26 Eylül 2017 Salı

&

Türk şiirinin, doğa’ya karşı mesafeli oluşu dikkat çeker.  Bunun sebebi, bu unsurun pratikte pek işe yaramamasıdır.

Doğa felsefesini, nihayetinde sistemleştiren ekoller, muntazam olarak eski Yunan felsefesinden doğmuştur. Gerçi bu disiplinle ilgilenen filozofların teorilerinin kısır döngüye sahip olması ve hayata yansımaması buradan istenilen sonucun alınmasına engel olmuştur.

Sadece bizdeki Vahdeti Vücut kavramına karşı Panteist bir bakış açısı geliştirmiş oldular, Grekler. Vahdeti Vücut’ta merkez Tanrı’ya aittir.  Ve Allah doğayı, varlığı yaratır. Ve her şey eninde sonunda Fahrüddin-i Iraki’yi referans alıp söylersek O’nun tecellisidir. Ve kendiliğinden varlığı olmayan şeylerde fiil nasıl olabilir. Onlarda iktidar nasıl bulunabilir? (Lemeat).   Oysa Stoacılar için doğa neredeyse Tanrı’nın bir devamıdır, uzvudur.

Sonraları J. J. Rousseau, Antik doğa felsefesini naturel bir romantizm içinde tekrar diriltmeye çalıştı. Amerikalı Henry David Thoreau, meseleyi sivil itaatsizlik ile buluşturarak, modern toplumdan veya yaşantısından doğaya kaçış şeklinde marjinalleştirdi.

Türk şiirinde, bütün bu durumların pek karşılıkları olmadı. İsmet Özel bu yordama ‘doğadan bir vahiy bekledimse boşuna’  şeklinde karşılık verdi.
Bilirsiniz Hay Bin Yakzan’ı. Adada yaşayan ünlü yalnız. Kendi varlık sırrına ermek için önce doğayı anlamaya çalışır. Sonra özünü bilen Rab’bini bilir diyerek kendisini keşfeder, ardından Rab’bini bulunca da müşahede makamına çıkar ve orada kalır.  Varlık-ben-Tanrı (İbn-i Sina, Tanrı için özne der) arasında yolu dairsel olarak yürür durur. Molla Sadra ise bu durumu bir seyr u suluk ve seruven, olarak kodlar Ama başat unsur hep Yaratıcıdır. Ona göre Tanrı yoksa ben de yoktur.  Sanırım Yunan felsefesiyle, doğadan ilham bekleyen şiirle aramızın iyi olmamasını bu durum açıklar. Çünkü bu üçgende Yunan felsefesi  baş rolü doğaya yükler.  Gerçi sonraları, Avrupa’da, Descartes, düşünüyorum öyleyse varım  diyerek, bu üçlemede baş aktörlüğü ‘ben’ e verdi. 


Y.Türk