9 Ağustos 2014 Cumartesi

Paramiliter Dönem




Necip Fazıl Kısakürek
Bugün Anadolu’nun geleneksel siyasi hayatının önündeki en büyük engeller, paramiliter etkilerdir. Osmanlının sona erişinden itibaren Doğu’da bu etkiler hızla yayılır. Oryantalizm, İslamcılık, Sosyalizm ve Kapitalizm bu etkiyi referans alır. Aslında Osmanlıdan sonra Doğu’ya tesir eden düşünce hareketlerinin merkezi noktasını paramiliterlik oluşturur. Son yüz elli yıldır Doğu’da olan şey Batı’nın Doğu’yu paramiliterize etmesinden başka bir şey değildir. Yani yüz elli yıldır hem millet hem de devletçe paramiliterize ediliyoruz demektir, bunun anlamı. Osmanlı halifesi II. Abdülhamit’i tahtan indiren, paramiliter  siyasi kuşaklar olan Cumhuriyet kuşaklarını yetiştiren, filigranı ithal edilmiş İslamcılığa can veren, bugün IŞİD’i Doğu’ya musallat eden,  ana noktada aynı güçtür.



Bu nedenle,  Osmanlı sonrası, Doğu’da, bir kopuş ya da ‘ paramiliter dönem’ şeklinde nitelenmeyi hak eder. Veya ‘Süleyman’ın asasının kırılma müddeti’ tarifine uygun adlandırılmayı bekler. Cumhuriyet de bu havuzun içine dahildir. Çünkü bir milletin siyasi çizgisinde, tarihi ve genel siyasanın ağırlıklı tarafı, merkezi noktayı oluşturmaya mecburdur. Genellik ve diğer adı da doğallık olan bu şey,  yapay unsurları ayırt etmek için yeterlidir. Petrol ya da coğrafya cumhuriyetlerini günümüzde  ana akım siyaset saymak mümkün değildir, bu yüzden. Milletimiz son yıllarda kendine gelerek ve gerçekleri görerek paramiliter siyasi düşüncenin zincirlerini kırmaya başlamıştır.  

Sezai Karakoç


Bu nokta ise paramiliterize olanlar veya İslamcılar da artık ya susmalılar ya da IŞİD denilen örgüte militan olmalılar. Geleneksel devlet anlayışını bir ileri bir geri zihniyetiyle işleten Namık Kemal’in, tüm mütefekkirliği ve şairliğiyle İsmet Özel’in, Anadolu’nun düşünce hayatını sosyalizmle harmanlayan Nurettin Topçu’nun ana akım siyasi gelecekte pek söz sahibi olamayacağı gözükmüştür, bugün.  Son olarak İslamcılığıyla ve halkçılığıyla bunlardan farklılık sergileyen ama yine de siyasal anlamda bir İslamcı sayılan Hakan Arslanbenzer de paramiliter bu kuşaktan ayrı bir durum sergileyememektedir. Sonuçta bir İslamcıdır Arslanbenzer. Paramiliter havaya açıktır. Necip Fazıl ile birlikte Sezai Karakoç, siyasi olarak aslında Büyük Doğu’yu ince ayrıntılarına kadar işleyen ve siyasayı paramiliter etkiden kurtarmış iki büyük  siyasi şairden biridir. Yani, Cumhuriyetin edebiyat ve siyaset tarihinin en büyük keşfi Büyük Doğu olmuştur. Büyük Doğu denilen ana akım, şimdilik Mehmetli Milleti, Mehmetli Medeniyetiyle somutlaşmıştır. Ve Paramiliter etki deşifre edilmiş, oradan milletçe çıkış başlamıştır. Ama, Ergenekon’dan çıkıştan daha büyük bir güç ve çaba istediği bellidir, Paramiliter tesirden tam çıkışın.

yeprem türk







7 Ağustos 2014 Perşembe

MEHMETLİ MİLLETİ


Cumhuriyet, geleneğe göre nasıl muharref bir yönetim şekliyse, İslamcılık da İslam tarihine göre muharref bir fikir akımıdır. Çünkü ikisi de doğal olarak,  İslam’ın halkıyla birlik  ortaya çıkıp gelişmiş şeyler değildir. İkisi de algı çerçevesi sınırlı kesimler ya da jakobenler tarafından  yapılmış, imal edilmiş, biçimlendirilmiş şeylerdir.  İçerden, yani toplum içinden çıkmış şeyler gibi çıkmamıştır, İslamcılık. Aslında dışarıdan getirilip, topluma uhrevi bir şeymiş gibi dayatılmaya da çalışılması bundandır, İslamcılığın. Osmanlının bozgunu sonrası meydan veren güvensizlik ortamı İslamcılığın işini kolaylamıştır. Paramiliter düşüncenin Doğu’daki ilk ayağı mezhep olarak Vahhabilik, ikinci ayağı ise İslamcılık akımıdır. Doğu’da bir yaşam sahası, çıkış yeri ise yoktur İslamcılığın bu yüzden. Yukarda zikrettiğimiz iki ayağın bir üst dairesi oluyor, en çok İslamcılık. Vahhabiliğin belirgin bir etkisi vardır, üstünde İslamcılığın. Hareket şekli Vehhabilikle uyuşuyor. Paramiliter yapının, Osmanlıyı sona erdirirken tohumlarını attığı anti İslam akımıdır, İslamcılık. Horasan geleneğine karşı Floransa’nın, yani modern zihinli temelin bir atağıdır. Ayağıdır. Doğu’nun kültürel dokusuna zerre kadar saygısı yoktur. Anadolu’ya ve tüm yerelliğe hep oryantalist bir tavırla yaklaşır. İslamcılığın Anadolu’nun erenlerine, yaşam kaynaklarına  karşı tutumu, etkilendiği yeri belli edercesine en az Kemalizm, Batı emperyalizmi kadar sert olmuştur. Aslında Necip Fazıl’ın dediği gibi bir sapkınlık, bir tahrif olarak nitelemek doğal bir şey İslamcılığı.   Tüm alt yapısı ve verdiği ürünler buna uygundur. İnsanda doğa ve kültür denen ne varsa onun yok etmeye and içmiş bir tutum sergilemesi İslamcılığın, bizi bu yargıya itiyor.  Mabud veriyor, İslamcılıksa Mabudun verdiğini yok etmek istiyor. Her şey sebepler ve mekanlar dairesinde doğar, yaşar halbuki. İnsana, nefesten daha büyük bir gıda yoktur. Yani mideye giren havadan, oksijenden bahsediyorum burada. Mecazi ve hayati anlamda ise bu, yaşamın ortamı, kabıdır yani. İslam milletine ettiği eziyet bakımından İslamcılık,  Abert Camüs’nün Galicula’sından farklı bir özellik taşımaz. Bizden de değildir, bu yönüyle. İslamcılığın, Anadolu’nun erenlerinin, tasavvufunun, kubbelerinin, minarelerinin, yaşam koşullarının hayatına kast etmesi  Anadolu’nun nasıl bir fikir celladıyla karşılaştığını göstermeye yeterlidir. Ve İslamcılığın, ütopyasının anıtını IŞİD denilen bir kıyma makinesiyle yeryüzüne dikmesi, İslamcılığı genlerine kadar aşikar etmeye yetmiştir. İslamcılık ağacı IŞİD denen bir yapı ortaya koymuştur. Paramiliter hesapların çok yapıldığı Doğu’da, Paramiliter babadan ve Doğu anadan işte bu canavarla  bitmiştir İslamcılık. Ancak bu kirli akımlara karşı, İslam milleti, bir doğuşun tüm şartlarını ve özelliklerini taşıyan bir millet olma çıkışıyla verecektir. Bu milletin adı da Muhammed’in (sav) mehmetleri olan MEHMETLİ MİLLETİ olacaktır. 


Yeprem Türk

4 Ağustos 2014 Pazartesi

KISA, HOŞ, KANSER



Başka diyarlar bilsem gitmez miydim
Üstelik sen de  bir diyarsın. 


Bu cümleler, bir öykünün tamamıdır. Kısa öyküdür. Adresi, önemli değil. Ama bu kısalığa bizim itirazımız vardır. Çünkü hayatın çoğu sahasını ele geçiren kısalık hastalığı artık rahatsızlık veriyor. Burada bir tuzak var gibi. Sonuçta hızı inşa eden ona göre de yazın türleri ve daha dİğer alanlar adına da aparatifler oluşturmak zorunda. Mesela kısa öykü, hatta tek cümlelik öyküler, hız çağının saçakları altında sürüp giden naylon hayatın, sahte edebi ürünleri gibi duruyor. Tabi, uzun metinleri taşıyabilecek kafa kalmadı, zihinler allak bullak edildi denmiyor da; işte efendim kısa öykü falan deniliyor. Zaten cumhuriyetin (cumhuriyeti de kast ederken burada asla sadece cumhuriyet kavramından bahsetmiyorum, onu oluşturan temelleri işaret etmektir amacım) okur kitlesinin kafa şekli uzun metinler okumaya pek müsait değil. Cumhuriyet okuru, edebiyatı, şiiri, hikayeyi hep kısalık üzerine kurguladı. Bana bu, medya ve kapitalizm mafyasının ufaktan ufaktan zombi kafalı bir nesil inşa etme işi gibi geliyor. Bu konuda şüphelerim var. Bu kadar hızın ve buna müteakip kısalığın, oturup kalkar gibi yemek yemenin, kalemle kağıda üç beş cümle kondurmanın bir yarar sağlayacağını düşünenlerden değilim. Daha bir sürü şey artık bu yolla yapılıyor.  Mesela üstümüzde, gömleklerin bir iki günde  eskimesi, hız çağı nedeniyle cinsler arasındaki yozlaşmaların başlaması, cinselliğin bir anlık oldu bittiye getirilmesi vs şeyler, şimdilik normalmiş gibi görünse bile, insanları sağlıklı bir şekilde yerinde bırakmayacaktır. Yanlış anlaşılmak istemem. Hormonal şeyler işte. Erkek erkektir. Kadınsa kadındır. Böyle olmalıdır. Erkek kadını, kadın erkeğini sever. Şimdiden yeni nesil, kendi hayat tarzıyla ruhta ve bedende, ilerde makinelere bağlı yaşayacak kötürümler olma yolunda ilerliyor.  Şıppadanak oldu bitti oluyor, olan şey. Velhasıl  fazlasıyla eksik, sünepe olmaya aday, bu tür işler. Yaşam, iş, metin bağlamında durumlar böyle. Kısa olarak nitelendirdiğimiz öykülerin böylesi bir arkaik yapısı var toplumda. Bunun için kısa öykülere de pek rağbetim yok. Edebiyat tarihinde, sadece bir zamanlar yazılmış bir öykü çeşnisi adı dışında kalıcı ürünler verebileceğini düşünmüyorum, bu türün. Sonuçta her eser, acelesiz bir çaba sonucu rahmine üflenmiş bir ruh ister.  


adem kalan

Dergah, 292



Dergah dergisi, 292’nci sayıda. Dergah’ı epeydir izliyorum. Gerçi artık çoğu dergi  kalın ebatlarda çıkıyor. Kalın dergileri baştan sona okumak biraz da güç gibi. Çoğu ürün gereksiz duruyor, bu tür dergilerde. Pound’un bir lafı var. Fazladan bir kelimenin kullanılmaması yönünde. Tabi ki şiir bahsinde. Sunumda fazlalık göze batar. Sadece şiirde değil, nesirde de durum aynı. Dergah okumak bu açıdan daha kolay. Gereksiz ürünün girmesi dergiye önlenmiş oluyor. Sayfa sayısı sınırlı dergilerin böyle güzel bir yönü var. Temiz çıkıyor Dergah. Kendi temsil alanı içinde. Kültürel yöne bakan yazılar yoğunlukta olsa da kültür dergisi değil bir edebiyat dergisidir. Daha çok geçmişe bakıyor yüzü Dergah’ın, bir bakıma Yahya Kemallik, yapıyor. Ama onun kadar net, kapsayıcı değil. Yahya Kemal bir medeniyet şairidir. Uzak kıtalara da hitap eder. Dergah ise, bu özelliği taşra özlemiyle devralmış üstüne. Nostaljinin nostaljisi yani Dergah dergisinin yaptığı. Şiirden, eleştiriden ziyade de hikaye ve deneme ile seslenir okuyucuya. Bu onu biraz geri plana atıyor. Çünkü bizim edebiyat geleneğimizde, ortama hikaye ve hikayeciden ziyade; şiir ve şair hakimdir. Edebiyatın ana kürsüsü şairlere ayrılmıştır. Bunu hikayecileri hedef alarak söylemiyorum. Edebiyatımızın kişiliği, tavrı böyle.

Dergah dergisi, genel yönetmenin bir öykücü olmasına rağmen şiirle başlar. İlk sayfa şiire ayrılır. Tespitimiz Dergah dergisi tarafından kabullenilmiş demek ki.

Bu sayının ilk şiiri, Yiğit Özel’e ait. İsmi: Dönüş. İmge ve eski terkipler başrolü oynamış şiirde. Kelimelere de yansımış bu özellik. Kelimeler resim sanatının birer öğesi olarak duruyor. Bu da şiirin içindeki bir hareketlenmeyi engelliyor, aslında. Yavaş ve heyecanı eksik bir şiir olmuş, Dönüş. Azabın dudakları yarılır, gibi bir dizeyle modern sanatın bayağı uzağında seyrediyor. Bu tür dizelerin günümüz şiirinde bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.

İsa Karaaslan’ın Şehir, Şarkı ve Ayna şiiri lirik epik kırması bir şiir. İsmet Özel’i de hatırlatıyor. Benlik etrafında döndüğünden, topluma açılamıyor. Habisi de başından def edemiyor. Aslından bencillik, elinden tuttuğu her şeyi berbat etmeye, yanlış yere yönlendirmeye yetiyor. Tarih ve anın kesişmediği ya da hesaplaşmadığı şiirlerdir bunlar. Bu da şiirde düşünceyi dışa atmaya neden oluyor. Oysa bizde şiirin hüzünlüsünde bile bir düşünce var. Fuzuli bunun zirvesidir. Çünkü bencil ve habislik sadece şiirin soyunu değil, milletin, devletin soyunu da getirmeye aday bir kavramdır. İsmet Özel’deki benlik aslında gençleri yanıltır. Ondaki benlik böyle bir benlik değil. Toplumsal anlamda bir benlik tasarımı var İsmet Özel’in. İsmet Özel, şiirde patlayarak var olduğundan bu özelliğinin topluma değen tarafları görünmez oluyor. Ama temelde İsmet Özel’in şiiri benlikten ibaret değil. Bu, sonraki kuşaklar tarafından yanlış anlaşılmış olsa gerek ki, İsmet Özel, kendisine yaklaşanları güzel öldürdü. 
Sırada Kadir Korkut var. Sadece kazalım diyorum/ Kazalım yolda kalmış bir cenazeyi/ İmamın sakallarını kazalım/ Böylece ayaklarımız toprağa basar. Bu dörtlüğün yaşadığımız hayatta ya da şiirde bir karşılığı var mı? Sanırım yok. Tam seksenlerin şiir dünyasına yakışır bir şiir. Türk şiir okuyucu açısından tamı tamına bir uzay boşluğu. Pastoral şiir sayılması için bir şiirin doğadan bahsetmesine gerek yok artık. Eskiden bu türden şiirlerin de insana sunduğu hikmetli bir tarafı vardı. Şimdi insanı konu etsen de insan tam yakalanamıyor şiirde. Sonuçta, Kadir Korkut, doğayı konu etmeden de pastoral olmayı başaran bir şiir yazmış.
Şiirler içinde, Yağız Gönüler’in şiiri ise konuşkan ve canlı bir şiir. Bu sayının en güzel şiiridir, aynı zamanda. Ancak nostalji şiirin ucunu yükselmekten alıkoymuş, aşağı doğru eğmiş, şiiri. Sanki Dergah, şairlerini garip bir hece nostaljisine zorluyor. Bu baskı hissediliyor, şiirlerde. Dergah dergisinde bu yüzden şairin kendisini bulması biraz zor gözüküyor. Çıta hep bir kararda ve aşağılarda tutuluyor.

Derginin eleştiri ve değini metinleri ise, eski parlak dönemlerinden bir hayli geride. Şiir ve roman üzerine kaleme alınmış metinler, sırtını yaslayacağı bir istinat noktası bulamıyor. Tek yaslanılan nokta sanırım nostalji. Genel geçer bir ortama göre hiza yapılmış bu metinlerde. 

Hikayeler, kaldığı yerden devam ediyor Dergah’ta. Dergi, son dönemlerde yazarlarının çoğunu İtibar dergisine kaptırsa da, öyküde bu kayıp pek görülmüyor. Mustafa Kutlu iyi öykücüleri ve hikayecileri bulup buluşturuyor. Hikayeler, mütedeyyin insanların ruh dünyasına çok yakın yerde. Açık, sade, anlaşılır metinler üstelik bu öyküler. Ama düşünce dozu eksik gibi bu öykülerin. Son yıllarda, hikaye türü ile düşünce arasında mesafe fazla. Geçenlerde, Rasim Özdenören’in bir öykü kitabından rastgele bir sayfayı açıp, cümlelerin yüklemlerinin son eklerini değiştirdiğimde ortaya bir düşünce metni çıkmıştı. Diğer türlü, öykü, fikirsiz zikirsiz, oraya buraya giden insan manzaraları ortaya çıkarmaktan öteye geçemiyor. Çekilmiyor da sanırım. Rasim Özdenözeren’in, Mustafa Kutlu’nun, Cemal Şakar’ın düşünceye bakan tarafları dikkatten kaçmamalı bence.  

Ömer Yalçınova’nın yine iyi işlediği iki eserin eleştirisi, okunası bir metindir. Kendisini okutuyor Yalçınova’nın metinleri. Genelde takip ettiğim, okuduğum birisi Yalçınova. Diridir metinleri ve felsefi konulardan söz etmeye düşkün bir kalemi var, Yalçınova’nın. Kitap eleştiri sahasında bayağı enerji sarf ediyor. Etkili ve canlı kanlı bir şekilde yapıyor bu işi. Karşılaştırmalı olarak birçok kavram bir arada birbirine göre tayin edilen yerlere oturuyor, onun yazılarında. Ancak bu metnin sonunda işi nereye bağlayacak derken, bitişte bir özet olabilecek bir cümleyle sonlandırıveriyor metni. Oysa onun birçok metni hep bir yeri işaret eder, bizi yeni bir tespitle buluştururdu. Bu metinde bu şey eksik.

Berat Demirci’nin ‘Ölümün Dünya Hali’ metni ise denemelerden oluşuyor. Tüm diğer metinlerinde olduğu gibi Berat Demirci, bu metninde tüm kazanımlarını konuşturmuş. Ben, Berat Demirci’yi daha önce bu ses tonunda hiç okumamıştım. Sanırım bu yoğunluğu ölüm gibi yine yoğun bir bahis sağladı. Güleriz, ağlanacak halimize türünden bir tavırla yapmış, modernlik eleştirisini Demirci.  Konu, dediğim gibi, Ölüm. Alt başlıklar ise; Cenaze merasimi, mezarlık, modernite, modernitenin insanımızdan alıp götürdükleri. Dönüşme vs. Entelektüel, yerel, donanımlı ve dokunaklı bir Anadolu arabeskçisi şeklinde bilirim ben Berat Demirci’yi. Ama bu yazı çok farklı bir yerde duruyor. Demirci için. Çağımızda yaşayanların, ölmeden, dünya ömründe bu türden bir eleştiriyle en az bir kez de olsa buluşmasını isterim.


Salih Can