24 Ağustos 2019 Cumartesi

KURULUŞ, eylül - ekim 2019 ,YIL 6- SAYI 35







                     


                          İyi okumalar.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Satranç Tahtası Biyografisi


Satranç, kırgınların oyunu. Belki de zihinsel faaliyet alanı. Dünya edebiyatının birçok kırgını, entelektüel süreçlerini bu oyun üzerinde sergilemiştir. Bizde İlhami Çiçek’in ‘Satranç Dersleri’ şiiri; Stefan Zweig’in, Satranç romanı; Mıguel De Unamuno’nun, Don Sandalıo’nun Romanı adlı eseri hep benzer dünyanın, aynı dilin verimleri.

Özellikle de İlhami Çiçek, satranç oyununu kırgınların ve yalnızların tefekkür aleminde işleyen bir dünya edebiyatı zirvesidir.

hüznü uçlarından dolanıp
yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek ama cesur ama sevimli
açsa duyargalarını o tarihsel şiire
iyi bir oyuncu en çok atları sever

 Onun var olmak istediği toplum, satranç tahtası üzerinde durur. Hepsi birer Tanrı piyonu halinde. Konuşmaz bir toplum modeli onunkisi. İç kelime cemiyeti. Fazla konuşmak, aceleci olmak yok. Ve içerden dışarıya devamlı ses yaymak insanı aptallaştırır. Konuşanı az, konuştuğu da az Çiçek’in. Hayatı satranç tahtası üzerinde, suskun bir yerde yaşar, o. Şahlar, vezirler, piyonlar onun içi birer piyondan öte yaşam ortaklarıdır. Onlara ruh verir bu uzun şiirinde İlhami Çiçek onlarla birlik yaşar. Satranç tahtası üzerindeki mutsuzluklar, trajik mutluluklardır onlar için.
Satranç, İlhami Çiçek için sosyolojik ve psikolojik bir alınyazısı teorisidir. Kendi varoluşsal toplamını o tahta üzerinde harman eder. Dışarıyla iletişim buradan sağlanır. Piyonlar, insanlardan daha canlı daha kaderci daha dürüst taşlar. Her taş şairin bir başka kendisi, onun bir değişik yönü.
Yeni hayatın ahmaklıklarla süslü çarşıları, sokakları; şairi satranç tahtası üzerinde otağ kurmaya muhtaç eder. 
Aslında İlhami Çiçek’in satranç şiiri, otobiyografik bir eserdir. Bir satranç tahtası otobiyografisidir, bu. Şair satranç tahtasına doğar, ölüm satranç tahtasına vedadır, musalla taşı da satranç tahtasında bir unsurdur. İlhami Çiçek’in arkada kalan yaşam izleri o tahta üzerindedir.
Satranç, onun için var olma biçimidir.

Y.T.

DEĞİNİ



Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur, demiş şair.* Büyük bir tarihi gerçekliği açığa çıkarmış.


Yeni çağın temelinde aşk, sevgi yoktur. Bunun da altında İngiliz eli ve kapitalizmi yatmaktadır.

Kapitalizmin temelinde İngiliz ruhu var. Kapitalizm bir romana, bir sanata bir ekole ve uygarlığa dönüşmüşse bunların kökeninde İngiliz eli bulunur. Kapitalizmin elinde şekillenen ilk büyük devlet ABD’dir. ABD de zaten İngiliz maceracı yağmacılar tarafından kurulmuştur. Kapitalizmin yol açtığı yeni din anlayışı yine bir İngiliz mantığıyla- Prütanizmle-şekillenir. İlk kapitalist roman yine bir İngiliz eliyle yazılır: Robinson Crusoe.


İngilizler aşksız bir millettir. Romeo ve Juliet bir aşk hikayesi değil, habis bir ihtiras eseridir. Leyla ile Mecnun gibi ışıltılı, hakikatli değildir. 
Sezai Karakoç'un:

Bütün şiirlerde söylediğim sensin 
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için Görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın 

Dediği gerçek yoktur.

Aşkın hazza bakan yüzüdür.


Ve yeni çağın ilk temellerinden  aşk yoktur. Paranın ve teknolojinin tekamülü var sadece.


Avrupa dişi medeniyetidir, der Cemil Meriç. Ve ilk psikolojik romanın İngiltere’de kadın psikolojisi üzerine olduğunu da ekler. Ama zaten Europa da mitte dişi bir karakterdir. Bu dişilikte aşk ve sevgi, fazlasıyla ayartı ve şehvet üzerine kuruludur.

Bu psikoloji de hazcı ve bedensel etkiler üzerine inşa edilmiştir.

İlk etkili psikolojik okumalar yapan Fröyd’ün bu temeli ne derece ileriye taşıdığı bilinen bir gerçektir.


 * Cahit Zarifoğlu


Y.T.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

DÜŞÜNCE TAVRI


Eski Grek düşüncesi, bir irfan dünyasıydı. Karşılaştığı başka dünya görüşündeki insanlara bile bir gıda sunabiliyordu.

Bin küsur yıllık Mehmetler düşüncesi bir irfan membaıdır. Başka uygarlıkların insanlarına da besin olmuştur. Çatışmacı bir kimlikten uzak kalmıştır.

Çünkü irfan çatışmaz, kadim kaynakta buluşmaya çağrı yapar.

Ama kültür, başlı başına çatışmacı bir dünya görüşünü temsil eder. Fransız ihtilaliyle yani faşizmle doğar. Farklı hayat ve medeniyet görüşündeki milletleri dışlaştırır, ötekileştirir.

Modern Batı düşüncesi, bir kültür tarihinin ve çatışmacılığın düşüncesidir. İzmler ve ideolojiler de kültür düşüncesinin  verimleridir.

İrfanda ideoloji yoktur, izm yoktur. İnsanlığa hitap vardır.

İzmler ve ideolojiler, insanlar arasındaki evrensel bilgeliği, geçişkenliği zedelemiştir.

Farklı bir dünya görüşünde olan filozoflar yeni ilim ve felsefe kaynakları bulduklarında hem ondan zevkle faydalanırlar hem de zihinsel olarak ışırlardı. Aynen Yunan düşüncesiyle karşılaşan Farabi, İbn-i Sina gibi. Ve daha önce Mısır kaynaklarıyla buluşan Yunan düşünürleri gibi.

Oysa günümüzde Batı düşüncesi ile bu alışverişi yapamıyorsunuz. Onunla haşır neşir olurken kalbiniz, gözünüz açılmıyor, size rahatsızlık verici bir ilham yayılıyor.

Son iki üç yüzyıllık süreçte ilim ve kültür yapıları, tüm insanlığa hitap edici bilgelik barındıran zihinsel bir süreç inşa edememiştir. Eskiden insanlar iktisadi anlamda iflas eder intihar eder, sevdiğine kavuşamaz canına kıyardı. İlimde ve sanatta intihar olmazdı. Modern çağda kültür ve uygarlık bunalımlarından ölen sanat ve düşünce adamları az değildir.  S. Plath, S. Yesenin, Beşir Fuat, İlhami Çiçek, Ziya Gökalp… modern Batı’nın ilim, sanat ve kültür anlayışına maruz kalıp ayakta duramayanlardır.


Y.T.

MİLLET ve ÜSLUP



Eskiden milletler, yaşarken bir üslup yaratmanın gerekliliğine inanır ve öylece de diğer halklarca da tanınırdı.

Şimdi bu üslubu oluşturmak zor olsa gerek. Çünkü dünya evrensel bir köye dönüştü. Her millet, günün gelişine göre yaşamaya başladı.

Milletlerdeki üslup kaybı aynı zamanda bir kişiliksizleşmenin de ürünü.

Dünya insanı artık neredeyse bir gezgine dönüştü. Prekarya millet tipi, yerleşik olandan daha köklü bir hayat görüşüne sahip.

Lafı şuraya getireceğim. Cemil Meriç, Avrupa’nın İslam dünyasını Muhammedîler olarak tanıdığını söyler. (Cemil Meriç Konuşuyor, 243, Ketebe Y. Mustafa Armağan 2018).

Aslında bu deyişi onlara bir vermişiz, bir yönüyle.

-Surların önünde İkinci Mehmet: (Fransız şövalyesine haykırıyordu): Muhammedî Mehmetleriz.* (Hugo)

Yani bu aynı zamanda, kendini ifade etmek olduğu kadar bir üslubun da icrası anlamına gelirdi.

Sonra zaten, biz Avrupa’ya karşı bu üsluptan koptuk. Kendimizi onlara ifade edemedik.

Onlar da bizdeki bu ifade sıkıntısından dolayı, bizi istedikleri gibi okudular, kendi zihinlerinde bir yere oturttular. Bizim için bir izm kültür bilgisi olan Oryantalizmi inşa ettiler.


Y.T.

THE DEAD




Thedeadshoutfromtheircemeteries
Passengers! Sit on ourstones.
It is wewhotippedthemtotheground
We it waswhosothrowthemdown
Beware, youdon'tjumpoffside
Thedeadshoutfromtheircemeteries

Passengers, youlaylongtotheground
Yourheads rest againsttostones
Ourhead is comfy as featherpillows
Letourheadsjoinfor an instantthere
İn us theanswer of yourdelusion
Passengers,youlaylongtotheground

Oneday I toowillshoutlikethat
Passengers, sit on ourstones.
Passengerswillwhispertogether in my presence
Travelerswillsurmountinsurmountableroads
I willlaymystonetotheground
Oneday I toowillshoutlikethat.

İnversion: FATİH KOÇ


 ÖLÜLER

Ölüler bağrıyor mezarlarından;
Yolcular, oturun taşlarımızda!
Onları deviren biziz toprağa,
Biz attık onları böyle ayağa;
Sakın atlamayın kenarlarından!
Ölüler bağrıyor mezarlarından...
Yolcular, uzanın yere upuzun;
Dayayın taşlara başlarınızı!
Tüy yastıklar gibi rahat başımız!
Birleşsin bir lâhza orda başımız!
Bizdedir cevabı kuruntunuzun;
Yolcular, uzanın yere upuzun!
Ben de bir gün böyle haykıracağım:
Yolcular, oturun mezar taşımda!
Yolcular önemde fısıldaşacak,
Yolcular aşılmaz yollar aşacak.
Taşımı yerlere yatıracağım;
Ben de bir gün böyle haykıracağım!
(1935) 
Necip Fazıl Kısakürek



(Kuruluş, Sayı 2)


18 Ağustos 2019 Pazar

&


Bin yıl önce ortaya çıkan birinci kriz dönemi; İbn-i Haldun, Gazali, Yunus gibi o çağın aydınlarınca giderilmişti.

Neredeyse iki yüz yıldır, ikinci medeniyet kriz devresini yaşıyoruz.

İkinci krizden sonra geleneksel ulemanın, akd ve hal ehli’nin yerini cumhuriyetin ilk dönemlerinde, ilimde de sanatta da ‘tercümanlar’ aldı.

İlimde, felsefede tercümancılık, Türkiye için birinci dönem bir Batıcılıktır. İktisatta ve yaşam görüşünde kapitalizm de bunun tersi Marksizm de Türkiye’ye bu yolla gelen taklitlerdir. İkisinde de mütercimiz.

Birinci kriz döneminde yine Yunan düşüncesinin ve sanatının hücumlarıyla karşılaşmıştık.  Ama o dönemlerde İbni Sina, Farabî gibi feylozoflarca Grek düşüncesinin hakikâtleri alınmış İslam düşüncesi içinde bir malzeme olarak yoğrulmuştu. Geriye ise posası kalmıştı.

 Bu dönemden sonra da zaten Grek düşüncesinde bir parlama bir ilerleme olmadı. Oradan alınması gereken de birinci kriz çağında alınmış oldu. Cumhuriyetin ilk dönem aydınlarının ikinci kez Yunan düşüncesine Gazalisiz, Farabisiz gidip eli boş dönmesinin bir sebebi de budur.


Y.T.



&


Türkiye, kuruluşundan bu yana bir fikir ve görüş atölyesi oldu. 100 yıldır harıl harıl çalışıyor. Bu süreç içinde ülkemize onlarca izm, düşünce ve ekol girdi. Kimisi dünya görüşümüze katık oldu. Kimisi de zihnimize ve gönlümüze değmeden bir tüy gibi uçtu gitti.

Yeni devlet deneyimimizde topraklarımıza binlerce terim, yeni kelime ve onlarca felsefî ve iktisat yordamı ithal edildi.

Osmanlı Yeniçeri ile Avrupa’yı Avrupa’ya karşı devşirmişti. Bu yeni akımlar sayesinde de Avrupa bizdeki bürokrasi ve entel ordusu ile bizi bize karşı devşirdi. Sınırlarını ve adamlarını İslam’ın kalbine kadar taşımış oldu.

***
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Batı ile aramızda genelde şöyle bir münasebet gelişti. Verişe alışla, emre itaatle, teklife evetle. Bazen de icbara ‘ama’ ile yanıt verildi.

15 Temmuz Direnişi’nden sonraysa teklife teklifle; sertliğe sertlikle; yumaşıklığa yumuşaklıkla cevap sunuldu.  Bir anlaşma dönemine girildi. Doğu ile Batı’nın müzakere ve tartışma döneminin başlaması da, bizim adımıza bir şuurun doğuşu da denebilir buna.



Y.T.

&


Batı sosyolojisi aslında bir kültür sosyolojisidir. Bizimkisi daha ziyade bir irfan sosyolojisi.

Kültür, din dışı bir incelikle geldi. Ve uygarlığın sosyolojisinde taşıyıcı ve yayılmacı bir unsura dönüştü.

Kültürde etimoloji, mit ve fen birlikte buluştu. İrfanda ise ilahiyat, akıl ve fennin kaynaşması vardır. İrfan, kıssalarla da beslendi.

Bu dönemde ortaya çıkan Batı’nın çoğu önderleri, neredeyse kültür adamlarıdırlar.  Yunus ve Mevlânâ ise birer irfan insanları.

Eski Grek düşüncesinde hem irfan hem kültür vardı. Bu da onları değerli kılıyordu ve Farabi, İbn-i Sina gibi düşünürleri de hem kendine çekiyor hem de besliyordu.

Bu köklü temel, Fransız ihtilalinden sonra ikiye ayrıldı: Teolojik alan, Kültürel saha.

Teolojik kulvar, Saint Simon gibilerce siyasi propagandada tıkanıp kalırken, diğer alan ise ilme bilgelik kazandıracak olan hikemîyeti kaybetti.

Eski Yunan düşüncesinden sonra Batı’da irfan olmadı dense de aslında yeriydi.


Y.T.

&


Türkiye’de yüzyıldır, kamu kurumlarında işleyen zihniyet halktakinden başka.

Biri anıtkabire gider diğeri türbeye.

Biri kültür der, diğeri irfan.

Biri çağdaşlaştıkça Avrupalılaşır, uygarlaşır; diğeri irfanın menbaından içtikçe medenileşir.

Birisinin kafasında Türkiye kütüphanesi bir Avrupa kütüphanesi iken diğerinin zihninde Türkiye kütüphanesi hem Avrupa hem Selçuklu hem Osmanlı kütüphanesidir.

Fertlerle resmi kamu zekası birbiriyle uyuşmuyor. İktisat düzeni ise zaten bu makası daha da açıyor.

Düzen, tarih ve fıtrat arasında acayip bir soğuşma var.

Kendimiz için bir şeyler yapabilmenin kurumları daha henüz doğmadı bu topraklarda.

Bu da insanın duygu dünyasında kısmen anomiye çağrı yapıyor.
Kamu kuruluşlarını, Mehmetlerde olan irfanla ve duyguyla uyumlu hale getirmek gerekiyor. Bu, bir sosyal düzen, sosyal ahlak ve ahenk oluşturma çabasına epey katkı sağlar. Anomi hastalığına da çare olur.


Y.T.

&


Hümanizmin seyri ilginçti.

Hümanizmin; natüralizmin sırtına binişi, inişi ve ona mağlup oluşu düşünmeye değerdir.

Hümanizm dünya tarihinde bir irfan döneminin değil, kültür döneminin eseri oldu.

Hümanizm kültürle, tabiatcılıkla doğdu. İrfandan ve fıtrattan uzaklaşmakla başladı.

Kültür; kendisini, doğayı ve fenni kendisine mürşit eylemiş bir insan felsefesiyken irfan fıtrat ekseninde dönen bir adem düşüncesidir.

Hümanizm ortaya çıkarken, zamanın kilise baskısına karşı çıkanlar Jean Jacgues Rousseau gibi tabiatçılardı. İnsanları özgürlüğe götürürken  ‘bak çiçekler de öyle yapıyor’ diyen Orhan Veli’nin taklitçi tavrı Avrupa hümanistlerinde de etkindi, ortaktı.

Neticede hümanizmi doğuran ve sürükleyen tabiatçı doğa natüralizme dönüştü. Ve hümanizmi geride bıraktı. Natüralizm, hümanizmi sırtından atarak kendini öne çıkardı.

Ve hümanizm bir daha da kendisini sürükleyecek böylesi nankör de olsa bir binit bulamadı.




Y.T.

&


Bosna, Şam, Tunus, Sudan, Lübnan, Mısır, Türkî cumhuriyetler; Osmanlı dönemi öncesine benzer bir kültür ve irfan hareketi kümelenmelerini yaşıyor.

Bu kümelenmelerin hiçbiri tek başına ne bir medeniyeti ne de bir devleti meydana getirebilir.

Osmanlıyı ayağa kaldıran birikim bu coğrafyalardan geldi yine aynı coğrafyalara döndü. Şimdi nefes tazeliyorlar, yenileniyorlar yeni bir dünyaya doğru gidiyorlar.

İlerde, ümmetin harman merkezi Türkiye bu bölgelerdeki irfanî, siyasî havzaları tek merkezde toplayacaktır. Bu birikimler bu büyük medeniyetin tutamakları olacaktır.

Bizim insanımızın Selçukluda da Osmanlıda da tek milletti. Bu da Mehmetler âlemidir. İslam dünyasında ana akım milletidir. Siyasetiyle, şiiriyle, sanatıyla ve kültürüyle bir bütünlük ifade eder.


Y.T.



&


Bosna, Şam, Tunus, Sudan, Lübnan, Mısır, Türkî cumhuriyetler; her biri irfanın ve bilgeliğin bir çeşit merkezidirler.

Bosna, Balkanları besler. Tunus, Afrika’ya meşale yakar. Sudan, Afrika’yı Araplar ve Türklerle buluşturur. Mısır, Sünnî yordamın ilim kalesi. Türkî cumhuriyetler birer Ahmet Yesevî meşrepleri.

Geleneksel verimlerini yenileyip, onlara can üfleyip yeni çağda yürütmeye çalışan hem tarih hem de zindelik mekanları.

Modern çağda, İslamî düşünceler ilk kez yine buralardan filizlendi. Ana medeniyet ruhuyla ilk buluşma buralarda gerçekleşti.

Pakistan’da Muhammed İkbal, Bosna’da Aliya İzzetbegoviç, Tunus’ta Gannuşi, Mısır’da Mursi…Türkiye’de ilk önce Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç. Siyasette Erbakan. Tüm bunlar birinci ve kurucu medeniyet nesli ekibidir. Şimdi ikinci medeniyet kuşağının birçok İslam beldelerinden ortak gelişini bekliyoruz.


Y.T.

&



Eski filozofların zamanı dörttür. Altın çağ, gümüş çağ, tunç çağ, demir çağ. Gittikçe ucuzlayana, sönene, değerini yitirene doğru bir yolculuk bu.

Teoloji ise bunun tersini söyler. İlk peygamberden, son peygambere kadar gelişen tekamül süreci var. En son din em mükemmel hale gelmiş dindir.

Özlem, birincisinde altın çağadır.  Altın çağsa onlara göre mutlu ve gönlü doyurmuş altın bir kaynağadır. Her taraftan bal ve ışıl ışıl ırmaklar akmıştır.  Yitik Cennet orasıdır.

Bizde ise yitik cennet, asr- saadettir. Ne dağlardan süt ve bal akmıştır ne de zevk ü sefada bir zirve yaşanmıştır. İnsanlık, adaletle, derinlikle, sadelikle ve hakikatle buluşmuştur.

Bu da bize gösteriyor ki, ne Avrupa’da ne de bizde bir tekâmülden bahsedebiliriz. Tekâmülün zirveleri çünkü mazidedir.

Olsa olsa bir değişimdir, olup biten.



Y.T.