Türk şiirinin,
doğa’ya karşı mesafeli oluşu dikkat
çeker. Bunun sebebi, bu unsurun pratikte
pek işe yaramamasıdır.
Doğa felsefesini, nihayetinde
sistemleştiren ekoller, muntazam olarak eski Yunan felsefesinden doğmuştur.
Gerçi bu disiplinle ilgilenen filozofların teorilerinin kısır döngüye sahip
olması ve hayata yansımaması buradan istenilen sonucun alınmasına engel
olmuştur.
Sadece bizdeki Vahdeti Vücut kavramına karşı Panteist bir bakış açısı geliştirmiş
oldular, Grekler. Vahdeti Vücut’ta merkez Tanrı’ya aittir. Ve Allah doğayı, varlığı yaratır. Ve her şey
eninde sonunda Fahrüddin-i Iraki’yi referans alıp söylersek O’nun tecellisidir.
Ve kendiliğinden varlığı olmayan şeylerde
fiil nasıl olabilir. Onlarda iktidar nasıl bulunabilir? (Lemeat). Oysa
Stoacılar için doğa neredeyse Tanrı’nın bir devamıdır, uzvudur.
Sonraları J. J. Rousseau, Antik doğa felsefesini naturel bir romantizm içinde
tekrar diriltmeye çalıştı. Amerikalı Henry
David Thoreau, meseleyi sivil itaatsizlik ile buluşturarak, modern
toplumdan veya yaşantısından doğaya kaçış şeklinde marjinalleştirdi.
Türk şiirinde, bütün bu
durumların pek karşılıkları olmadı. İsmet
Özel bu yordama ‘doğadan bir vahiy
bekledimse boşuna’ şeklinde karşılık
verdi.
Bilirsiniz Hay Bin Yakzan’ı. Adada yaşayan ünlü yalnız. Kendi varlık sırrına
ermek için önce doğayı anlamaya çalışır. Sonra özünü bilen Rab’bini bilir
diyerek kendisini keşfeder, ardından Rab’bini bulunca da müşahede makamına çıkar
ve orada kalır. Varlık-ben-Tanrı (İbn-i
Sina, Tanrı için özne der) arasında
yolu dairsel olarak yürür durur. Molla
Sadra ise bu durumu bir seyr u suluk ve seruven, olarak kodlar. Ama
başat unsur hep Yaratıcıdır. Ona göre Tanrı
yoksa ben de yoktur. Sanırım Yunan felsefesiyle, doğadan ilham
bekleyen şiirle aramızın iyi olmamasını bu durum açıklar. Çünkü bu üçgende
Yunan felsefesi baş rolü doğaya yükler. Gerçi sonraları, Avrupa’da, Descartes, düşünüyorum öyleyse
varım diyerek, bu üçlemede baş aktörlüğü
‘ben’ e verdi.
Y.Türk