30 Eylül 2017 Cumartesi

&

Türkiye,  modern çağda, bu büyük ve ihya edilecek medeniyetimizin ilk devletidir. Sadece Türklere has bir yapı, ümran içermez. Asıl nüvesi Mehmedilik’tir. Yani Sünni Araplar ve Kürtler bu yapının ana çekirdekleridir.

Milletimiz,  bir asır önce Türkiye’yi kursa da diğer yandan esir edilmiş, Batıya zincirlerle bağlanmıştır. Bu büyük ve kadim ümranının
temsilciliğine soyunmak istese de tam olarak bunu 15 Temmuz Direnişi 2016 ‘ya kadar başaramamıştır. Ancak 15 Temmuz Direnişi ile bu medeniyeti idare edecek bir devletin başlangıç aşaması oluşabilmiştir. Kararsız medeniyetler ülkesi olmaktan çıkmıştır, bu tarihten sonra Türkiye. Zaten 15 Temmuz’a kadar bu derece kaşınmayan coğrafyamızdaki etnik unsurlar da bu tarihten itibaren acayip derecede rahatsız edilmiştir.

Türkiye Kurtuluş Savaşı ile sadece kafir unsurlara karşı ümmet adına mücadele edip kurulmasına rağmen, hür bir iradeye ermesi, ve bu iradeye de tam olarak erebilmiş değildir, doksan yılı bulmuştur.

Demek isterim ki İsrail ve Amerikan’ın yardımıyla, kendi yöre halkının ve medeniyet anlayışının rağmına kurulan bir Barzani devletinin hürlüğe kavuşması her halde bin yılı bulacaktır.


Yeprem Türk

&

İbni Haldun’a göre, ümran yaşamını ve bilgisini temsil eden istikrarlı ve yaşlı devletin dağılma çağı başladığında uzak valiler veya unsurlar aynı yapıyı aynı medeniyeti ihya edecek yeni bir devlet kurar. Ve bu devlet zamanla güç ve şevket kazanır.

Bir bütün olarak medeniyetimiz, Osmanlının dağılma sürecinde de aslında buna benzer durumla karşılaştı. Büyük bir medeniyeti taşıyan ana unsur çöktü ve İslam coğrafyasında bu derin ümranı, medeniyeti sırtlayıp taşıyacak ve ihya edecek bir yapı, bir devlet ortaya çıkmadı.  Emin olun, eğer bu derin geleneği sindirebilecek, tekrar sil baştan inşa edebilecek bir devlet vuku bulsaydı, bu yapının merkezi unsuru Kürt veya Arap olsun fark etmezdi, milletimiz o yapıya dahil olacaktı.

Ancak bu süreç içinde böyle bir göreve namzet devlet ortaya çıkmadığı gibi Ümmetin sorunları daha da karmaşıklaşıp çoğalmış, coğrafyamızda zulümler de artmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana zorla uyutulan Türkiye,  sadece Türkiyelilik adına değil bu büyük geleneği ıslah etmek ve geleceğe taşımak adına silkelenmiş, gayret etmiş, kuvvet kazanmaya çalışmıştır.


Yeprem Türk

&

Milletimizin içinde yetiştiği, beslendiği, beslediği bin yıllık bir İslam ümranı, geleneği vardır. Ve bu geleneğin ana taşıyıcısı Osmanlı Devleti iki yüzyıl öncesinden aşama aşama bu yeteneğini kaybetti. Bu da ortaya aynı ümranı hangi yapı taşıyacak sorununu ortaya çıkardı.


Neredeyse Cumhuriyetin ilanının yüzyıl öncesinden inşa edilmeye başlanan Türkiye aynı yapıyı, ümranı taşıma maksadı güdülerek kuruldu. Aslında bu amaca matuf akideler, duygular, ontolojik unsurlar Kurtuluş Savaşı’nın da temelini beslemiştir.  Buraya kadar da Osmanlı’dan kalıp da şarka doğru parçalanan milletimiz bu hususta Anadolu ile el birliği etmiştir. Ancak yeni rejim kurulunca işler başkalaşmış, Ankara’daki günün rejimi, Anadolu ile şark arasına kalın duvarlar örmüştür.  Bu istekten, bu başarıdan onları soyutlayarak dışlaştırmıştır. Bu, doğuda Türkiye’ye büyük umutlarla bakanları küstürmüş, hayal kırıklığına uğratmıştır. Ve Türkiye ara ara Adnan Menderes ve Özal ile bu tavrı bitirmeye kalkmışsa da bu durumun tükenmesi 2000’lere taşmıştır.  

Yeprem Türk

ÜMRANIN TEKLİĞİ


Genel olarak tarihte, her medeniyet bir devletle, bir milletle, kültürle adlandırılır. Ve bu vaziyet, medeniyetin veya ümranın zindelik ve kuvvet bakımından zirvesini gösterir. Bir kültür, bir medeniyet, bir millet; çok devlete dağılıp parçalanmışsa bu da medeniyetin çürüdüğüne, çöktüğüne ve ümranın azaldığına şahitlik eder.

Geçmişte, önce Selçuk Devleti, sonra Osmanlı Devleti bir medeniyeti tek millet tek devlet çatısı altında toplayarak medeniyetin ve bir kültürün devamına kaynaklık teşkil ettiler. Osmanlıdan sonra medeniyet de kültür de millet de Şark coğrafyasına dağıldı. Bugün aynı ümran ve millet içinde, aslına beylikler diyebileceğimiz bir sürü devletçik çeşitleri türedi.  


Ve bu yapılar son yüzyıllık süreç içinde öyle bir hale büründü ki, doğal bünyeleri ile rejimleri arasında zıtlıklar oluştu. Bugün Sünni Kürtlerin de Arap Sünnilerinin de yaşadıkları ümran havzasında, halkın vücutları ile başları uyumsuz halde. Halk hala medeniyetimizin, kültürümüzündür ancak onları yöneten başlar Batılılarındır. Bu da Osmanlının dağılırken bir çöküş ve kopuş süreci inşa edememesinden kaynaklanmaktadır.


Yeprem Türk

26 Eylül 2017 Salı

&

Türk şiirinin, doğa’ya karşı mesafeli oluşu dikkat çeker.  Bunun sebebi, bu unsurun pratikte pek işe yaramamasıdır.

Doğa felsefesini, nihayetinde sistemleştiren ekoller, muntazam olarak eski Yunan felsefesinden doğmuştur. Gerçi bu disiplinle ilgilenen filozofların teorilerinin kısır döngüye sahip olması ve hayata yansımaması buradan istenilen sonucun alınmasına engel olmuştur.

Sadece bizdeki Vahdeti Vücut kavramına karşı Panteist bir bakış açısı geliştirmiş oldular, Grekler. Vahdeti Vücut’ta merkez Tanrı’ya aittir.  Ve Allah doğayı, varlığı yaratır. Ve her şey eninde sonunda Fahrüddin-i Iraki’yi referans alıp söylersek O’nun tecellisidir. Ve kendiliğinden varlığı olmayan şeylerde fiil nasıl olabilir. Onlarda iktidar nasıl bulunabilir? (Lemeat).   Oysa Stoacılar için doğa neredeyse Tanrı’nın bir devamıdır, uzvudur.

Sonraları J. J. Rousseau, Antik doğa felsefesini naturel bir romantizm içinde tekrar diriltmeye çalıştı. Amerikalı Henry David Thoreau, meseleyi sivil itaatsizlik ile buluşturarak, modern toplumdan veya yaşantısından doğaya kaçış şeklinde marjinalleştirdi.

Türk şiirinde, bütün bu durumların pek karşılıkları olmadı. İsmet Özel bu yordama ‘doğadan bir vahiy bekledimse boşuna’  şeklinde karşılık verdi.
Bilirsiniz Hay Bin Yakzan’ı. Adada yaşayan ünlü yalnız. Kendi varlık sırrına ermek için önce doğayı anlamaya çalışır. Sonra özünü bilen Rab’bini bilir diyerek kendisini keşfeder, ardından Rab’bini bulunca da müşahede makamına çıkar ve orada kalır.  Varlık-ben-Tanrı (İbn-i Sina, Tanrı için özne der) arasında yolu dairsel olarak yürür durur. Molla Sadra ise bu durumu bir seyr u suluk ve seruven, olarak kodlar Ama başat unsur hep Yaratıcıdır. Ona göre Tanrı yoksa ben de yoktur.  Sanırım Yunan felsefesiyle, doğadan ilham bekleyen şiirle aramızın iyi olmamasını bu durum açıklar. Çünkü bu üçgende Yunan felsefesi  baş rolü doğaya yükler.  Gerçi sonraları, Avrupa’da, Descartes, düşünüyorum öyleyse varım  diyerek, bu üçlemede baş aktörlüğü ‘ben’ e verdi. 


Y.Türk

KARAR’IN ÜÇLEMESİ

Karar Gazetesi’nin 2017 yılında yaptığı üç teklif vardı. Bunlardan bir tanesi,  milletimizin kök olarak Romalı bir temele dayanabileceği önermesiydi. Gerçi bunu, yüz yıldır Avrupa’ya toz kondurmayan bir zihnin artık bu bahiste ileri gidip Avrupa’nın köklerine de talip olması şeklinde anlamalıdır.

İkincisi, Hakan Albayrak’ın bazen de iç düşünce sayfasında çokça okuduğum PYD ve Kürtçülük eksenindeki ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlere çanak tutmak çabasıydı. Gerçi binlerce Müslüman Arap’ı katlederek kendine yer açan PYD’ye ve onun eksenindeki diğer hareketlere herhangi bir konuda destek vermek Türkiye’ye de bir Müslüman’a da yakışmazdı.

Üçüncüsü 23 Eylül 2017 tarihli aynı gazete düşünce sayfasında Evrim Teorisi’ni reddetmenin ya da yok saymanın bize bir şey kazandırmayacağı fikriydi. Gerçi ben bu yazıda İskender Öksüz’ün ‘Bilim Dine Din Bilime Ne söyler? Başlıklı yazısındaki sorunlu birkaç cümleyi tartışacağım. İskender Öksüz, ‘Müslüman düşünce tarihinde evrimin bilimini değil de felsefesini yapan, evrimi tarif eden birçok büyük isim var, diyor. Ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın  Marifetname’sinde evrimle ilgili pasajların olduğunu söylüyor. İbrahim Hakkı’nın pasajı da şöyle :

‘…Madenlerle bitkiler arasındaki geçit varlık mercandır.  Çünkü mercan katılıkta taş gibidir ve bitki gibi çok küçük parçalar halinde denizin dibinde bitip suyun üstüne çıkıp sertleşir. Bitkilerle hayvanlar arasındaki geçit varlık hurma ağacıdır. Hurma bir bitki olmakla birlikte, tıpkı hayvan gibi erkeğine yakın olmadıkça meydana gelmez. Başı kesilince ölür, kurur, yaprak ve meyvesi kalmaz. Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit varlık maymundur. Çünkü bütün organları, kılları ve kuyruğundan başka insana benzer…’

Evrim teorisyenlerine göre insanın üç aşaması vardır. Birinci aşama Homo Habilis’tur. Yani insanın dört ayak üzerinde doğduğu vaaz edilir bu kavramla. Akabinde insan, Homo Erektus aşamasına geçer yani ön iki ayaklarını el olarak kullanmayı öğrenir ve ayağa kalkar. Sonraki safhada insan, Homo Sapiens halini alarak araç yapmaya, zekasını kullanmaya ve ilkel de olsa medeniyetin ilk adımlarını yürümeye başlar.

Oysa İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi hiç de böyle söylemez. Allah madenleri yaratırken maden tabakasına madenle başlar aynı tabakayı madenle bitirir. Bir dairenin en üst en mükemmel haline ulaşıp onu orada bırakır. Ve diğer alemin unsurlarını yaratmaya geçer. Her bir alem kendi sınırları içinde bir alemdir, bir alem diğer bir aleme taşmaz. Bitkileri de bitki ile başlatır hurma ile bitirir. Yani hayvan tabasını yaratırken onun önceline bir bitki çeşidini koymaz. İnsanın da halk oluşu hayvan türünden el almaz. Eğer öyle olsaydı ilk hayvanın hurma olması gerekirdi.


Bu pasajı her yönüyle evrimciler yanlış anlamıştır. Ve bu metni Darvin Teorisine dayanak yapmak bu iki görüş arasındaki farkı bilmemektir.


Y.Türk