Geçen senelerden farklı olarak, bu yıl (2017) gazetelerde tartışılan bir
konu dikkat çekti. Rumilik ya da diğer adıyla
Romalılık. Tartışmayı ortaya çıkaran ana etken ise geçen aylarda
piyasaya çıkan, Cemal Kafadar’ın
‘Kendine Ait Bir Roma’ isimli eseriydi. Bu çerçevede basında ve
edebiyat çevresinde Romalılık meselesi çok konuşuldu. Bu tartışmalardan
herhangi bir hükmün ve sonucun çıkmaması da ilginçti. Yani Romalı mıyız, değil
miyiz? Sorusuna verilen cevapların ne tam anlamıyla Rumi’yiz ne de tamamen Rumi
değiliz gibi bir ortalamayı yansıtması da bu meselenin başka bir yönüydü.
Matbuatta bu konuya dair, kimin
ne söylediğine gelirsek. Cemal
Kafadar, öncelikle bu tabirin bir kimlik önerisi olmadığını sadece tarihi
bir deyişin izinin sürülmeye çalışıldığını söyler, kitabında.
Beşir Ayvazoğlu, Karar Gazetesi’nde (02 Temmuz 2017), kültür
ve edebiyatımızda Rumiliğin takibini yapmış, bu tabir nerelerde, kimler
tarafından kullanılmış onları aktarmakla yetinmiş. Bir tespit yapmamış.
Ancak Yahya Kemal’in, Anadolu diyarını ‘Bir: Put-perest Roma- iki:
Hıristiyan Roma- Üç: Türk-İslam Roması şeklinde okuması bu alandaki en güçlü
tespit olarak görülebilir. Gerçi İlber Ortaylı’nın
‘Biz üçüncü Roma’yız’ deyişi de Yahya Kemal’in bu fikrinin başka bir
açıdan söylenmiş hali olarak durur.
Yine aynı gazetede Hakan Erdem (Karar, 02 Temmuz, 2017) Memalik-i Rum,
Diyar-Rum gibi tamlamaların kültürel ve tarihsel arka planını vermeye çalışmış
ancak o da kesin bir yargıya varamamış bu mevzuda.
Bu metinlere bakarsak şöyle bir sonuç çıkıyor: Tamam Yahya Kemal’in
belirttiği üç ayrı Roma’dan birincisi olan Putperest Roma, olduğu gibi
Hristiyan Roma’nın içine duhul etti. Fakat İslam insanı, Diyar-ı Rum’a girmeye
başlayınca; İkinci Roma’nın yani Hristiyan Roma’nın Üçüncü Roma dedikleri
Türk- İslam anlayışına dahil olduğu söylenemez. Bir bakıma İkinci Roma’nın bir
kısmı bu üçüncü Roma denen bölüm içinde kalsa da çoğunluk tarafıyla,
kültürüyle, yaşantısıyla Avrupa’ya kayıyor. Üçüncü Roma’yı sürdürdüğümüz görüşü
havada kalıyor.
Bu temanın tarihi olarak yerine oturtulamamasında başka etkiler de var.
Örneğin İslamcı ekolün esasen medeniyet ve akide olarak sırtını dayadığı Medine’tül Fazıla ideali, bu iddianın
neresinde durur, bu da konuşulması gereken daha başka bir husus.
Hakan Arslanbenzer, bu kopukluğu (Fayrap Dergisi,
Mayıs 2016, Sezai Karakoç Özel Sayısı) Sezai Karakoç’un ve diğer
birçok İslamcı entelektüelin medeniyet bağlamında atladığı, hakkında bir görüş
beyan etmediği sahayı belirterek gösterir: 'Sezai Karakoç, ...Ne var ki Emevi, Abbasi ve Selçuklu gibi
hanedanların medeniyete katkılarından hiç söz etmez. Peygamber Efendimiz’den
(sas) Osmanlı Devleti’ne geçer. Ki bugün Türkiye’de İslamcıların çoğunun tarihe
bakışı bu yok saymadan ciddi oranda etkilenmiştir.’
Kültür ve medeniyetteki bu adı konulmamış boşluk ‘Roma mı? Medine mi?
Şeklinde bir tasnif yaratmış.
Aslında halkımızın, Kürtleri ve Arapları kendinden saymayan
Romalı kimliğine, kimlik İslami bir iklimle sunulmuş olsa bile, ait
hissedeceğini söyleyemeyiz. Sezai Karakoç’un atladığı tarihi bölüme
gelirsek, Romalılar’a karşı cihad edenlere o tarihlerde- Emevi ve Abbasiler
tarih sahnesinde çekilirken- Mehmetler denilmeye başlanıyordu. Ve onlar,
manasını ve özetini de Mekke ve Medine’de örülen medeniyet ekseninden
devşiriyordu.
Y.Türk