5 Ekim 2018 Cuma

HÜSEYİN AKIN ŞİİRİ

Son/ Uç İlahisi

Meyil verecek değilim bir kula
Kulu çarmıha gerecek değilim
Sen benim tanrımsın dünya ahret
Önümden çekilme n’olur göreyim
Uzağı sensiz görecek değilim

Bir okul yaptırdım adına bir oğul
Tanrım seni tanırım, budur ispatı
Kalkmadan yerimden ‘amin’ deyişim
Ve herkes kalabalık ve herkes çoğul
Yerini bilip de söylemeyişim

Karşıdan karşıya geçerken anladım
Aşk da yasalara tabidir, ölüm de
Yanlış yazılmış bir dilekçe de adım
‘İntihar’ diye geçmiş kayıtlara
Biliyorum daha çok yol var önümde

Yine de sökemez alınyazısını
Hayat hiç durmadan resim yapar
Bir leke düşürür tuvaline
Kanatıp da aşkın kırmızısını
Besmeleye bakarak isim yapar

Meyledecek değilim paraya pula
Kalbimi bir pula gömecek değilim
Yaşamak hoşuma gidiyor bazen
Hani şöyle yan yana iki kişi
Tanrım, varsın ya, ben ölecek değilim

Büyük şairlerimize bakıyorum da şiir nasıl da her şairde aynı başlıyor aynı bitiyor. Ve aşamalar, dört ana bölümle açıklanıyor. Birinci bölümde, şairin neyi söyleyeceği, rüyada, uykuda derin bir ilhamla şairin kalbine sokuluyor. Bu, genellikle çocukluk ve gençlik çağlarında meydana geliyor. Ona o yaşta bir dua öğretiliyor, telkin veriliyor. Yunus’ta bir tefekkür anında, Aşık Sümmani’ye rüyada, Sezai Karakoç’a bir yolculuk esnasında şiirin altyapısı aydınlanıveriyor. Ve F. Hölderlin’in de dediği ‘İlk mısra Tanrı’dandır, ibaresi, aslında her şiir için akla gelen ilk dize değil, şaire, şairliğin başlangıcında verilen duygu ve duyuş türü oluyor.

İkinci aşama gelir. Aşkınlık devreye girer. Basiret, bilgi ve duygu artar. Şairdeki günlük hayat manzarası değişir. Sonsuzluk duygusu devreye girer. Şair, insanı ve hayatı hem günlük insan hem de ahretin bir çocuğu, bir yansıması olarak okumaya başlar. Aşkınlığa bade de denir. Bade  nedir? Tanrı sevgisidir. Peygamber sevgisidir. Mecazi aşktır. Millet sevgisidir. İnsan sevgisidir. Şairi saran vahdet talazıdır.
Sonra sevgilinin cemali gelir, şairin karşısına.  Bir siluetin ardından, bir tepenin üstünden gösterilir. Sümmani için bu cemal Gülperi’dir, Mecnun için Leyla’dır. Aslında olay ne Gülperi ne Leyla’dır. Göz; ilhamın, hakiki şiirin tuluatı üzerindedir.

Sonra bir mekan girer şairin kalbine, üçüncü aşama başlar. Bu, Leyla’da çöl olur, Sümmani’de Bedehşan. Başkalarında da başka bir mekan.
Ardından menzil gelir sanata. Amaç, ülkü, olgunluğa varma, eriş, vahdete varış. Daha önce üç parçada saydığımız mecazi aşamaların hakikatini biliş.
Hüseyin Akın’ın bu şiiri, bu aşamaları çağrıştırır. Ve Akın’ın şiir olarak, sanata en çok yaklaştığı şiiridir. Onun şiirinin özüdür, en yoğun kişilikle yoğrulmuş şiir personası bu şiirdedir. Şiirin adı da zaten Son- Uç İlahisi’dir. Şaire sanatının başlangıcında da, ucunda da verilen sonunda varılan da Akın için budur. Ve bu, şaire yıllar önce verilmiştir ve ancak ona şimdi gelinmiştir.

Onun için sunulan Gülperi ve Leyla ise ‘fani olana’ kapılmamaktır.  Ebedi olana tutulmak ve tutunmaktır. Mekansa çöl ve Bedehşan değil, Akın için hayatın yaşandığı tüm kara parçasıdır.  Sonuçsa bütün olgun şiirler gibi, vahdettir.  Tektir. Bir’dir.


Ve bu şiir ideal bir şiirdir, Akın şiiri için. Realitenin önündedir. Şiirde yakalanmak, ulaşılmak istenen bir toplamı yansıtır. Demek istediğim romantizm değildir. Romantizm ile realiteyi aşmak arasında fark vardır. Tevfik Fikret’in ‘Sis’ şiiri örneğin gerçeği geride tutma ve olumsuzlama yönünden romantiktir. Akın’ın bu şiirinde gerçeği arka ve derin planda kavramının huzuru ve rahatlığı vardır.

(Bu metin, Kuruluş Dergisi'nin önümüzdeki ay yayımlanacak olan Kasım- Aralık 2018 sayısının konusu Hüseyin Akın bölümünden alınmıştır.)



Yeprem Türk

&

Mekke’den Medine’ye hicretten beri biz hicret medeniyetiyiz hicret milletiyizdir.

Ardından gelen çeşitli biçimdeki hicretler onun devamıdır.
Hicret olduğu zamanlarda bereket, himmet ve ilerleme vardır. Ferahlık vardır.

Hicret, sadece mekan ve yer değişimi değildir. Fikirden fikre, çağdan çağa hicretler de olur.

Selçuklu’dan, Osmanlı’ya; Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişimizde aynı medeniyetin başka hicretleridir.

Din, hicretlerle nefesini tazelemiş insanlara ulaşır. Eskinin yeni çayırları, otlakları şimdinin irfanı, felsefesi anlamındadır.

Hicret felsefemiz derindir. Hem duygu hem bilgi anlamında.
Her hicret, yeni bir tefekkür biçimidir; geçmişi yeniden düşünme ve telakki etme sanatıdır.

Hicret bizi yeniden yeniden ümmet yapar. Peygambere bağlılığımızı tazeler.

Şimdi hicret Büyük Türkiye’yedir. Ve bu Türkiye ile kurulacak yeni dünya düzeninedir.


15 Temmuz Direnişi, bu hicrete ilk adımdır. 


Yeprem Türk

&

Milletimizin fertlerine telkinler, çocuklukta verilir. Bu bir rüya ile ya bir ortamla ya da hızırla olur.

Mecnun’a mecnunluğun ilk satırları belli belirsiz çizgilerle çocuklukta gelir.

Örneğin Aşık Sümmani, çocukken köylerinin yakınındaki bir dağda gördüğü rüya ile aşıklığın ilk basamağına adım atar.
Yahya Kemal’in çocukluğu, Üsküp’teki Rıfai Tekkesi’nin zikir sesleri arasında ilk duasını alır.

Bazen bir veli, alim, hoca; çocuğun kalbine ön tohumlar atar. Çocuk geleceğini ona göre şekiller.

Zaten psikologlar da bugün, çocukluğun insanın hayatının temelini oluşturduğunu söylerler.

Kötülüğün, hasisliğin, kıskançlığın kökleri de yine aynı çağlarda insana yerleşir.

Bu yüzden duasız çocuk duasız çocukluk olmaz.

İyi ve maneviyatlı ekim yapılan çocukluk, soy bakımından geçmişini de geleceğini de memnun eder.


Yeprem Türk

&


Asya, bir Avrasya parçası değildir. Asya ile Avrupa’nın kökleri birbirinden farklıdır.  Avrupa’nın temelleri Grek havzasıdır. Roma kalıntılarıdır.

Asya genetiği, kaderi; tüm yönleriyle İslam ile Anadolu’da mayalanmıştır. Asya’nın kişiliği, Anadolu’ya geldi. İslam ile yoğrulup gerçek şahsiyetine kavuştu.  İbni Haldun’u haklı çıkarırcasına İslam’ın yeni insanı, nefesi oldu.

Bu zaman aralığında da zaten Mehmet kişiliği, millet adına oluşmaya başladı. Milli otobiyografimizin haneflikten sonraki ilk satırları yazılmaya başlandı.

Milletlerin ilim, siyaset, sanat tutumları ve edep erkanları vardır.
Bu unsurlar bu dönemde maya tuttu.


Y.TÜRK


GÖRMEDEN ÖLMEK


GÖRMEDEN ÖLMEK-  İBRAHİM TENEKECİ (Profil Yayınları, 2016)

Önceki kitaplarında İbrahim TENEKECİ, gördüğü şehirlere veya yerlere karşı da nesneleri muhatap alarak unutma beni, derdi. Bu kitabına ise, hayatına ‘ey ömrün unutma beni’ şeklinde bir ünlemeyle giriş yapıyor. Ölüme, ölüm duygusuna hazırlıktır aslında, bu deyiş. Ancak Görmeden Ölmek ibaresi de yine  tamamlanmamışlığın, gözleri açık gitme duygusunun dışa vurumu gibi duruyor. Şiire ömür veren Akif’in, sanatı için ‘Üç buçuk nazma gömülmüş heder’ cümlesini de hatırlatıyor. Büyük şairler böyledir. Bir yabancı şairin ‘abartmayın yetenektir’ dediği gibi de değil mesele. Şiir adına tevazu iyi bir şeydir. Yahya Kemal’de bu duygu yok mesela. Kendisinden sonra şiirin biteceğini belirtecek kadar şiirine aşık birisidir o. Tenekeci’nin bu tür hissedişleri, şair için, şiirinde büyük ve olgun duraktır aslında.

İnsanı yerinden eder gözlerin
Suların serin, toprağın haklı
Kusursuz kuşlar, çayırlar ve tay
Anlatma, inanmazlar-hep öyledirler
Ölmekten dönerler her akşam eve
Ekmeği bilirler, bilmezler buğday
Yukardan bakarlar, dünyadan sana
Sakın sırrını deme onlara
Düzlükte garipsin, dağlarda pırnal
Bulmuşsun fakat yeniden ara


Yukarıda bahsettiğimiz şahsiyet genişliği Tenekeci’nin poetikasına da yansımış. Artık Tenekeci şiiri, o derece üstü açık göğe değgin bir şiir ki, yeri ve göğü aynı nazar içinde mana olarak eritiyor. Rahmet hem gökten hem de yerden yağıyor. Mevlana’nın ‘görklü bakış’ı yani yüce tefekkürü gibi. Aslında bahsettiğimiz şiir kitabı, hece şiirleriyle doludur. Mehmet Emin veya Yedi Meşaleciler hecenin bugün geldiği bu yeri görseler sanırım şaşırırlardı. Bugün hece şiiri sadece biçim bakımından bu eski hece şairleriyle bir ilgi taşıyor. Nüve ve bünye olarak ise daha başka yepyeni bir şiir. Bugünün hece şiirinde, o ellili, altmışlardaki serbest şiir karşısındaki eziklik yok. Hece şiirini yöneten iyi şairler iyi ortamlar iyi bir bilgi akışı, büyük ve derin duygular var.


Yeprem Türk

VATAN SOMUTTUR

VATAN SOMUTTUR, HAKAN ARSLANBENZER (Aralık, 2014 Profil Yayıncılık)

Vatan Somuttur’ yayımlandığında İtibar dergisi Hakan Arslanbenzer’i Namık Kemal’den sonra gelen ikinci vatan şairi olarak adlandırmıştı. Ali Görkem Userin’in şaire bir yakıştırmasıydı bu. Gerçi haklıydı da. Çünkü Hakan Arslanbenzer, vatan ve millet gibi kelime ve duyuşların rafa kaldırıldığı, postmodernyunanilik ile şiir kuran seksen kuşağından sonra, bu alandaki boşluğu ve uçurumu gördü. Namık Kemal gibi, vatan ve millet duygularında bir tazeleme ve ihya arayışına girdi. Bunu biraz da başardı gibi de. Ancak şiir eleştirisi üzerinde fazla mesai harcaması, şiirde istediği yapıyı ve imajı kurmasına engel oldu. Gelecekte ne yapar bilinmez ama, şiirsellikle daha fazla buluşmak için çaba harcayabilir. Somut şiir de olsa şiirin şiirselliğe muhtaç olduğunu fark edebilir.
Bu kitap, seksen şiirine benzer bir eğilime giren İslamcılık düşüncesi için bir panzehirdir. O yıllarda ikisi de vatansız, topraksız, milliyetsizdi.
Üslup açısından Namık Kemal’in, Akif’in, Tefvik Fikret’in, Nazım’ın ve Bertolt Brecht’in büyük katkısı var, kitapta. Tavır ve eda, biraz özgünlük ve biraz da yukarıda saydığım isimlerin etki toplamıdır. Konuşan ve hükümler bildiren şiirler var, kitapta.

Allah seninledir ekmek çalarsan
Sütsüz yaşar insan ekmekle yaşar
Karnın tam doymasa da ölmezsin
Ve Allah seninledir yarı aç yarı tok yaşarsan
Allah senden sıkılmaz
Sen de Allah’tan sıkılmazsın

Bu pasaj, Hakan Arslanbenzer’in  Allah seninledir ekmek çalarsan şiirinden yaptığım bir alıntıdır. Çirkinliğin estetiğini de içinde barındırır. Çalmak olgusuna karşı değişik bir bakış açısı getirir. Hırsıza bir yerde haklılık payı da vermektedir. Zaten Arslanbenzer’in de şiirinin çıkmazı buydu: Çirkinliğinin estetiği ile vatan-millet hamurunu aynı teknede yoğurmak.


Yeprem Türk





UZUN SÜRDÜ HAZIRLIĞIM


UZUN SÜRDÜ HAZIRLIĞIM, CEVDET KARAL (Everest Yayımları, Mayıs 2017)

İlahi türünü kent hayatında öne çıkaran, metropolleştiren, türlü çapraşıkların ve çıkmazların içinden konuşan bir kitaptır. İlahi deyince mekan olarak eskiden beri camiler ve onların avluları, belli muhafazakar ve müzmin çevreler akla gelirdi. Cevdet Karal şiirinin ilahi söylemesi için bu mekanlara ihtiyacı yok. Hatta:

Kime neyi, nasıl itiraf edeyim
Anlatsam bir anlayan çıkar mı ki
Batakhanelere sızan ezan sesinin
Yüreğe nasıl işlediğini
Bana kalırsa daha yücedir onun hissi
Bir cami avlusunda beklemekten namaz vaktini

Diyecek kadar mekan algısında ve mekanlar arası alt üst sınıf ilişkisinde değişiklik yapmıştır. Ve bu durumda da, kendi açısından haklı olacak kadar bir duygu ve psikoloji yaratmıştır. Ancak, kadim ilahi tarzının övdüğü çevreyi alt edecek kadar bir estetik ve haklı bir durum taşımaz. Sadece farklılık oluşturma adına ilgi çekecek garip bir zevk oluşturuştur o kadar.
İkinci özelliği bu kitabın, Tanrı ile ilişkisinin oldukça duygusal planda olmasıdır. Çoğu şiirde Allah ile iletişime geçilmiştir. Fakat bu iletişimin ham kaldığı yerlerde şiirler, okuyucusuna sanki ‘günah fikrini’ yaşatıyor. Ancak şiirdeki duygusallık ve patetiklik bu fikri öldürüp, okuru şiirin içinde tutmaya devam ediyor. Şiirler  okunup bitirildikten sonra okuyucuyu, bir Molla Kasım olma yoluna sokmaya zorlayan bir intiba kalıyor.

Bu yüzden bu tür şiirler, kuyruk yağı ara ara da vita yağı gibidir. Ateşsiz bırakırsanız donar. Alevi ise miniminallik ve daha çok da patetiklik yani duygusallıktır.

Arada spontanlık göze çarpıyor, Cevdet Karal şiirlerinde. Fakat spontan gelişen yerler, yukarıdaki benzetmemizin dışındadır. Spontan kısımlar daima akıcı ve sıvı haldedir. Katılıktan uzaktır. Gönlün kağıda düşürdüğü berrak fragmanlardır. Zaten şiirlerin bu parçalarının da yüzünde ışık, canlılık, hayat vardır.

Yeprem Türk