13 Temmuz 2021 Salı

Yedi İklim, Temmuz 2021

 

Bu sayıda, Ali Haydar Haksal,  Ernest Renan üzerinden düşünmeye verimli güzel bir tartışma alt planı hazırlamış. Önce Ernest Renan'ın 'Bilimin Geleceği' adlı eserinin özü sayılabilecek bölümü buraya aynen geçirmek isterim:

'Demek ki, bugünkü tenkidin işi, süper-natüralizm bulaşmış olan her inanç sistemini yıkmaktır. İlk yıllarında bir din olarak henüz şöyle böyle teşekkül etmiş olan ve o zamandan beri garip bir alınyazısı ile durmadan yeni bir kuvvet  ve karanlık derecesi kazanan İslâmlık, yalnız Avrupa biliminin tesiri ile yok olacak ve tarih bu muazzam olayın sebeplerinin ortaya çıkmaya başladığı yüzyıl olarak bizim asrımızı gösterecektir. Doğu memleketlerinin gençliği Avrupa bilimini almak üzere Batı okullarına gelmekle, bilimini tabiî ve ayrılmaz neticesi olan şeyi, rasyonel metodu, tecrübe zihniyetini, gerçeklik duygusunu, her türlü tenkit dışında tasarlandıkları besbelli olan din masallarına inanmanın imkânsızlığını beraberlerinde alıp götürecektir. Daha şimdiden mutaassıp Müslümanlar buna kaygılanıyorlar ve Batı'ya giden gençliğe tehlikeyi gösteriyorlar, Şeyh Rifaa, Avrupa'ya ait enteresan seyahatnamesinde, bilim kitaplarımızın güzelliğini bozan esef edilecek yanlışlar üzerinde duruyor ve o kitapların bu zehirden temizlenmelerini henüz mümkün görmüyor. Fakat şüphe yok ki, şimdi yanlış zannedilen bu fikirler, modern metotlarla ülfet peyda eden zekâlarda Kur'an'dan daha fazla kuvvet bulmakta gecikmeyeceklerdir.  Bu değişimin sebebi, IX. ve X. yüzyıllar Araplar için Yunan edebiyatı ne kadar manasız kalmışsa bugünkü şarklılar için de o kadar manasız olan edebiyatımız değil, tıpkı Yunan bilimi gibi, millilik damgası taşımadığı için insan zekâsının saf bir eseri olan bilimimizdir.'


Geçen yüzyıl, belki de Müslümanlar için bu suçlayıcı ifadelere cevap vermekle ya da onları tartmakla geçti. İyi de oldu. Namık Kemal'den, Afgani'den,  Reşid Rıza'dan, Mehmet Akif'ten  (Nasrullah Camii Vaazı- Safahat)  tutun Fuat Sezgin'e kadar büyük isimler bu ithamları karşılayabilmek için büyük emekler verdiler. Ama galiba Renan'ın bu saçmalıklarına asıl yumruğu İslam İlimler Tarihi adlı büyük çalışmalarıyla  Fuat Sezgin indirdi. Fuat Sezgin'den sonra Renan'ın söylediklerinin bir anlamı olmasa gerekir.  Şarkiyatçılıkta son bir dönüm noktası varsa o da Fuat Sezgin ile başlayan aşamadır.  Renan belki şarkiyatçılığı başlattı ama Fuat Sezgin ile de bu türden şarkiyatçılık bitmiş oldu.  Artık Renan'ı dinlemeyecek kadar çok şey biliyoruz, onun söylemlerini haksız çıkaracak denli somut, tarihi vesikalara dayalı  deliller var elimizde.

 

Eski Grekler Batı için ilk öğretmenler ( filozoflar ) kuşağıdır. Bizim içinse Grek öncesi başka bir ilk öğretmenler kuşağı vardır, görmezden gelinip unutturulmak istenen kayıp bir kuşaktır. Bunun ip uçlarını yakalayacağınız bir eser adı vermek isterim size: 'Egon Frıedell, Antik Yunan'ın Kültür Tarihi'.  Bu eser Grek irfanı diye tarif edilen birikimin  o dönemdeki yaşamın uzamı içindeki boşluklarını gösterir.  Temel irfan olarak adlandırılan bu kültürün söylemiyle  o çağın yaşamı arasındaki farka dikkat çekiyor eser. Böylesi derin bir irfanı ortaya çıkaran insanların kelimeleriyle hayatlarının uyum içinde olması ve bu birikimin geniş bir toplumsallık göstermesi  beklenirdi. Yoksa o büyük irfan ortaya çıkmazdı. Bu boşluk, irfandaki kayıp kuşağa delalet eder.


Endülüs İslam filozofları dünya bilim, irfan tarihinde ikinci öğretmenler olarak geçer.  Bir de modern Avrupa, üçüncü öğretmenler kuşağını oluşturabildi mi?  Dördüncü öğretmenler kuşağı geliyor mu? Bunları tartışmak gerek. 

Yani dikkat çekmek istediğim şey, her öğretmen kuşağıyla dünyanın farklı bir uzamın içine çekilmesidir. Ve bu uzamın adına da medeniyet ya da uygarlık denmesidir. Renan da aslında yazdıklarıyla kendi yaşam uzamını hazırlıyor. Bilim, sanat gibi unsurların yeni versiyonuna ve bunların hayat bulmasına işaret ediyor. Renan sadece oluşmaya başlayan bu uzamın sevincini şımarıklığa taşıyarak da olsa yaşamaya çalışıyor. Kendi  medeniyet uzamına kavuşmanın esrikliği de var üstünde. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'kriz' ifadesi,  insanın farklı bir uygarlık uzamındaki hem akıl hem zeka hem da duygu olarak çatışkısını anlatan bir şeydir.  Uyum sağlayana kadar bu kriz sürer. Aynı krizi yüzyıllar önce Avrupa yaşadı. Avrupalıların, Ortaçağı lanetle anmalarının temelinde bu kriz var, başka bir dünya tasavvurunun uzamında emaneten yaşamanın gerçekliği bulunur. Renan, Doğu'daki gençlerin Batı'ya ilim için geleceklerini ve  onların ebeveynlerinin bu tür göçlerden de rahatsızlık duyacaklarını söylüyor. Ama aynı bilim seferi yıllar önce Avrupa'dan İslam topraklarına, medreselerine doğru yapılıyordu. İlim dili olarak Avrupalı gençler Arapça öğreniyordu. Renan, kendi yargıçlarının giydikleri cübbeyi görse onun nereden geldiğini de bilecekti. Gerçi şimdi de biz bu krizi yüzyıllardır yaşıyoruz, ama yine de futbol turnuvalarında Avrupa Kupa'sını almak için can atıyoruz.  Nihayetinde beden ve zihnimizin Avrupa uygarlığı uzamıyla bir şekilde yaşamayı öğrenmesi  ve hayatta kalması gerekir.  İşin gerçeği ise bu uzam intibakı bir yere kadar. Yunus Emre'nin  dediği 'Kend'öz' kavramı  önemlidir.  Kend'öz, insanın bir yerlerinde daim bir dirimle bekler. Sırası gelir uyanır, çünkü o gizli bir krizdedir,  yeni bir uzam- medeniyet arayışındadır ve bir gün bunu yaratıverir. İlme, sanata, paraya, şehre bakış açısı değişiverir.  Kapitalizmi yenmek insana yeni bir uzam sunmakla mümkündür.

Modern Avrupa Çağı, Rönesans ile gelen bir uzamdır. Tezlerle, mesajlarla hazırlanmıştır.

 Şu da önemlidir:  Grek şiiri, o zamanlar, İslam filozof ve şairlerinin ilgisini çekemeyecek kadar düşük bir ayarda seyretmişti. Bu dikkate alınmama mevzuu Renan'ın benliğini epey yaralamış olmalı ki bu olayı  derin bir şikayete bürüyerek hatırlatıyor bizlere. Ama Rönesans, sanatla ve şiirle de geldi. Modern çağda İslam şairleri,  Modern Batı'nın şiirini de dikkate almak zorunda kaldılar.  Belki o rövanş duygusundan olsa gerek Batılılar, Modern Çağı inşa ederken edebiyata ağırlık verdiler.  Rövanşı da aldılar.

Rövanş yine aynı yerden ele geçirilecektir. Çünkü yeni uzam ancak böyle oluşacaktır.


Yeprem Türk


 

12 Temmuz 2021 Pazartesi

DERGİLER 2021 -1

 

SÖZCÜKLER, Ocak- Şubat 2021

Cevat Çapan, Sözcükler'in daim şairi. Belki de Çapan şiiri en çok bu dergiye yakışıyor. Tavır, üslup olarak Sözcükler ile uyuşuyor Çapan şiiri. Süreyya Berfe ve Egemen Berköz şiirleri için de geçerli, bu tespitimiz. Hüseyin Cöntürk'ü eksik derginin. 

Nazım'ın Genç Şairler Topluluğu'na Mektup'u var. Fransızcadan çevrilmiş. Sanırım Türk dergilerinde ilk defa yer alıyor. Fransız genç şairlere hitaben yazılmış. Aslında bu mektup şiirin 1950'lerdeki hareketini ve ülkeleri aşan etkisini gösteren müthiş bir örnek. Enternosyanel bir durum, şiir türüne de yansımış.  Görüş olarak belli bir dünya kamusunda şiir; fikir veya ideoloji çerçevesinde tek yere akıyor. Buna benzer bir şey de Akif şiiri ile İslam ülkeleri arasında gerçekleşmişti. Hem fikirle hem de şiir türüyle ümmet içinde etkileşimler meydana geliyordu. Şimdi yerkürede tez olmadığı için belli bir fikir ekseninde  kamu da yok.  Tezde kesinti var. Aynı kesinti şiire yansıdı. Açıkçası etki ve rüzgarını kaybetti, şiir. Dünya sessizliğe büründü. Şiir değil fikir değil para konuşuluyor, dünya üstünde. Şiirin birliği, fikrin birliği kendisini paranın birliğine teslim etti. 

Turgay Fişekçi , Şiir Bilmek- Şiir Sevmek adlı metniyle Özdemir İnce'ye haklı bir eleştiri getirmiş. Aslında mesele Melih Cevdet Anday'ın bizim klasiklerimiz yoktur anlamındaki görüşüne dayanıyor. Aynı düşünceyi sürdürmeye çalışan bir Özdemir İnce var karşımızda. Ömrünü hasrettiği şiir çevirisinde bile başarılı denemez, İnce için. Ölü bir çeviri dili var, İnce'nin. Kendi şiiri gibi. Özdemir İnce şiiri denebilecek bir şiiri yok İnce'nin. Türk edebiyatına kendi şiirini kabullendiremediği için o da Türk şiirini reddetme yolunu tutuyor. Oysa İnce, dikkat etse görecek: Batı şiirinde Sezai Karakoç'un, İsmet Özel'in ve Yücel Kayıran'ın bir dengi yoktur. Son dönem dünya şiirinde Türk şiiriyle boy ölçüşecek bir şiir bulamazsınız. 

George Steiner ile  Söyleşi başlığında bir metin Türkçeye kazandırılmış. Söyleşiyi değil, ben cevapları okurken edindiğim düşünceleri yazmayı arzularım. Aslında metin eleştirileri bir ara ideolojik çözümlemelerle yapıldı. Liberal ya da Marksist argümanlarla okundu, şiir. Türk şiirinde örneğin Orhan Veli'yi Asım Bezirci de Nurullah Ataç da beğeni ve yorumlar üstünden değerlendirdi . Mehmet Doğan, şiir okumalarını Marksist terminolojiyle biraz da Cöntürk'ten edindiği bilimsel eleştiriyi sentez olarak kullanmasıyla yaptı. Bu iki okuma kavramı da ideolojilerin şiire yaptıkları etki olarak görülmelidir. Dikkat edersek İkinci Yeni o günlerde büyük oranda anlamsız ve sürrealist şiir olarak vurgulandı. Oysa ikinci Yeni'de ideolojilerle metin değerlendirme tavrı ortadan kalkmıştı. Ya da ideolojik ve eleştirel  alt yapı, İkinci Yeni'yi açıklamaya yetmiyordu. İmdada Hüseyin Cöntürk yetişti. Zaten dünya edebiyat tarihinde de ideolojik şiir ölçekleri devreden çıkınca onun yerini önce bilimsel yani yeni eleştiri sonra da yapısökümcü, göstergebilimsel, postyapısalcılıktan güç alan bir şiir eleştirimiz   oluştu. Belki de Hüseyin Cöntürk'ün demek istediği şey de buydu. Ve biz bugün İkinci Yeni'yi daha çok bu yeni eleştiri kuramlarıyla konuşur olduk. Peki bizim eleştiri kuramlarımız neler? Eleştiri; teknik ve süreç bakımından Batı'nın yenilerini takip ederek akıp gidiyor. Bizim sanat eleştirisine katkımız olacak mı? Bunu zaman gösterir. Hüseyin Cöntürk'ün devamı olarak Felsefî Şiir ve Neo-epik şiir okuma tekniklerini önemsiyorum. İçlerinde çoğunlukla bize ait olan unsurların konuştuğu bir evren var. 

Bunu neden söylüyorum, evrenin akışını ve değişimini kuramsal çabalarla anlatmaya çalışan metinler okuyorum. Bir film yönetmeninin söylediklerini bu mevzuya referans yapan onunla metnine yön veren kalemler biliyorum. Oysa varlığın değişerek akışını dünyada Mevlana'nın resim anlatısı kadar hiçbir felsefe ve metin dile getiremez. Üçüncü sınıf ağızlar bu konuda söz konusu edilirken Mevlana gibi bir dünya devi es geçiliyor.


HECE, Şubat 2021

Derginin öne çıkan şiiri Faruk Uysal'ın Bilal şiiri. Akıcı, yapı bakımından sağlam bir şiir ancak orjinal ve yeni bir tarafı yok şiirin. 

Yeni şiirlerde şiirin bir boşluğunu gidermek gibi bir kaygı yok. Belki dergi sayfaları dolduruluyor ama Türk şiir tarihinde eksik olan bir şey de tamamlanmış olmuyor. Türkçenin nereye doğru gittiği pek önemsenmiyor ya da sezilemiyor. 

Dosya olarak günümüz şiiri ele alınmış. Aslında modern şiirin son dönemleri toparlanmak yerine bayağı dağıtılmış.

Alaattin Karaca, şiir eleştirisinde Sezai Karakoç gibi düşünerek ilerliyor. 

Cahit Koytak şiiri üstüne yazılar var, bu sayıda. Koytak şiirinin dizesi yoktur. Dize, bir bölüm olarak yayılır. Ve bu da yoğunluğu alır. Cahit Koytak, her şeyi kolayca şiire dönüştüren bir şair olarak anılıyor. Oysa bu, kitaplarının etkisini azaltan bir şeydir. Nesir, belli belirsiz Koytak şiirinde daim vardır. Ve şiir zor bir şeydir. Şiirin bu kadar kolay yazılmaya hakkı yoktur. Düz yazıyı felsefî problemler ve ritim sağlayan birkaç unsurla şiir havasına sokmak şiire değil ama nesre yarar. Bence Koytak'ın metinleri şiirden ziyade şiirsel denemelerdir.   

Cevat Çapan şiiri tabiat, anı, fotoğraf anahtar kelimeleriyle kurulu bir şiirdi. Eski Grek uygarlığında dil daim tabiata çıkardı. Cevat Çapan da şiir dilini tabiata vardırıyor. Nazım Hikmet'teki Memleketimden İnsan Manzaraları, Çapan'da tabiat manzaralarına dönüşür. 

Ömer Aksay'ın notları okunmaya değer şeyler: Ercüment Behzat Lav'ı iki paragrafına konu etmiş. Lav'ın sözleri: 'Ben Almanya'dan (1925) geldiğim sırada Nâzım ( Hikmet) hece vezniyle şiirler yazıyordu. Ben doğrudan sürrealizmi Türk şiirine getirdim.  Hecesiz ve kafiyesiz.  Şunu da söyleyebilirim; İkinci Yeni akımının dildeki değiştirmelerini ben daha önce yaptım. ' (18.11.1978, Politika gazetesi)  Yanlış hatırlamıyorsam, Serkan Işın da görsel şiirde Lav'ı referans göstermişti. Bu türden bir düşünme Oktay Rıfat'ta da vardı.


HECE, Mart 2021

Ömer Aksay'ın 'Aşk Havzasında Haykırışlar' önemli bir şiir. Uslüp olarak Bilâl Cerîr şiirlerini anımsatıyor. Günümüzü tarihin ırmağında akıtıyor. Ve ikisini de birbirine uyumsuzlaştırıyor. Aksay belki hep Bilâl Cerîr'in şiirini yazıyor. 

Turgut Uyar ile ilgili epey metin okudum, bu ayki dergilerde. Biri de Natama'daydı. Onu yazarken belki değinirim Uyar'a. Uyar şiiri özellikle de Geyikli Gece aşırı yorumlarla okunuyor. Örneğin İshak Aslan, Yedi İklim dergisinde Niçe'nin Zerdüşt kitabıyla karşılıklı okuyor, Uyar'ın bazı şiirlerini. Tespitler bayağı da ilginçti. 

Leyla Arsal, Ebubekir Eroğlu şiiriyle ilgili yazmış. Aslında Cevat Çapan, Süreya Berfe ve Ebubekir Eroğlu aynı şiir güzergâhının birer şairleri. Konuları değişiktir sadece şairlerin.  Eroğlu şiirleri içinse hikmetin romantizmi dersek  daha doğru olur. 

Mehmet Özger, Hakan Şarkdemir'i çağırmış yazısına. Şarkdemir, epik şiirden görsel şiire atlamış bir şairdir.  Görsel şiir ve epik şiir aslında mantık olarak birbirine zıt kulvarlarda ilerler. Epik demek örneğin ana dil demektir. Hikmet, ana dil ister. Görsel şiirin temelinde Yücel Kayıran'a göre ana dile karşılık vardır. Gerçekten öyle.  Filozof, dil insanın evidir derken ana dili kastetmiş olmalıdır. 


MUHİT, Mart 2021

Dergide epey şiir var. Modern edebiyatın bir özelliği bu. Şiir olsun, öykü olsun üretimin çok olması. Dergiler kendi iktidarı için yazar ve şair olarak sayıyı kalabalık tutmaya çalışıyor. Bir dergiye o ay için iyi tek şiir yeterlidir. Piyasaya o kadar çok edebî ürün sürülüyor ki artık okuyucu seçim yapmakta zorlanıyor. Yeni isimler bile abartılarak okuyucuya sunuluyor. Çoğunun devamı da gelmiyor. Gerçi şiir yıllıkları var. Birçok şiir takipçisi dergileri aylık olarak izlemek yerine şiir yıllıklarına bakıyor. 

Eskiden Murat Güzel'i okurdum. Murat Güzel şiirleri ayrıksı, orijinal ve emek ürünüydü. Okuduklarını şiirde gizli olarak bulurduk. Bence dergilerin şiire bakış açısı şairi etkiler. Dergi, şiir çuvalı değildir. Tıka basa gelişigüzel ürünlerle dergiyi doldurmak dergi veya kitap denen nesneyi öldürmektir. Muhit'in sesli tek şairi İbrahim Tenekeci'dir.

Ve bir dergiyi okutturan şeyler daha çok poetik metinlerdir,  yeni fikirler ve tezlerdir. Esaslı, derin, nefis denemelerdir.  Güncel edebiyat tartışmaları da derginin çeyizidir. 

Günümüzün şiirleri bir gecede derme çatma kotarılıyor. Belki de gecekondu şiirler demek bunlara daha isabetli. Yeni kuşak şaircikler, geleneği şiirlerinde eritemiyorlar; bir tavra katamıyorlar. Gelenek, onların şiirlerinde duygu olarak bile yok. 

Aslında dergiler de gençleri yanlış yönlendiriyor. Kötü de olsa bir şair kazanmak için editörler yeteneksizlere de kapı açıyor kıymet veriyor. Oysa şair olmaya ya da olmamaya çalışılmaz. Şairlikte olacak olan olur. Şair, içini bilir. Oraya bir şey konmuşsa onu görür ve yazar. Konmamışsa yazmanın bir anlamı yok. 

Erol Göka, paranın felsefesiyle ilgili yazılar yazıyor. Bence paranın felsefesi değişirse hayat, medeniyetler bile değişir. Yani paranın nasıl kazanıldığı o çağın ahlâkını belirler. Modern çağın parasının bir özelliği şu: Kamusal ve resmi bir şey olmasına rağmen alttan alta illegal hareket etmesi. Örneğin tefecilik eski çağlarda her zaman kınanan bir şeydi. Modern para ahlâkı ise tefeciliği makul bir çehreye bürüyerek faiz adı altında resmiyetleştirdi. Dünyanın hiçbir devrinde para parayla bu denli satılmadı. Zenginlik, artık çağımızda çalışarak elde edilen bir şey değil. Çalışanlar zaten hiç zengin değil. İnsanlar da bunun idrakine vardılar. Çalışmak istemiyorlar. Elinin emeğiyle kazanılan ekmeğin huzuru çok az kesimlerde hissediliyor. Zamanımızın para ahlâkı, şükrü ve alın terini ortadan kaldırdı. Yeni toplumsal modellerde böylesi bir akıl üstüne bina edilmeye çalışıldı. Kimlikler bile bu para ahlâkıyla el ele gelişiyor. Modeller, teşhircilikle milyon dolarlar kazanıyorlar. 

 Son zamanlarda Akif'siz bir dergi sayısına neredeyse rastlamadım. Birkaçı hariç. Bu, güzel bir şeydi,


MUHİT, Nisan 2021

Biz mahçup ve onurlu çocuklarız, diye açlıyor dergi. Bu sayıya Sezai Karakoç dosyası damgasını vurmuş. Tezli bir şairdir, Sezai Karakoç. Batı düşünce dünyasına bu özelliği nedeniyle de eklemlenmemiştir. Kendi kökü üstünde yaşamayı, yükselmeyi seçmiştir. Şiiri şiiri aşar Karakoç'un. Şiirde imgeci değil kozmetikçi değil. Ben Karakoç'u; Yunus, Akif ... şeklinde gelen çizgiye bağlarım. Bu çizginin derinlerindense Ebu Hanife, Maturidi, İbn Sina, İbn Arabi gelir.  Şeyh Galip ve Fuzulî gibi şairleri de ara şairler addederim. Dünyadadır ama içi beka dolu birisidir, Sezai Karakoç. Öyküsünü de buradan itibaren kurar. İnsanlık ve toplum hikayesini ta köklerden alarak eserlerine işler. Bizi şiiriyle diriltmesi bu sayededir. Şiirlerinde Mekke'nin iklimi, insanın içi ve milleti, medeniyeti vardır. Bazıları İslam'ı medeniyet kavramıyla açıklarken o tam tersine medeniyeti İslam'la açıklar. Ve buna dikkat eder. Bireyi etik değildir, dinidir. Yani ahlâkidir. Dilin ucunu vahye çıkaranlar dinî bir varoluş yaşayanlardır. Dilini felsefeye çıkaranlarsa etik bir varoluş sergileyenlerdir. Kur'an, dinî bir metindir. Peygamber, dinî bir bireydir. Farabî'yi okurken peygamber ve filozoflar şeklinde iki kategori görmüştüm. Farabî'nin modern okuyucuları ise onun peygamber ve filozofu aynı kefeye koyduğunu söylemişler. Aslında Farabî dini ve etik birey arasında bir ayrım yapmıştı. Örneğin Sokrates etik bireydir. Mürşidi ise felsefedir. Musa ise dini bir bireydir ve yol gösterici metni de semavi olarak inen kitaptır. Kierkegaard'ın etik bireye örnek olarak Sokrates'i ve Agamemnon'u,  dinî varoluş için de Haz. İbrahim'i göstermesi bu temelden kaynaklanır.   Modern çağ beslendiği kök itibariyle felsefî/ etik bir  çağdır. 

 Adanmış bir sestir, Karakoç. Kurban gibi. İsmail gibi. Kendisini kendi adamıştır.

Kimi şairler; kokain, alkol ve afyonla yakalamaya çalışıyorlar bilinçaltı süreçlerini. O ise nurla. Safiyet dolu duru bir anlama çabasıyla. Onun şiirde afyonsuz metafizik demesi bundan.

Platon, şiire müskirat muamelesi yapar; onun şansızlığı Sezai Karakoç gibi bir şaire denk gelmemiş olmasıdır. Farabi de Aristo'dan etki alan birisi olarak sanatı taklidin içinde görür. Ama hakkını da yememek lazım, Şuara Suresi'nin söylediklerine de bu tanım içinde yer verir.  Bence sanat ve şiire bakış konusunda kırılma noktası Sezai Karakoç'un sanata yeni bir tanım getirmesiyle oluşur. Sezai Karakoç, sanatı tarif yönünden Farabî'den daha önde. Sanatın, yaratılanı değil de yaratışı taklit ettiğini söyler, Karakoç. En azından bu tespit;  Farabi'yi de, Aristo'yu da kendi şiirimiz adına boşa çıkarır. 

Yüksek fikirlerin ve felsefelerin ancak yüksek bir şiir birikiminin üzerine bina edileceğini bilir Sezai Karakoç. O nedenle önce şiiri yüksek tutmuştur.

Tarihte parlamış uygarlıklara bir bakın, hep kabiliyetli ve sağlam bir şiir dili üzerine bina edilmişlerdir. Endülüs medeniyetinde meydana gelen felsefî birikimin, Farabî ve İbn-i Rüşd felsefesinin yetkinliğinin kökünde şiire hakimiyet vardır. İlk defa Yunan düşünce ve felsefeyle karşılaşan İslâm alimlerinin Grek düşüncesini kendi düşünceleri içine dolgu olarak katabilmeleri, öncesinde zirveye çıkmış Arap şiirinin yarattığı imkanlarla olmuştur. Arapçanın ilim ve felsefe dili haline gelmesi Arap şiirinin görkemiyle ilgilidir. Şiiri kuvvetli olmayan milletler, başka düşünceleri çözemezler, onları kendi dil ve düşünce sistemlerine dolgu olarak katamazlar.  


Yeprem Türk