2 Nisan 2021 Cuma

OLAĞAN ŞİİR, SAYI 19 İÇİN

 

Hakkımda dosya yapmış Olağan Şiir, bu sayısında.

Derginin bana ait bir dosya taşıdığı dışarıdan bakınca belli olmuyor. İçine göz atmanız lazım.

Neyse. Ben sadece savunma hakkımı kullanmak istiyorum.

Mahsum Oğrak’ın sanatımla ilgili metnine değinmek istiyorum önce. Mahsum Oğrak, Yeprem Türk’ün şiiri Kurak Bir Toprak’tır, şeklinde bir başlık atmış yazısına.

Olağan Şiir, benden ısrarla şiir isterdi. Ve çoğunlukla şiirimi de ön- arka kapağa veya başa taşırdı. Madem şiirim kurak bir toprak, insan kurak bir toprağı vitrine koyar mı? Ya da ne bileyim dergisine kurak toprak ister mi?

Mahsum Oğrak, imgeye karşı metafizik kavramında diretmemin gereksiz olduğunu, imge gibi metafizik kelimesinin de Batı’dan geldiğini yazmış. Sen oyuncaklarınla oynarken biliyordum ben bunu, çocuk!  Metafizik kavramıyla ilgili ne düşündüğümü benle yaptığın söyleşiden okuyabilirdin. Söyleşiyi bu sayıya koysaydınız okuyucu da bu konuda bilgi sahibi olabilirdi. Sana söyleşiden biraz alıntı yapayım:

Metafizik, benim için bir işin ruhu demektir. Yani maddeyi, sözü ruh yolunda yürütmektir. Metafizik ile yazan kişi imgeye ihtiyaç duymaz. Metafizik, bana şiirin nuru; imgeyse ışığı gibi geliyor. Ama huruç eden nur, ışığı da içine alır. Gene de şiir yazarken tuttuğum yolu inşa eden şey metafizik bile değil, şu an için en yakın kavram o olduğu için öyle söylüyoruz. Şimdilik bu iki kavrama mecburuz. Ne imge ne metafizikti Yunus'a şiir yazdıran. O etki başka bir şey. Gelecekte yeni bir kavram doğabilir, şiirimizi inşa eden cevheri adlandırabilir. Hep nur yardımıyla şiir yazmak istemişimdir.

Yine demiş ki Mahsum Oğrak ‘ Bir diğer kafa karışıklığı aynı şiirlerinde Yeprem Türk,  Allah, Rab yahut Tanrı kelimesini kullanıyor, işin garibi de hepsi aynı yaratıcıyı temsil ediyor.’

Şiirde Allah’ın isimlerinden bir tanesi kullanılabilir’ diye bir kural mı var? Bak, Sezai Karakoç da Doğum şiirinde  ‘Tanrı’nın işaret koyduğu yıldız… Bir çentik Allah Yolunda Atacak Damarda’ diyerek hem Allah hem de Tanrı kelimesini kullanıyor. Bu yeterlidir, sanırım. Yunus’un şiirlerine varmıyorum bile. İşin garibi de hepsi aynı yaratıcıyı temsil ediyor, demene de şaştım doğrusu. Bak ne yazmış Sezai Karakoç :

Bütün şiirlerde söylediğim sensin 

Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin

Seni saklamak için Görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın’ 

Mevzu ile ilgili olarak Fahrüddin-i Irakî’nin Parıltılar’ına ve Mevlânâ’nın Fîhi Mâ-Fîh’ine girmiyorum daha.  Bunları anlayacağını sanmam çünkü.

Hele şu tespitin akla zarar ‘Durumun vehameti  ‘Bakara’ya Tanrı da inanır’ mısrasına kadar gidiyor. Belki burada Bakara Suresinin önemini vurgulamak istemiş olabilir ama bir başka anlam daha çıkıyor. Mısradaki da vurgusu sanki Allah diğer surelere inanmıyormuş gibi bir anlam verir’ Böyle bir anlamı nasıl çıkarıyorsun, pes doğrusu. Meleklere de inanıyorum dediğimizde Peygamberlere inanmıyor muyuz yani.  Da vurgusuna gelince, ben edebiyat okudum; da, cümleye biz inandığımız gibi Tanrı da inanır anlamı katar. İstersen, o mısraı al bir edebiyat fakültesinin kapısına git, içerden çıkana sor, kimseden senin düşündüğün manada bir şey duyamazsın.  Kulaktan kulağa oynarsanız belki anlam oraya varabilir.  Oğrak’ın metninin her tarafı dökülüyor, neresinden neyi düzelteceksin ki?  Bu şimdi eleştiri mi yani?

Zafer Acar’a gelirsek. Eski arkadaşımdır. Acar, …ama duruşu sağlam biridir, Yeprem’ diyerek sanatımı harcamaya kalkmış. Her sağlam duruşun arkasında sağlam bir sanat vardır, Zafer Acar bunu bilmeli. Onun da şu sözlerini eleştireyim, kâfidir. Ne de olsa mazi saygıyı hak eder. Zafer Acar yazmış ki ‘ Yitirdik elbet yitirdik / İnsandaki doğa denilen nimeti’ (M.D.41) Yeprem, doğa temalı birkaç şiir yazıp geçmiyor, kitaplarının hemen her yerinde ağaca, çiçeğe, kuşa ve muhtelif hayvanlara yer veriyor, söz sanatlarının ekseriyetini de doğa üzerinden kuruyor.İnsandaki doğa denildiği zaman yaratılış, hilkat ya da insanın özü akla gelir. Acar’ın belirttiği gibi ağaçlar, böcekler yani tabiat değil.  Acar’ın yazısı bunun gibi birçok bağlantısızlık ve ilgisizliklerle dolu; onları da okuyucular bulsunlar.

Olağan Şiir ekibinin eleştiri metinlerini artık okumayacağım. Hakkında yazılan eserlere kastî olarak yazık ediliyor çünkü. Dergiye dışardan yazanları okumak daha doğru.

Dosyaya yazılarıyla emek veren Osman Serhat Erkekli’ye, Ömer Yalçınova’ya ve Hüseyin Kalyan’a teşekkür ederim.

 

Yeprem Türk

Asım, Bedir'dir. Taha, Hendek'tir. Mehmet, Malazgirt'tir. (SÖYLEŞİ)

 Bu söyleşi, Olağan Şiir için yapılmıştı. Ama dergiye girmediği için söyleşiyi buradan paylaşıyoruz. 

                                                         

                


Merhaba Yeprem Türk, ilk şiir kitabınız Önemli Olan’ı birçok akranınıza nispeten geç yayımladınız. Bundan yola çıkarak hem bu gecikmenin nedenini hem de şiirle ilk irtibatlarınızın  nasıl başladığını etraflıca sizden dinlemek isteriz.

          

Merhaba. Şahsen şiirle ilk irtibat gibi bir şey yaşamadım. Belki bir dejavu hissetmiş olabilirim. Kitabı geç yayımlamamın nedeni de bünyemdir. Kitaba bakış açım. Ben bir dize ile insan kurtarmaya; bir kitapla milleti uçurum kenarından almaya inanan şairler grubundanım. İçe sinme meselesi yani. 

 

         Düz yazılarınızda: Yunus Emre, Mevlana, Ezra Pound, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi  isimlerden çokça bahsediyorsunuz. Bir kanon mu oluşturmaya çalışıyorsunuz, şayet eğer öyle ise bu kanonu oluşturma kriterleriniz nelerdir, bu isimlerin sizin şiirinizdeki yerinden de bahsedebilir misiniz?

 

Şiirde ve şairane fikirde kanonumuz Yunus’un varlığın birliği’ni dillendiriş tezi, Akif’in Kurtuluş tezi; Necip Fazıl’ın Büyük Doğu; Sezai Karakoç’un Diriliş tezidir. Tezli şairler geleneği belirler bizim şiirin tarihine iniş basamaklarımızı. Kuruluş'un da beşinci basamak olma çabası var.  Bu tezlerde kök önemlidir. Şiir, kökle yazılır çünkü. Kalemi elinde kök tutar. Kök deyince Elestü bi-Rabbiküm kökü var, Adem ve Havva kökü var. Millet kökü var. Bunların huruç ettirdiği medeniyet kökü var. Her şair, şiirini kurarken kök bulmak zorundadır.

Tamam, Ezra Pound da okuduk ama Pound'un elinde testi gibi de durmadık. Suyumuzu boşalttırıp kendi suyunu doldurmasına izin vermedik. Kök yerini tuttuk. Bu gibi nedenlerden bugün edebiyatımızda iki yaka var. Birisi Büyük Doğu yakası. Diğeri de Avrupa Yakası. Büyük Doğu, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı olarak tutmak istediği büyük toprak parçasının adı. Yunus’un, Mevlana’nın, Akif’in yeri. Avrupa Yakası cumhuriyetin ilk yıllarında nüvelenmeye başlamıştı. Sonra İsmet Özel ve doksan kuşağı ile bu temel muhafazakâr kesimde de gövdelendi. İsmet Özel ne kadar kefere edebiyatıyla Avrupa’ya meydan okusa da hep oradan ve onların kökünden beslendi. seyr u süluk yapmaz, ithaki’ye yolculuk eder, Özel. İsmet Özel, Avrupa yakası edebiyatı yaptı. Sonrakiler Jet Sosyete ama tutmadı.

 

 

         Birkaç dergide seyrek de olsa görünüyorsunuz. Genellikle tek başınıza Kuruluş dergisinin çıkarıyorsunuz. Bunu edebiyat ortamındaki diğer dergilere karşı bir tepki olarak görebilir miyiz?

 

            Tepki değil, sözümü ancak böyle rahat söyleyecek olmamdandır. Tezimi bu tavırla kuracak olmamdandır. Kitaplarımın sayısı yirmiyi buldu. Başka bir dergide bu birikimi bana yaptırmazlardı. Sizi kontrol etmek isterlerdi. Zaten her yer kontrol mekanizması gibi çalışıyor, dergiler bile. Kuruluş'ta, kendi yatağımda deli ırmaklar gibi akıp gidiyorum, kimse karışamıyor; böyle bir hak da vermiyorum bunu yapmak isteyenlere.  İsmet Özel'in dediği gibi zor ve büyük işler tek başına yapılır.

Gerçekten bazen ben de şaşırıyorum, kendi durumuma. Tek başına dergi çıkarıyorsunuz, şiir yazıyorsunuz, şiirde bir tarz kurmaya çalışıyorsunuz ve bir tez yazıyorsunuz. Bütün bu işleri yalnız yapıyorsunuz. Mesela dergiyi bile kendim dağıtıyorum, kargoya falan veriyorum. Kimseye yük etmek, olmak istemiyorum. Gerçi benim gezmeyi seven bir yapım var. Dolaşırken bu arada dergileri de büfelere, kitapçılara bırakıyorum. Kendime şaşırıyorum. Umutsuz bir vaka gibi geliyor, kimi insanlara bu tutum. Ama işte öyle değil. Karşınızda koca koca yapılarla, partilerle, derneklerle ve holdinglerle çalışan; onlardan edindikleri maddi destek ve insan kaynaklarıyla yol yürüyen dergiler var. Ve reklamlarını da iyi yapıyorlar. Kuruluş, reklamsız ve desteksiz bir dergi. Ama yine de ilgi görüyor, okunuyor ve az önce söylemiş olduğum büyük büyük kaynaklara yaslanan dergileri de zorluyor. Bence söylediğimiz hakikatlerin ve işimizi sağlam tutmanın kuvvetidir, bu. Zor bir iştir, böylesi bir işi üstlenmek, kimseye tavsiye etmem. Ama yine de gelecek kuşaklara bu tutumda bir düşünce ve sanat geleneğinin olduğunu da hatırlatmak ve bu temelde de onlara güven vermek isterim.  Biliyorsunuz partiler ve holdingler sanatı, şiiri sömürür; şairden de kendi görüş ve fikirlerini dillendirmelerini ister. Eleştiri de alabildiğine kısır ve edilgen olur.  Gerçi ben de bayağı yoruldum böylesi bir işi üstlenmekle, hâlâ da yoruluyorum. Eserlerimin fiyatlarına bakıyorum bazen internet sitelerinde ve kitaplarım olabildiğince pahalılar. O kitapların dağıtımını bile ben yapıyorum. Gerçi alabildiğine zor zamanlar da geçirdim. Allah, insana iyi ki gelecek hayatını göstermiyor. On beş yıl önce bu senelerimi görseydim belki elime kalem bile almazdım. Ama yine de sizi bir güç buraya doğru itiyor. Bir de ben, şiire ve sanata saf duygularla ve iyilik düşünceleriyle başladım. Gene öyle sürdürüyorum, hatta o saflık şimdi daha da berraklaşmış bir durumda. Görev söylemi gibi bir şey de hissediyorum üstümde.  İlk şiirlerimi ve fikir yazılarımı yayımladığım Yedi İklim dergisinde edindim bunu. Biliyorsunuz Yedi İklim dergisinde Cuma akşamları toplantılar oluyordu. Oraya gelmemle Yedi İklim dergisinin bu toplantıları epey kalabalıklaşmıştı.  İyi hatırlıyorum ve bunu hiç unutmam; bir grup insan ta Tekirdağ’dan beni görmek için gelmişti bir akşam. Hatta birisi sormuştu, yanındakine: Yeprem Türk, o mudur? Diye. Niye öyle yapmışlardı acaba Tekirdağ’dan o kadar yolu tepip gelmişlerdi? Bunu düşündüğümde buluyorum, Kuruluş dergisine ve kitaplarına verdiğim emeğin anlamını. Gönüllerinde bana değerli bir yer vermişler ve benden bir şeyler beklemişler. Onları yanıltmak, yolu yarıda bırakmak olmaz. Onlar o akşam belki 100 km yol alıp bana geldiler. Bu yüz kilometrenin karşılığı olarak ben, on beş yıldır zor bir yolu yürüyorum. Yani işe buradan başladım. Gerçi sonradan bazı abilere bir şeyler oldu. Daha dün geldi bugün başımıza üstat oldu, diyenler oldu. Ben de kabuğuma çekilip Kuruluş’u çıkarmaya başladım.  Arkanızda bir holding, resmi kurum ve bunların oluşturduğu cazibeli imkânlar varsa; bir teziniz de yoksa konvansiyonel olanda el birliği ile buluşursunuz. Kalabalıklaşırsınız. Ama bir tez, bir fikir savundunuz mu, işte kalite ve samimiyet aradınız mı, çevreniz ıssızlaşıverir. Bizim bağlandığımız tezli şairler geleneğinin bir özelliği bu: Garibanlık. Yani her şeylerini hak ederek kazanıyorlar.  Yunus, Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi.

         Kuruluş fikrinden ne anlamalıyız?

 

            Kurtuluruz (Akif), Diriliriz ( Sezai Karakoç) ve Kuruluruz. Tarihin, devletin, anayasanın ve dünyaya bakışın yeniden kuruluşu, bu kuruluş. Aslında Cumhuriyet Türkiye’si, ne istediği gibi kurtulmuştur ne istediği gibi kurulmuştur. Günümüze dek, büyük güçleri idare etme sanatıyla ayakta kalmıştır. İlk kuruluşumuz, onların izleriyle doludur. Elbette Türkiye güçlenince tekrar kurulacaktı. Bu Kuruluş bugün İlk kuruluşu gözden geçirerek verilen tavizleri gidererek gelen bir Kuruluş'tur. Gerçek bir Kuruluş, ancak kendi öz iradenle gelen kuruluşla olur. Kuruluş dergisi baştan beri bunu haber vermiştir. Bu hususta belki yüzü aşkın yazı yayımlamıştır. Duyuyorum yeni anayasanın adını yeniden kuruluş anayasası koydular. Biz bunları on yıla yakındır dillendiriyoruz.   

 

         Metafizik düzlemde kalarak Devlet Şiiri yazdığınızı söylüyorsunuz. Metafizik ve Devlet Şiiri’ni nasıl tanımlıyorsunuz?

 

Bir milletin bir nefesi var. Dini, doğuştan gelen özellikleri, sonradan kazandığı birikimler belirler bu nefesin ebadını. Bir milletin nefesi devletidir de, medeniyetidir de. Şiiri de nefes besler. Nefes varsa şiir olur, devlet olur. Masa başı şiir olmayacağı gibi masa başında yapılmış devlet de millet de olmaz. Masa başında şekil alanlar geleceğe kalmaz. Nefes, dirilttiği gibi doğrultur da kurar da. Nefes şairde ilham olur, metafizik olur ve milletin, devletin  ulu nefesine dönüşür. Hiçbir köklü şair milletinden ve devletinden ayrı düşünemez. Şairi de devleti de milleti de aynı nefes besler.  Velhasıl Devlet Şiiri’ adlandırması şiire bakıştaki toplu bir cephenin adıdır. Milletin cephesi yani.

 

         İmgeden bu denli karşı olmanızın politik bir arka planı var mı?

 

Metafizik, benim için bir işin ruhu demektir. Yani maddeyi, sözü ruh yolunda yürütmektir. Metafizik ile yazan kişi imgeye ihtiyaç duymaz. Metafizik, bana şiirin nuru; imgeyse ışığı gibi geliyor. Ama huruç eden nur, ışığı da içine alır. Gene de şiir yazarken tuttuğum yolu inşa eden şey metafizik bile değil, şu an için en yakın kavram o olduğu için öyle söylüyoruz. Şimdilik bu iki kavrama mecburuz. Ne imge ne metafizikti Yunus'a şiir yazdıran. O etki başka bir şey. Gelecekte yeni bir kavram doğabilir, şiirimizi inşa eden cevheri adlandırabilir. Hep nur yardımıyla şiir yazmak istemişimdir. Nurun kırpıntısı ve talaşı yoktur. Işığın vardır ama. Bu yönüyle metafiziği, etrafını aydınlatırken kendisi de yanan muma, kandile, meşaleye benzetiyorum. İmgeyi ise avizelere. Avize ışığı sadece iletir, deneyimlemez. On beş yılın sonunda elde ettiğim tecrübe bu.  İmgenin itibar kaybetmesi ise seksen kuşağı nedeniyle olmuştur.  Politikliğe gelince şöyle diyebiliriz: İmge ile politiklik uyuşmaz ama metafizik bu konuda gayet rahattır. Hatta Türk şiirinde, tezli şairler geleneği büyük oranda metafizik yordamla şiir yazan şairler tarafından kurulmuştur. Onların temelde büyük bir toplumculukları, tarihçilikleri var. Şiirimizde tezler, hep bu damardan gelmiştir. Toplumcu olanlar insanda; imgeci olanlar da toplumda tıkanmıştır. İnsanı, toplumu bir ruh içinde buluşturan şairlerimiz az önce bahsettiğim kanondan çıkmıştır. Yunus Emre, Akif, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç. Bu dört büyük şairin hiçbirinin de imge ile şiir yazdığını düşünmemişimdir.

Bir de şöyle yoklayalım, bu meseleyi. Biliyorsunuz Sezai Karakoç, Aristo’nun yani eski Yunan düşüncesinin mimesis (taklit) kavramına dayanan sanat anlayışını reddeder. Sanatçı nesneyi taklit etmez, yaratışı taklit eder, der. Aslında daha önce de Yahya Kemal, Ses adlı rubaisinde aynı şeyi düşünür: ‘Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver”.  Bense sadece yaratmayı değil yaratılmayı da taklit ediyorum. Gerçi taklit dersek, Aristo’nun sanat anlayışının yarısına da katılmış oluruz. Hem yaratıyorum hem de yaratılıyorum.

 

 

         Mehmet Akif' Ersoy’un Asım'ı,  Sezai Karakoç'un Taha’sı ve  sizin de Mehmet'iniz var.  Asım ve Taha'nın ne tür eksiklikleri vardı da Mehmet’e ihtiyaç duydunuz, birleştiği ortak payda var mıdır, varsa nedir?

           


Mehmet olmak, milletimin tezidir. Muhammed'in ( S.A.V.) Mehmed'i olmaktır. Avrupa fetihlerinde atalarımız Kimsin sen? diyenlere karşı Muhammed’in (S.A.V.)  Mehmetleriyiz,demiştir.  Mehmetlik meşalesi, medeniyetimiz adına 1071’de yakılır. Doğu'nun akıl olarak tek havzaya akmaya başladığı yerdir, 1071.  Batı aklı bile 1071’de bu meşale yakılana kadar dağınık bir akıldı. Batı toplumlarını ortak bir zemin arama duygusuna 1071 ruhu iter. Türklerin Anadolu’da ilerleyişi onları Haçlı seferlerine götürür. Malazgirt Gazası olmasaydı, bugün bir Avrupa ruhu da olmayabilirdi.  1071, Mehmet karakterinin ve Europa’nın karşı karşıya şekillendiği yer. Büyük Batı'yı yani Avrupa Birliği'ni Europa, Büyük Doğu'yu Mehmet simgeler. Sorunuzun diğer kısmını ise şöyle tamamlayayım. Asım, Taha ve Mehmet'in aralarında bir iğne başı kadar boşluk yoktur Asım, Bedir'dir. Taha, Hendek'tir. Mehmet, Malazgirt'tir.

 

         Şiir eleştiriniz de var. Bu eleştirilerin, sizin şiirinize ne gibi katkıları oldu ya da şiiri  kavramanıza yardımı oldu mu?

           

Şairin poetikası şiiri ararken yolda karşısına çıkan şeyler ya da deneyler toplamıdır. Şiir, kavranmaz bir şey aslında. Şiir kavrandıkça şekil değiştirir. Biraz mutasyonların mutasyonları gibi. Şairin şiir görüşü, şiirinin davranış biçimlerinin ambalajlanmış halidir; yani şiirinin anılarıdır. Ve tezsiz şiir görüşlerinin de pek önemi yoktur.  Sezai Karakoç'un şiiri bir Diriliş şiiridir. Tezi de Diriliş tezidir. Ben şiiri de eleştiriyi de Mehmet olarak yazan biriyim. Dizelerimin, metaforlarımın altında bu isim yatar. Ondan düşünceler, tarzlar ve tipler barındırır. Tezimde de şiir açıklamamda da şiirimde de Kuruluş vardır. Ama günün sonunda ve aslında şiiri hissetmek daha güzeldir.

 

          Sizce gerekli mi gerçekten de edebiyat, nedir edebiyatın fonksiyonu, neyi engeller, neyi sağlar o?

 

 Bence edebiyatı, şiiri olmayan milletler ölü milletlerdir. Şairin yoksa İstanbul'un tehlikedir Ankara'n, Kahramanmaraş'ın. Önce bir milletin şairlerini tüketirler sonra da kendisini, maneviyatını, vatanını. Şairin yoksa seni silerler süpürürler açıkçası. Milletler dünyada ancak şairane mukimdir. Diğer yandan şair aklını da önemserim. Bilim adamları ve diğer disiplinlerin uzmanları kendi sahalarında tıkalıdırlar. Ama şairler tüm disiplinler arasındaki bağı kurabilecek yeteneğe ve seziye sahiplerdir. T.S.Eliot,  modern çağın karmaşık olduğunu ve bu karmaşıklığı ancak şairlerin çözebileceğini söyler. Örneğin, Necip Fazıl, Büyük Doğu kavramıyla büyük bir politik karmaşıklığı çözmüştür. Büyük Batı'ya (Avrupa Birliği) karşı Büyük Doğu, ta o zamanlar için önemli bir sezidir. Şairin görevi hep olmuştur. Yunus'un şiir vazifesini Sezai Karakoç'tan alalım: 'Çünkü: O, Türk'ün ilerideki çağlardaki ödevini biliyor, onun için var gücüyle onun dil ve edebiyatını kurmaya, geliştirmeye, ilerletmeye çalışıyordu.'


 

         Son olarak günümüz şiirini de hesaba katarak birden şiir yaşamımızdan çekilirse ne gibi değişiklikler bekler bizi, şiirin hayatımızda neyi tamamladığını anlatabilir misiniz?

 

Şiirimin benim doğal bir halim olduğunu söyleyebilirim. Şiir yazmak için bir amaç ya da kast taşımadım, hiç. Şiirim olursa kendiliğinden olur. Şiirim sakallarım gibi çıkar.  Çıkmazsa da çıkmaz, bir şey demem. Ama şiir sayesinde yakaladığım büyük şeyler, duygular, kalkışmalar var. Şiir olmasaydı az sonra anlatacaklarımı yaşayamayacaktım. Bir ara ben de şiirin tali yollarında epey heyecanlıydım ve sezgilerim kılıçtan keskindi. Kendimi Türkiye kadar hissedebiliyordum.  O zamanlar 15 Temmuz gibi bir hareketin, savaşın olacağını şiir sezdirmişti bana. Devletin üst kademe ve kurumlarındaki cıvıklığın topluma da yer yer sirayet ettiğini göstermişti. Tarih neredeyse bitmiş gibiydi. Ülkenin üstündeki değerler birileri tarafından silkeleniyor gibiydi. Hatta bu durumu belirtmek için Yedi İklim dergisinde ‘Değerler Asası Kırıldı’ isimli bir metin yazdım. Tehlike geliyor demiştim. Hatta olaydan önce Kahramanmaraş’ta idim. O zamanlar, Ak Parti’nin Kahramanmaraş il başkanıyla konuşmuştum: Metin Doğan’la. Ülke bir yerlere doğru gidiyor, bunu da ancak içi maneviyat dolu bir halk hareketi temizler. Siz üç beş bin adam toplayın, ben konuşmamı yaparım ve bana güvenin bu hareketi sürüklerim ve Türkiye geneline yayarım, demiştim. O, önce hayret etti. Masamızda olanlar da bayağı heyecanlanmışlardı. Sonra izin verilmedi tabiî. Ama 15 Temmuz gibi bir direnişi yaşayacağımız duyumsamıştım. Şairlik sezgisi işte. Şair yüreği,  kimse küçümsemesin bence. Olmadık anda olduk şeyler yapar.


         Söyleşi için teşekkür ederim.

 Sağ olasınız, Selametle.



Kuruluş  Dergisi Yönetimi