İyi okumalar.
24 Ağustos 2019 Cumartesi
22 Ağustos 2019 Perşembe
Bir Satranç Tahtası Biyografisi
Satranç, kırgınların
oyunu. Belki de zihinsel faaliyet alanı. Dünya edebiyatının birçok kırgını,
entelektüel süreçlerini bu oyun üzerinde sergilemiştir. Bizde İlhami Çiçek’in ‘Satranç Dersleri’ şiiri; Stefan
Zweig’in, Satranç romanı; Mıguel De Unamuno’nun, Don Sandalıo’nun Romanı adlı eseri hep
benzer dünyanın, aynı dilin verimleri.
Özellikle de İlhami Çiçek, satranç
oyununu kırgınların ve yalnızların tefekkür aleminde işleyen bir dünya
edebiyatı zirvesidir.
hüznü
uçlarından dolanıp
yalın
sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek
ama cesur ama sevimli
açsa
duyargalarını o tarihsel şiire
iyi
bir oyuncu en çok atları sever
Onun var olmak istediği toplum, satranç tahtası
üzerinde durur. Hepsi birer Tanrı piyonu halinde. Konuşmaz bir toplum modeli
onunkisi. İç kelime cemiyeti. Fazla konuşmak, aceleci olmak yok. Ve içerden dışarıya
devamlı ses yaymak insanı aptallaştırır. Konuşanı az, konuştuğu da az Çiçek’in. Hayatı satranç tahtası
üzerinde, suskun bir yerde yaşar, o. Şahlar, vezirler, piyonlar onun içi birer
piyondan öte yaşam ortaklarıdır. Onlara ruh verir bu uzun şiirinde İlhami Çiçek onlarla birlik yaşar.
Satranç tahtası üzerindeki mutsuzluklar, trajik mutluluklardır onlar için.
Satranç, İlhami Çiçek için sosyolojik ve
psikolojik bir alınyazısı teorisidir. Kendi varoluşsal toplamını o tahta
üzerinde harman eder. Dışarıyla iletişim buradan sağlanır. Piyonlar,
insanlardan daha canlı daha kaderci daha dürüst taşlar. Her taş şairin bir
başka kendisi, onun bir değişik yönü.
Yeni hayatın ahmaklıklarla süslü
çarşıları, sokakları; şairi satranç tahtası üzerinde otağ kurmaya muhtaç
eder.
Aslında İlhami Çiçek’in satranç şiiri, otobiyografik
bir eserdir. Bir satranç tahtası otobiyografisidir, bu. Şair satranç tahtasına
doğar, ölüm satranç tahtasına vedadır, musalla taşı da satranç tahtasında bir
unsurdur. İlhami Çiçek’in arkada kalan yaşam izleri o tahta üzerindedir.
Satranç, onun için var olma biçimidir.
Y.T.
DEĞİNİ
Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur, demiş şair.*
Büyük bir tarihi gerçekliği açığa çıkarmış.
Yeni çağın temelinde aşk, sevgi yoktur. Bunun da altında İngiliz
eli ve kapitalizmi yatmaktadır.
Kapitalizmin temelinde İngiliz ruhu var. Kapitalizm bir romana,
bir sanata bir ekole ve uygarlığa dönüşmüşse bunların kökeninde İngiliz eli
bulunur. Kapitalizmin elinde şekillenen ilk büyük devlet ABD’dir. ABD de zaten
İngiliz maceracı yağmacılar tarafından kurulmuştur. Kapitalizmin yol açtığı
yeni din anlayışı yine bir İngiliz mantığıyla- Prütanizmle-şekillenir. İlk
kapitalist roman yine bir İngiliz eliyle yazılır: Robinson Crusoe.
İngilizler aşksız bir millettir. Romeo ve Juliet bir aşk hikayesi
değil, habis bir ihtiras eseridir. Leyla ile Mecnun gibi ışıltılı, hakikatli
değildir.
Sezai Karakoç'un:
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen
Leyla dedimse sensin Seni saklamak için Görüntülerinden faydalandım Salome'nin
Belkıs'ın
Dediği gerçek yoktur.
Aşkın hazza bakan yüzüdür.
Ve yeni çağın ilk temellerinden aşk yoktur. Paranın ve
teknolojinin tekamülü var sadece.
Avrupa dişi medeniyetidir, der Cemil Meriç. Ve ilk psikolojik
romanın İngiltere’de kadın psikolojisi üzerine olduğunu da ekler. Ama zaten
Europa da mitte dişi bir karakterdir. Bu dişilikte aşk ve sevgi, fazlasıyla ayartı ve
şehvet üzerine kuruludur.
Bu psikoloji de hazcı ve bedensel etkiler üzerine inşa edilmiştir.
İlk etkili psikolojik okumalar yapan Fröyd’ün bu temeli ne derece
ileriye taşıdığı bilinen bir gerçektir.
Y.T.
19 Ağustos 2019 Pazartesi
DÜŞÜNCE TAVRI
Eski Grek
düşüncesi, bir irfan dünyasıydı. Karşılaştığı başka dünya görüşündeki insanlara
bile bir gıda sunabiliyordu.
Bin küsur yıllık Mehmetler
düşüncesi bir irfan membaıdır. Başka uygarlıkların insanlarına da besin
olmuştur. Çatışmacı bir kimlikten uzak kalmıştır.
Çünkü irfan
çatışmaz, kadim kaynakta buluşmaya çağrı yapar.
Ama kültür, başlı
başına çatışmacı bir dünya görüşünü temsil eder. Fransız ihtilaliyle yani
faşizmle doğar. Farklı hayat ve medeniyet görüşündeki milletleri dışlaştırır,
ötekileştirir.
Modern Batı düşüncesi,
bir kültür tarihinin ve çatışmacılığın düşüncesidir. İzmler ve ideolojiler de
kültür düşüncesinin verimleridir.
İrfanda ideoloji yoktur,
izm yoktur. İnsanlığa hitap vardır.
İzmler ve ideolojiler,
insanlar arasındaki evrensel bilgeliği, geçişkenliği zedelemiştir.
Farklı bir dünya
görüşünde olan filozoflar yeni ilim ve felsefe kaynakları bulduklarında hem
ondan zevkle faydalanırlar hem de zihinsel olarak ışırlardı. Aynen Yunan
düşüncesiyle karşılaşan Farabi, İbn-i Sina gibi. Ve daha önce Mısır
kaynaklarıyla buluşan Yunan düşünürleri gibi.
Oysa günümüzde Batı
düşüncesi ile bu alışverişi yapamıyorsunuz. Onunla haşır neşir olurken
kalbiniz, gözünüz açılmıyor, size rahatsızlık verici bir ilham yayılıyor.
Son iki üç yüzyıllık süreçte ilim ve kültür
yapıları, tüm insanlığa hitap edici bilgelik barındıran zihinsel bir süreç inşa
edememiştir. Eskiden insanlar iktisadi anlamda iflas eder intihar eder,
sevdiğine kavuşamaz canına kıyardı. İlimde ve sanatta intihar olmazdı. Modern
çağda kültür ve uygarlık bunalımlarından ölen sanat ve düşünce adamları az
değildir. S. Plath,
S. Yesenin, Beşir Fuat, İlhami Çiçek, Ziya Gökalp… modern Batı’nın ilim, sanat
ve kültür anlayışına maruz kalıp ayakta duramayanlardır.
Y.T.
MİLLET ve ÜSLUP
Eskiden milletler,
yaşarken bir üslup yaratmanın gerekliliğine inanır ve öylece de diğer halklarca
da tanınırdı.
Şimdi bu üslubu
oluşturmak zor olsa gerek. Çünkü dünya evrensel bir köye dönüştü. Her millet,
günün gelişine göre yaşamaya başladı.
Milletlerdeki üslup kaybı
aynı zamanda bir kişiliksizleşmenin de ürünü.
Dünya insanı artık
neredeyse bir gezgine dönüştü. Prekarya millet tipi, yerleşik olandan daha
köklü bir hayat görüşüne sahip.
Lafı şuraya getireceğim.
Cemil Meriç, Avrupa’nın İslam dünyasını Muhammedîler olarak tanıdığını söyler. (Cemil Meriç Konuşuyor, 243, Ketebe Y. Mustafa
Armağan 2018).
Aslında bu deyişi onlara
bir vermişiz, bir yönüyle.
-Surların önünde
İkinci Mehmet: (Fransız şövalyesine haykırıyordu): Muhammedî Mehmetleriz.* (Hugo)
Yani bu aynı zamanda,
kendini ifade etmek olduğu kadar bir üslubun da icrası anlamına gelirdi.
Sonra zaten, biz
Avrupa’ya karşı bu üsluptan koptuk. Kendimizi onlara ifade edemedik.
Onlar da bizdeki bu ifade
sıkıntısından dolayı, bizi istedikleri gibi okudular, kendi zihinlerinde bir
yere oturttular. Bizim için bir izm kültür bilgisi olan Oryantalizmi inşa
ettiler.
Y.T.
THE DEAD
Thedeadshoutfromtheircemeteries
Passengers! Sit on
ourstones.
It is
wewhotippedthemtotheground
We it
waswhosothrowthemdown
Beware,
youdon'tjumpoffside
Thedeadshoutfromtheircemeteries
Passengers,
youlaylongtotheground
Yourheads rest
againsttostones
Ourhead is comfy as
featherpillows
Letourheadsjoinfor an
instantthere
İn us theanswer of
yourdelusion
Passengers,youlaylongtotheground
Oneday I
toowillshoutlikethat
Passengers, sit on
ourstones.
Passengerswillwhispertogether
in my presence
Travelerswillsurmountinsurmountableroads
I
willlaymystonetotheground
Oneday I
toowillshoutlikethat.
İnversion:
FATİH KOÇ
Ölüler bağrıyor mezarlarından;
Yolcular, oturun taşlarımızda!
Onları deviren biziz toprağa,
Biz attık onları böyle ayağa;
Sakın atlamayın kenarlarından!
Ölüler bağrıyor mezarlarından...
Yolcular, oturun taşlarımızda!
Onları deviren biziz toprağa,
Biz attık onları böyle ayağa;
Sakın atlamayın kenarlarından!
Ölüler bağrıyor mezarlarından...
Yolcular, uzanın yere upuzun;
Dayayın taşlara başlarınızı!
Tüy yastıklar gibi rahat başımız!
Birleşsin bir lâhza orda başımız!
Bizdedir cevabı kuruntunuzun;
Yolcular, uzanın yere upuzun!
Dayayın taşlara başlarınızı!
Tüy yastıklar gibi rahat başımız!
Birleşsin bir lâhza orda başımız!
Bizdedir cevabı kuruntunuzun;
Yolcular, uzanın yere upuzun!
Ben de bir gün böyle haykıracağım:
Yolcular, oturun mezar taşımda!
Yolcular önemde fısıldaşacak,
Yolcular aşılmaz yollar aşacak.
Taşımı yerlere yatıracağım;
Ben de bir gün böyle haykıracağım!
Yolcular, oturun mezar taşımda!
Yolcular önemde fısıldaşacak,
Yolcular aşılmaz yollar aşacak.
Taşımı yerlere yatıracağım;
Ben de bir gün böyle haykıracağım!
(1935)
Necip Fazıl Kısakürek
18 Ağustos 2019 Pazar
&
Bin yıl önce
ortaya çıkan birinci kriz dönemi; İbn-i Haldun, Gazali, Yunus gibi o çağın
aydınlarınca giderilmişti.
Neredeyse iki
yüz yıldır, ikinci medeniyet kriz devresini yaşıyoruz.
İkinci krizden
sonra geleneksel ulemanın, akd ve hal
ehli’nin yerini cumhuriyetin ilk dönemlerinde, ilimde de sanatta da
‘tercümanlar’ aldı.
İlimde,
felsefede tercümancılık, Türkiye için birinci dönem bir Batıcılıktır. İktisatta
ve yaşam görüşünde kapitalizm de bunun tersi Marksizm de Türkiye’ye bu yolla
gelen taklitlerdir. İkisinde de mütercimiz.
Birinci kriz
döneminde yine Yunan düşüncesinin ve sanatının hücumlarıyla
karşılaşmıştık. Ama o dönemlerde İbni Sina,
Farabî gibi feylozoflarca Grek düşüncesinin hakikâtleri alınmış İslam düşüncesi
içinde bir malzeme olarak yoğrulmuştu. Geriye ise posası kalmıştı.
Bu dönemden sonra da zaten Grek düşüncesinde
bir parlama bir ilerleme olmadı. Oradan alınması gereken de birinci kriz
çağında alınmış oldu. Cumhuriyetin ilk dönem aydınlarının ikinci kez Yunan
düşüncesine Gazalisiz, Farabisiz gidip eli boş dönmesinin bir sebebi de budur.
Y.T.
&
Türkiye,
kuruluşundan bu yana bir fikir ve görüş atölyesi oldu. 100 yıldır harıl harıl
çalışıyor. Bu süreç içinde ülkemize onlarca izm, düşünce ve ekol girdi. Kimisi
dünya görüşümüze katık oldu. Kimisi de zihnimize ve gönlümüze değmeden bir tüy
gibi uçtu gitti.
Yeni devlet
deneyimimizde topraklarımıza binlerce terim, yeni kelime ve onlarca felsefî ve
iktisat yordamı ithal edildi.
Osmanlı
Yeniçeri ile Avrupa’yı Avrupa’ya karşı devşirmişti. Bu yeni akımlar sayesinde
de Avrupa bizdeki bürokrasi ve entel ordusu ile bizi bize karşı devşirdi.
Sınırlarını ve adamlarını İslam’ın kalbine kadar taşımış oldu.
***
Cumhuriyetin
ilk yıllarından itibaren Batı ile aramızda genelde şöyle bir münasebet gelişti.
Verişe alışla, emre itaatle, teklife evetle. Bazen de icbara ‘ama’ ile yanıt verildi.
15 Temmuz
Direnişi’nden sonraysa teklife teklifle; sertliğe sertlikle; yumaşıklığa
yumuşaklıkla cevap sunuldu. Bir anlaşma
dönemine girildi. Doğu ile Batı’nın müzakere ve tartışma döneminin başlaması
da, bizim adımıza bir şuurun doğuşu da denebilir buna.
Y.T.
&
Batı
sosyolojisi aslında bir kültür sosyolojisidir. Bizimkisi daha ziyade bir irfan sosyolojisi.
Kültür, din
dışı bir incelikle geldi. Ve uygarlığın sosyolojisinde taşıyıcı ve yayılmacı
bir unsura dönüştü.
Kültürde
etimoloji, mit ve fen birlikte buluştu. İrfanda ise ilahiyat, akıl ve fennin
kaynaşması vardır. İrfan, kıssalarla da beslendi.
Bu dönemde
ortaya çıkan Batı’nın çoğu önderleri, neredeyse kültür adamlarıdırlar. Yunus ve Mevlânâ ise birer irfan insanları.
Eski Grek
düşüncesinde hem irfan hem kültür vardı. Bu da onları değerli kılıyordu ve
Farabi, İbn-i Sina gibi düşünürleri de hem kendine çekiyor hem de besliyordu.
Bu köklü temel,
Fransız ihtilalinden sonra ikiye ayrıldı: Teolojik alan, Kültürel saha.
Teolojik kulvar,
Saint Simon gibilerce siyasi propagandada tıkanıp kalırken, diğer alan ise ilme
bilgelik kazandıracak olan hikemîyeti kaybetti.
Eski Yunan
düşüncesinden sonra Batı’da irfan olmadı dense de aslında yeriydi.
Y.T.
&
Türkiye’de
yüzyıldır, kamu kurumlarında işleyen zihniyet halktakinden başka.
Biri anıtkabire
gider diğeri türbeye.
Biri kültür
der, diğeri irfan.
Biri
çağdaşlaştıkça Avrupalılaşır, uygarlaşır; diğeri irfanın menbaından içtikçe
medenileşir.
Birisinin
kafasında Türkiye kütüphanesi bir Avrupa kütüphanesi iken diğerinin zihninde
Türkiye kütüphanesi hem Avrupa hem Selçuklu hem Osmanlı kütüphanesidir.
Fertlerle resmi
kamu zekası birbiriyle uyuşmuyor. İktisat düzeni ise zaten bu makası daha da
açıyor.
Düzen, tarih ve
fıtrat arasında acayip bir soğuşma var.
Kendimiz için
bir şeyler yapabilmenin kurumları daha henüz doğmadı bu topraklarda.
Bu da insanın
duygu dünyasında kısmen anomiye çağrı yapıyor.
Kamu
kuruluşlarını, Mehmetlerde olan irfanla ve duyguyla uyumlu hale getirmek
gerekiyor. Bu, bir sosyal düzen, sosyal ahlak ve ahenk oluşturma çabasına epey
katkı sağlar. Anomi hastalığına da çare olur.
Y.T.
&
Hümanizmin seyri
ilginçti.
Hümanizmin;
natüralizmin sırtına binişi, inişi ve ona mağlup oluşu düşünmeye değerdir.
Hümanizm dünya
tarihinde bir irfan döneminin değil, kültür döneminin eseri oldu.
Hümanizm kültürle,
tabiatcılıkla doğdu. İrfandan ve fıtrattan uzaklaşmakla başladı.
Kültür;
kendisini, doğayı ve fenni kendisine mürşit eylemiş bir insan felsefesiyken
irfan fıtrat ekseninde dönen bir adem düşüncesidir.
Hümanizm ortaya
çıkarken, zamanın kilise baskısına karşı çıkanlar Jean Jacgues Rousseau
gibi tabiatçılardı. İnsanları özgürlüğe götürürken ‘bak çiçekler de öyle yapıyor’ diyen Orhan
Veli’nin taklitçi tavrı Avrupa hümanistlerinde de etkindi, ortaktı.
Neticede
hümanizmi doğuran ve sürükleyen tabiatçı doğa natüralizme dönüştü. Ve hümanizmi
geride bıraktı. Natüralizm, hümanizmi sırtından atarak kendini öne çıkardı.
Ve hümanizm bir
daha da kendisini sürükleyecek böylesi nankör de olsa bir binit bulamadı.
Y.T.
&
Bosna, Şam, Tunus, Sudan,
Lübnan, Mısır, Türkî cumhuriyetler; Osmanlı dönemi öncesine benzer bir kültür
ve irfan hareketi kümelenmelerini yaşıyor.
Bu kümelenmelerin hiçbiri tek
başına ne bir medeniyeti ne de bir devleti meydana getirebilir.
Osmanlıyı ayağa kaldıran
birikim bu coğrafyalardan geldi yine aynı coğrafyalara döndü. Şimdi nefes
tazeliyorlar, yenileniyorlar yeni bir dünyaya doğru gidiyorlar.
İlerde, ümmetin harman
merkezi Türkiye bu bölgelerdeki irfanî, siyasî havzaları tek merkezde
toplayacaktır. Bu birikimler bu büyük medeniyetin tutamakları olacaktır.
Bizim insanımızın
Selçukluda da Osmanlıda da tek milletti. Bu da Mehmetler âlemidir. İslam dünyasında
ana akım milletidir. Siyasetiyle, şiiriyle, sanatıyla ve kültürüyle bir
bütünlük ifade eder.
Y.T.
&
Bosna, Şam, Tunus, Sudan,
Lübnan, Mısır, Türkî cumhuriyetler; her biri irfanın ve bilgeliğin bir çeşit
merkezidirler.
Bosna, Balkanları besler.
Tunus, Afrika’ya meşale yakar. Sudan, Afrika’yı Araplar ve Türklerle
buluşturur. Mısır, Sünnî yordamın ilim kalesi. Türkî cumhuriyetler birer Ahmet
Yesevî meşrepleri.
Geleneksel verimlerini
yenileyip, onlara can üfleyip yeni çağda yürütmeye çalışan hem tarih hem de
zindelik mekanları.
Modern çağda, İslamî
düşünceler ilk kez yine buralardan filizlendi. Ana medeniyet ruhuyla ilk
buluşma buralarda gerçekleşti.
Pakistan’da Muhammed
İkbal, Bosna’da Aliya İzzetbegoviç, Tunus’ta Gannuşi, Mısır’da Mursi…Türkiye’de
ilk önce Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç. Siyasette Erbakan. Tüm bunlar
birinci ve kurucu medeniyet nesli ekibidir. Şimdi ikinci medeniyet kuşağının
birçok İslam beldelerinden ortak gelişini bekliyoruz.
&
Eski filozofların zamanı
dörttür. Altın çağ, gümüş çağ, tunç çağ, demir çağ. Gittikçe ucuzlayana,
sönene, değerini yitirene doğru bir yolculuk bu.
Teoloji ise bunun tersini
söyler. İlk peygamberden, son peygambere kadar gelişen tekamül süreci var. En
son din em mükemmel hale gelmiş dindir.
Özlem, birincisinde altın
çağadır. Altın çağsa onlara göre mutlu
ve gönlü doyurmuş altın bir kaynağadır. Her taraftan bal ve ışıl ışıl ırmaklar
akmıştır. Yitik Cennet orasıdır.
Bizde ise yitik cennet,
asr- saadettir. Ne dağlardan süt ve bal akmıştır ne de zevk ü sefada bir zirve
yaşanmıştır. İnsanlık, adaletle, derinlikle, sadelikle ve hakikatle
buluşmuştur.
Bu da bize gösteriyor ki,
ne Avrupa’da ne de bizde bir tekâmülden bahsedebiliriz. Tekâmülün zirveleri
çünkü mazidedir.
Olsa olsa bir değişimdir,
olup biten.
Y.T.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)