattaki görevlerinden ve dünyevi üretimden uzaklaştırabilir.

Ortaçağ Avrupa’sında köşe bucak her yer kilise metafiziğinin meydana getirdiği hafakanlarla doluyken, kapitalizm sonrası ise hayat tamamen maddi verimlere endekslendi. Avrupa yine dengeyi şaşırdı yani.

Üretim, kişilik elinde hayat bulur. Ortaçağ’da Avrupa adamı tamamen ruhçu, kozmozcuydu.  Şimdi de kapitalist karakterle sade kapital üretiyor.

Bu dengeyi sağlayacak olan tekrar Mehmediler’dir.

Mehmediler hem metafizik ilgisi hem dünya alakası; hem birey hem toplumsal ilişkisiyle dünyada yaşayan insanların maddi ve manevi dengesine örnek şahsiyetler olarak duruyor.

Buna inanmak için dünyanın en zayıf halklarına giden yardım malzemelerinin ambalajlarına ve onların taşıyanların cemallerine bakmanız gerekiyor. Bu ezilmiş insanların yalınkat dünyalarını kimse ziyaret etmeyi boş verin görmek bile istemezken; Europa ruhu uzaktan izlerken; Mehmedi ruh onlar adına nefes nefese koşturuyor.

Çünkü birinin kişiliği mitolojiden akıp gelirken; diğerinin ruhu Rahmet Peygamber’inden, büyük gerçekten damlıyor.


Y.TÜRK