Meyil verecek değilim bir kula
Kulu çarmıha gerecek değilim
Sen benim tanrımsın dünya ahret
Önümden çekilme n’olur göreyim
Uzağı sensiz görecek değilim
Bir okul yaptırdım adına bir oğul
Tanrım seni tanırım, budur ispatı
Kalkmadan yerimden ‘amin’ deyişim
Ve herkes kalabalık ve herkes çoğul
Yerini bilip de söylemeyişim
Karşıdan karşıya geçerken anladım
Aşk da yasalara tabidir, ölüm de
Yanlış yazılmış bir dilekçe de adım
‘İntihar’ diye geçmiş kayıtlara
Biliyorum daha çok yol var önümde
Yine de sökemez alınyazısını
Hayat hiç durmadan resim yapar
Bir leke düşürür tuvaline
Kanatıp da aşkın kırmızısını
Besmeleye bakarak isim yapar
Meyledecek değilim paraya pula
Kalbimi bir pula gömecek değilim
Yaşamak hoşuma gidiyor bazen
Hani şöyle yan yana iki kişi
Tanrım, varsın ya, ben ölecek değilim
Büyük
şairlerimize bakıyorum da şiir nasıl da her şairde aynı başlıyor aynı bitiyor.
Ve aşamalar, dört ana bölümle açıklanıyor. Birinci bölümde, şairin neyi
söyleyeceği, rüyada, uykuda derin bir ilhamla şairin kalbine sokuluyor. Bu,
genellikle çocukluk ve gençlik çağlarında meydana geliyor. Ona o yaşta bir dua
öğretiliyor, telkin veriliyor. Yunus’ta bir tefekkür anında, Aşık Sümmani’ye
rüyada, Sezai Karakoç’a bir yolculuk esnasında şiirin altyapısı
aydınlanıveriyor. Ve F. Hölderlin’in de dediği ‘İlk mısra Tanrı’dandır, ibaresi,
aslında her şiir için akla gelen ilk dize değil, şaire, şairliğin başlangıcında
verilen duygu ve duyuş türü oluyor.
İkinci aşama
gelir. Aşkınlık devreye girer. Basiret, bilgi ve duygu artar. Şairdeki günlük
hayat manzarası değişir. Sonsuzluk duygusu devreye girer. Şair, insanı ve
hayatı hem günlük insan hem de ahretin bir çocuğu, bir yansıması olarak okumaya
başlar. Aşkınlığa bade de denir. Bade
nedir? Tanrı sevgisidir. Peygamber sevgisidir. Mecazi aşktır. Millet
sevgisidir. İnsan sevgisidir. Şairi saran vahdet talazıdır.
Sonra
sevgilinin cemali gelir, şairin karşısına.
Bir siluetin ardından, bir tepenin üstünden gösterilir. Sümmani için bu
cemal Gülperi’dir, Mecnun için Leyla’dır. Aslında olay ne Gülperi ne Leyla’dır.
Göz; ilhamın, hakiki şiirin tuluatı üzerindedir.
Sonra bir mekan
girer şairin kalbine, üçüncü aşama başlar. Bu, Leyla’da çöl olur, Sümmani’de
Bedehşan. Başkalarında da başka bir mekan.
Ardından menzil
gelir sanata. Amaç, ülkü, olgunluğa varma, eriş, vahdete varış. Daha önce üç
parçada saydığımız mecazi aşamaların hakikatini biliş.
Hüseyin Akın’ın
bu şiiri, bu aşamaları çağrıştırır. Ve Akın’ın şiir olarak, sanata en çok
yaklaştığı şiiridir. Onun şiirinin özüdür, en yoğun kişilikle yoğrulmuş şiir
personası bu şiirdedir. Şiirin adı da zaten Son- Uç İlahisi’dir. Şaire
sanatının başlangıcında da, ucunda da verilen sonunda varılan da Akın için
budur. Ve bu, şaire yıllar önce verilmiştir ve ancak ona şimdi gelinmiştir.
Onun için
sunulan Gülperi ve Leyla ise ‘fani olana’ kapılmamaktır. Ebedi olana tutulmak ve tutunmaktır. Mekansa
çöl ve Bedehşan değil, Akın için hayatın yaşandığı tüm kara parçasıdır. Sonuçsa bütün olgun şiirler gibi,
vahdettir. Tektir. Bir’dir.
Ve bu şiir
ideal bir şiirdir, Akın şiiri için. Realitenin önündedir. Şiirde yakalanmak,
ulaşılmak istenen bir toplamı yansıtır. Demek istediğim romantizm değildir.
Romantizm ile realiteyi aşmak arasında fark vardır. Tevfik Fikret’in ‘Sis’
şiiri örneğin gerçeği geride tutma ve olumsuzlama yönünden romantiktir. Akın’ın
bu şiirinde gerçeği arka ve derin planda kavramının huzuru ve rahatlığı vardır.
(Bu metin, Kuruluş Dergisi'nin önümüzdeki ay yayımlanacak olan Kasım- Aralık 2018 sayısının konusu Hüseyin Akın bölümünden alınmıştır.)
Yeprem Türk