17 Mart 2017 Cuma

a


Ey bombili fanilik
Aroman falan filan cennettensin

İnsanda heyecan yaparsın

Her an dünyanın ilk günü gibi semadan
Dakka dakka iner gelirsin

Insan  aklını baştan alır
Gökte keçi otaran dostlar vehmeder
Onlardan haber verirsin

Ne diyeyim kızılmaz, silinmez
Kırılmazsın

Dünya stad, içinde  oyunsun
İlk insanın son insana attığı
Evrensel pasın adısın

Sen bizi bulunduğumuz yerden makasla
Keser alır
Ahret pazarına sunarsın



y.t.

M h m d


Tanzimat’tan sonra milliyetimiz, kitabileşti. Şimdi bu kitabiliği aşmaya çalışıyoruz. Şair, milletini görmeye gittiğinde, karşısında son yüzyılın metinleri ile meydana gelmiş millet tanımlarıyla karşılaşıyor. Ve bu metinlerdeki sözlerin kıratı hakiki milletimizi taşıyamıyor. Ve tam da burada sorusunu soruyor şair. Biz, bu metinlerin ulusu muyuz? Yoksa Muhammed ulusu mu?

Oysa millet olma halimizi Allah, Hz. Muhammed (sav) ile halk etti bize. Bizi, Muhammedi suret üstünde bir millet yaptı. İdeolojik metinlerle ne kadar koparmaya çalışsalar da bizi bu kaynaktan, insanımız kendisini yaşayıp kendisini devam ettirdi.

Millet üzerine ne yazılırsa yazılsın. Sırf okunmaktan ötelere manalara varmadıkça etkisizdir. Ne de olsa eskiler sözden iş anlaşılır, der. Millet, kitabi bir şey değil daha çok yaşamakla alakalıdır.

Mehmetli milletini biz böyle söylüyoruz. M h m d, gibi dört harf üzerinden geliyoruz. Yine dört mana üstünden gidiyoruz. 1) Ademle başladık. 2) Nuh ile yenilendik 3) İbrahim milleti ile genişledik 4) En son ve mükemmel hal olan Muhammediliğe erdik, son kez millet olduk.



Y.Türk

12 Mart 2017 Pazar

BİR YAZ GECESİ HATIRASI


İşveyle, fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevda yine bi-hab
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtap...

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Gözler neler eyler neler işrab
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bitap...

                                                 (Ahmet Haşim)




Şair, bu şiiri tasarlarken şiiri taşıyan tüm ana hat kelimelere de alışmıştır. İşve, sevda, vuslat, mehtap gibi şeyleri de İbrahim’in kuşları kendisine dadandırması gibi beslemiştir. Şair, hangi anahtar sözcük olursa olsun artık ona aşinadır. Yazmak istediği forma ve havaya göre bunları şiirine çağıracaktır.

İşve, sevda, vuslat, mehtap  gibi parçalar var şiirde.  Ve şair, şiirinde, onları tek bir bedende İbrahim’in güvercini gibi toplaştıracaktır. Böyle düşünüyor.  Ne var ki ne derece şiirsel düşünürse düşünsün şair, bu unsurlar bir araya gelmiyor.  Aralarındaki mesafe de gittikçe uzuyor. Aslında buna da, şairin şiir mantığı  sebep oluyor.


Şiirin sahnesindeki mehtap, örneğin dişil bir kelimedir. Ve şiirde o kadar kuvvetli ki şiirdeki tek renktir. Ve şiirde mitolojik bir kadın kılığında durur. Akıl çelicidir. Emellere kuvvet, zindelik katıcıdır. Ancak vuslata da o kadar uzaklık vericidir.  Daha köklere gidersek işve ve mehtap her şeyden önce şairin,  Adem’in Havva’sıdır. Şair ne kadar, daha uhrevi daha kozmik bir alemin içine gitmek istese de bu kelimelerin getirdiği felsefe onu, vuslat için imkansız mekan dünyaya doğru çekecektir, buna mecbur bırakacaktır. Vuslat, bir kuş gibi bitap düşecektir. Ve şiiri Resuller sözüne benzeten bir şaire, İbrahimlik tul-i emel olarak kalacaktır.


Yeprem Türk


ATÖLYE



Bazı şiirlerimi bilerek klasik zihne yakın yazıyorum. Çünkü şairler, formda o derece marjinal ve uçuk gittiler ki okuyucunun buna yetişmesi mümkün değil gibi. Ne de olsa insan bir dünya klasiğidir. Şiirde de böyle taraflar hep vardır.

Aşk ve Allah birlikte gelir
Bunu gözyaşı anlatır
Ve kirpiklerdir, incedir
Muhammed’in selamını damlatır

Bu dizeler Der şiirimin ilk dörtlüğüdür. Şekil bakımından klasik, içerik bakımından da azca moderndir. Ancak konuşan kişisi özgündür, samimidir. Ve şiirin kişiliği ancak bu kadar modern olabiliyor. Öyle gerekiyor yani.

Örneğin daha formalist davranıp, deneysel bir yol da izleyen bir kişilikte olsaydım bu duygular için epey şekiller keşfedebilirdim.

Aşk ve Allah birlikte gelme
Buna gözyaşı dayanmam
Ve sen kirpik kıl ince
Muhammed’in selamın damlatma

Biçimci arkadaşlara nihayetinde bu çalıştığım şekilleri gösterdiğimde sevdiler de. Damlatma yerine gümletme kelimesi daha iyi gider diyenler de oldu.
Ama gerek var mı?
Dünyanın en etkili ve zamanına göre de bir yenilik getirmiş şarkılarını bir dinleyin. Şekil, şarkılarda biçim halinde değil. Söyleyenin içinde. Buna nefes dediğimiz de olur. Nefes = Biçim.



Yeprem Türk

25.




Kahramanın düsturlarına yatırım yapan edebiyat, Türkiye ve çevresinin fikir olarak dışa doğru bir kabarmaya gidişinin göstergesidir. Modernlikte İslam toplumlarına doğru gerçekleşen zihinsel, kültürel ve askeri kuşatmalar Müslümanlara bir sömürge dönemi yaşattıktan sonra Doğu'da ortak unsurlarla hareket etme ihtiyacı doğdu. Bu ise bazı bölgelerde ortak düşünce etrafında bir millet olmanın önemini artırdı. Merkezdeki Avrupa'nın ve Amerika'nın önemini ortak duygular aldı. Mesela İran ve Türkiye şii ve sünni bloklara rağmen İslam medeniyetleri başlığı altında medeni ilişkileri tercih etmek durumunda kaldı.  Bu iki blok birbirlerini yok etmek yerine Avrupa ve Amerika uygarlıkları gibi İslam'ın iki ayrı medeniyetleri olarak yollarına devam etmeliler. Bunu da sanıyorum bir güç dengesine duydukları arzu ve samimiyetle başarabilirler. Aslında iki İslam medeniyeti de sadece yoğurt yiyişlerinde farklılık arz eder. Öte yandan birbirleri için de birer imkan olarak durmaktadırlar. Diğer yandan, bir zamanlar, Afrika Müslümanıyla Bosna Müslümanını aynı mekan ve zamanda buluşturan Osmanlı tipi siyaset, Türkiye'nin damarlarında dolaşım imkanı bulmuştur. Açıkça söylemek gerekirse İran bundan ürkmemelidir. Bu, İran ve Türkiye arasında vasat bir dengenin sağlanmasından başka hedef gütmez.  İran kendine has ve ilginç bir İslam medeniyeti ülkesi olarak, bunu anladığı ve yayılmacılığı tetiklemediği sürece Türkiye için bir olanaklar kapısıdır. Sünni olan şiiliği; şii olan sünniliği ortadan kaldırmaya yeltenmemeli. İslam'ın birden fazla medeniyet görüşüyle yaşamasının İslam'a bir zararı olacağı kanısında değilim.  Tarihe biraz da doğal bir değişim alanı olan bu süreği sunmak gerekir. Ama bunlara rağmen Kahraman eksenli siyaset Doğu ve Batı İslam toplumlarının bir arada bulundukları, alış veriş yaptıkları daha medeni daha ortak bir mekandır.   Türkiye'nin asıl siyasi ruhu da zaten  böyle bir şeydir.


Y.TÜRK

KİBİR VE TEVAZU



Günümüzün cemaat liderleri veya butik alimleri aşırı ve gereksiz şekilde meşrep kavgası vermekteler.
Bu tür kavgaların devlete ve millete kazandırdığı tek şey: Bezginlik, yıkım ve dağılmak olmuştur.
Osmanlının son zamanlarında merkezi kamuda Fakılar ile Sofuların itikat kavgaları vardı. Millet, senelerce bu iki kesimi tiyatro gibi izledi. Başka işlere kafa yormayı unuttu. Dış dünyada meydana gelen gelişmeler, bu çekişmelerin gölgesinde yitti. Ticaret bitti. Sanat  buharlaştı. Siyasa çöktü. Osmanlı toprak ve saygınlık yitirmeye başladı.
İstanbul fethedilirken, Bizanstaki kiliselerin yine buna benzer  boş tartışmalar yaptığı bilinir.
Hakeza Moğollar İslam dünyasını yerle bir etmeye yeltenirken medeniyet ve bilginin beşiği olmuş Bağdat’taki Beytü’l Hikme adlı irfan ve bilim evinde alimlerin, incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalara yöneldikleri yazılır. Yani alimlerin ve alim kılıklı insanların bu tür hareketlere tevessül etmeleri, ülkelerini ve birikimlerini kaybetmekle sonuçlanmıştır.
Kur’an’da ilim edinenler ve kibre kapılanlar şeklinde adlandırılıyor, bu tür bilginler.
Bir rivayete göre Yunus’a Mevlana’nın Mesnevi’sini sormuşlar. O da Mesnevi için çok uzun ‘Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm’ dense yeterdi, demiş. Ama aynı Mevlana’nın nazarının da kendisine makam atlattığını, gönlünün ışıklarının yanmasına vesile olduğunu söylemeyi ihmal etmemiştir. Mevlana’nın da Yunus için ‘hangi makama erdiysem, o Türkmen kocasını benden önce varmış gördüm’ demesi karşılıklı tevazu ve anlayışın diğer ucudur.


Yeprem Türk

Söyleşi



Aykut Nasip KELEBEK ile Söyleşi


Konuşan: Adem KALAN


Bir şair olarak ilk nesir kitabınız çıktı.  Bu sizin için ilk poetik kitabınız. Hayırlı olsun. Ancak poetik metinler üreten şairlerin dışlandığı edebiyat ortamımızın size ceza kesme olasılığı nedir? Şiirin yanında neden poetika?

Öncelikle iyi dilekleriniz için teşekkür ederim. “Kanlı Canlı Şiir” çıkalı bir ay kadar oldu, kitapla ilgili şimdiye dek aldığım yorumlar, bazı küçük önerilerin dışında olumlu yöndeydi; şiiri hakkında -olumluların yanında- bazı olumsuz görüşler bildirdiğim şairlerden de -sağ olsunlar, gözlemlediğim kadarıyla metin-içiyle metin-dışını ayırt etme konusunda ilerleme kat ediyoruz- büyük oranda övücü, yüreklendirici paylaşımlar aldım. Poetika biraz farklı bir alan ama evet, aktüel şiir üzerine  yazanların belli bir temkinle, bir çeşit tepkisellikle karşılandıkları bir gerçek; nitekim ben de bu kitaptaki bazı yazılardan ötürü, dergilerde yayımlandıkları süreçte bazı tepkiler, küskünlükler ve burada söylemeliyim, çirkin hareketlerle karşılaşmıştım ki zaten bunu da kitabımın sunuşunda kısaca belirttim. Hatta bir öykücü dostum, “Arkadaş her yazdığın yazı olay oluyor, boşver eleştiriyi, şiirine odaklan” demişti bana bir defa. Fakat o yazılar bir araya gelip “Kanlı Canlı Şiir” adında yaklaşık iki yüz sayfalık bir kitaba dönüşünce, gördüğüm kadarıyla çevrede de özel bir ilgi ve dikkat oluştu. Yani son derece ciddiydim. Yaşımın, kabul edelim ki bu işler için alışılmamış bir yaş olması ve pek el atılmayan bir türe yönelmem de öyle zannediyorum ki birçok insanda bu kitaba karşı ayrı bir sempati yarattı. Bunlar, erken yorumlar elbette; algı yarın tamamen terse de dönebilir. Ama bana sorarsanız, edebiyat ortamımızın eleştiriyi ödüllendirip temelsiz/samimiyetsiz övgü ve yergileri cezalandırmaya başladığı gün, ideale bir adım daha yaklaşmış olacağız. Gelelim, şiirin yanında neden poetika, sorusuna: Kimse eleştiri yazmıyor, bu boşluğu doldurayım yahut eleştiri yazarak edebiyatımızı zenginleştireyim gibi düşüncelerle hareket etmiyorum, böylesi bir ödev bilinci eleştiriyi benim için bir sıkıntıya dönüştürürdü. Ben, kendi zihin dünyamda şiirle eleştiriyi birbirinden bağımsız düşünemediğim için eleştiri yazıyorum, şiir eleştirisi benim için şiir gibi bir şey yani -ilk şiirimle ilk eleştiri yazımın birbirini izleyen aylarda, ilk şiir kitabımla ilk eleştiri kitabımın arka arkaya yayımlanması da bu durumu bir başka açıdan somutluyor-. Çabamın bu eleştiri boşluğunu doldurmak, edebiyatımızı zenginleştirmek gibi sonuçları olursa bundan da büyük mutluluk duyarım. Eleştirmenlik, hem zekâma iyi geliyor hem de hayatın diğer alanlarının zekâma katkılarını görmemi sağlıyor. Eleştiri yaza yaza, ukalalık olarak algılanırsa çok üzülürüm, Bedri Rahmi’nin “Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası/Ayak seslerinden tanırım” mısralarındaki ruh haline erdim; eleştiri galiba bu ayak seslerindeki ritmi çözümlemekle başlıyor. Neden eleştiri, neden poetika sorularına çok sayıda farklı yanıt verebilirim belki, şu an aklıma bunlar geliyor. Son olarak, kendi bağlamımdan çıkıp şiirle ilgilenenlere birkaç öneride bulunmak isterim: Türk şiiri bir umman. Ben 1950 sonrasına ayrıca yöneliyorum, fakat şiirimizin her dönemi ve her aşaması dikkate değer bir zenginlik içeriyor, bu alana girip nitelikli eleştiriler çıkarmak, yeni tartışma alanları açmak gerekiyor. Biliyorum, bakirliği ölçüsünde yankısız bir alan Türk şiiri eleştirisi, ama sabır ve mücadele.

Bence yeni kuşak imgeciler, yeni çağda imgenin nasıl kullanılacağına dair ilk ipuçlarını bu kitapta bulacaklar.

Bu, enteresan bir yaklaşım. Aslında kitapta imgeyi merkeze alan herhangi bir kuramsal metin yok ancak kimi imgeci şairler hakkındaki yazılarımdan imge yaklaşımımı çıkamak mümkün sanırım. Ben, imgeyi, okuru metne yabancılaştırmada değil dahil etmede bir araç olarak değerlendiriyorum; anlamlandırma açmazına değil belki çok anlamlılığa davet ediyorum. Bir aforizma söyleyeyim mi? Okuru bünyesine alan şiirler demokratiktir, dışlayanlar otokratik…

Osman Serhat, bir metninde,  Zafer  Acar ve  sizin için Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar benzetmesini kullanmıştı. Elbette bunu usta çırak anlamında söylemişti. Kitabınızda da bu yönde doğal bir eğilim var.

Zafer Acar hakkında “Kanlı Canlı Şiir”de iki tane yazı var, ayrıca kitaptaki bazı başka yazılarda da Zafer Hoca’ya ilişkin farklı bağlamlarda kurulmuş birtakım ifadeler mevcut. Son dönem şiirimizde Zafer Hoca’ya özel bir konum atfettiğim, sizin de ifade ettiğiniz üzere kolaylıkla anlaşılıyor. Osman Serhat’ın benzetmesine gelirsek: Osman Abi’nin özel bir şiir ve hayat algısı vardır, yeteneği kolay fark eder, çok pratik tespitler yapar, sözü hiç dolaştırmadan söylemekte de üstüne yoktur. İşte bu da o türden bir yaklaşım biçimi. Evet, aralarında neredeyse yüz yıla yakın bir ara bulunan ancak birbirlerine -henüz hatıra anlatacak yaşa gelmedim herhalde- çok benzeyen iki ilişki, -kendime ve çevreme dışarıdan bakabildiğim için bu hususta konuşabiliyorum- ne var ki hiç benzemeyen tarafları da var. Yahya Kemal’in, Tanpınar’ın şiirleri/yazıları üzerinde uzun uzadıya durduğu konusunda bir malumatım yok, “Şiiri bırakın, o benimle bitti” gibi cesaret kırıcı sözlerini ise yine Tanpınar’dan dinliyoruz. Zafer Hoca ise saygıdeğer bir titizlikle benim şiirlerim/yazılarım üzerinde büyük emek sarf etmiş, nadir karşılaşılır türden bir nezaketle beni sıkça onore etmiştir. Tanpınar’ın Günlükler’inde açığa çıkan Yahya Kemal kırgınlığı, belki biraz da buralarda yatıyor.

Kanlı Canlı Şiir,  aslında imgenin yenilenmeye çalışıldığı bir şiir atölyesinde inşa edilmiş.  İmge, ironiyle Zafer Acar’la yenilenmiş ve Aykut Nasip Kelebek ile yoluna dönüşerek devam ediyor, daha kanlanarak daha canlanarak.

Bunları konuşmak için biraz erken sanıyorum, en azından benim konuşmam çok şık olmaz. Ama şunu söyleyebilirim: Zafer Hoca ile tanışmazdan evvel yazdığım ilkgençlik şiirlerimde Sezai Karakoç’un şiirinden etkilenmiş, gelenekle moderni uzlaştırma çabası veren bir delikanlının mücadeleleri vardır; dolayısıyla Hoca ile buluştuğumuz zemin şiirdi. Daha sonraları kendisinden sadece imgeye değil, şiirin neredeyse bütün problemlerine dair birçok şey öğrendim ve aramıza daha sonradan katılan genç şair arkadaşların da varlığıyla buradan ortak bir -sadece imge ve ironiye hapsetmeyelim- şiir anlayışı doğdu. Şu an Zafer Hoca’nın şiiri ve poetikasının sadece bizim ortamımızda değil -Osman Serhat’ın, “Hamse”nin arka kapağında belirttiği gibi- genel olarak edebiyat ortamında önemli bir etkisi var. Ben yavaş yavaş kitaplarımı yayımlıyorum, diğer arkadaşların da dosyaları önümüzdeki süreçte kitaplaşacak ve sizin ifadenizle bu “şiir atölyesi”nin verimleri daha somut ve teklifleri daha açık seçik hale gelmiş olacak. İmge konusundaki yaklaşımlarımı, özetle yukarıda ifade etmeye çalıştım: Evet, imgeyi yenileme, elle tutulur, gözle görülür ve belki en önemlisi, kalple hissedilir kılma çabamız; bu kitabın belli başlı örgütleyicileri arasındadır.

Kavramları da hayatı da değerli kılan şahsiyettir,  imge için de aynı şey geçerlidir.  Kan ve Can  lazımdır elbette bunu sağlamak için.



Kitabın adı bir teklif elbette, çünkü okuduğumuz şiirlerin büyük çoğunluğu, gündelik hayatımızda sık kullandığımız kalıplardan olan “kanlı canlı”lığı yansıtmıyor. Kalıbın daha temel anlamlarına gidecek olursak, işte yaşadığımız hayat tam anlamıyla bir can pazarı, coğrafyamızda her gün oluk oluk kan akıyor. Şiirin bu kanlı canlılığı yansıtması, giderek bizzat hayatımızdaki/damarlarımızdaki kan ve can olması lazım. Hayatımızda yer edinebilmesi başka türlü mümkün görünmüyor. 



Kuruluşdergisi