BUZDOKUZ,
EYLÜL- EKİM
2021
Buzdokuz'u okuyanlar şu hisse kapılabilir: Şiirde ithalcidir. Komşu köyler var nasılsa: Kanada, İngiltere, Amerika...
Tercüme şiirde falan iyi. Ama aynı çeviri tutumu dergiyi de bütüncek hapsediyor.
Ama şiirde değişik bir içerik ürettiklerini söylemek gerekir. Bu içerik, okura
gecikmişlik izlenimi verilerek yapılan bu şey, evvelden tenezzül edilmeyendi.
Zeynep Arkan, Orhan Veli şiirini yazmış. Orhan Veli şiirini şiire ivme
kazandıran bir esneklik şeklinde okumuş. Doğrudur. Onun şiiri için kullanılan küçük insanın şiiri
tespiti de daha çok şiirin
toplumsallaşmasına delalet eder, William Wordsworth örneğinde olduğu gibi.
Gelelim dosyaya: Çoğunluğun Ozanı
Azınlığın Şairi. Bu konunun özetini Hayriye Ünal'dan alalım. 'Ana yol, ana dil, ana akım, ana vatan kısacası
analık kutsallığına bürünen her değer; bir babanın (iktidarın) ve uzantısı olan sembollerin
meşrulaştırıcısı ve zemini olur.'
Dosyada öne çıkan şeyse: Her türlü aidiyet eleştirisidir. Gerçi daha önce görsel şiirin ana dile olan
karşıtlığından bahsetmiştik. Bu karşıtlık şimdilik bayağı uzamış gitmiş gibi.
Buzdokuz, bu dosyasıyla kolonyalist bir dergi izlenimi veriyor. Neden Nobel
almasın ki?
VARLIK,
EYLÜL 2021
Dosya konusu: Dante. Ölümünün 700. yılında.
Dante, Yunus'a benzer. İtalya kültüründe, şiirinde
kurucu roldedir. Yunus Emre de yeni Türkiye için benzer önemi taşır. Ama Yunus daha da fazlasıdır bu rolde: Yunus'un kurucu rolü sadece dille sınırlı değildir. Ahlâkta da kurucudur Yunus. Toplumsal ilişkilerimizin içinde gizli bir Yunus edası
dolaşır. Hem kamumuzda hem de ebedi kanonumuzda Yunus'a karşı sarsılmaz bir
tutku vardır.
Dante, geçmiş bilgi ve kültür birikimini yeniden işlemiş ve dönüştürmüştü. Yunus'un geçmişinde İbn-i
Arabi'den tutun, Grek'teki felsefî birikime kadar uzanan bir irfan bulunur. Biz, Yunus'u tarihi anlamda
geç fark ettik. Bir yıkılıştan sonra kurulacakken
geldi Yunus aklımıza. Osmanlının yıkılışının tek faydası varsa o da şudur:
Yunus'u keşfetmek.
İtalyanca, ortaçağ'da yerel bir
dildir: Volgare. Uygarlık ve bürokrasi diliyse
Latince'dir: Petrarca Latince yazar. Ama toplumsallığın, toplumsal çağın gelişini gören Dante, halk
dilini kullanarak bilgilenmek arzusuyla yanıp tutuşanlara bir başka ifadeyle
soylu ruhlara seslenmeyi ve diğer yandan da toplumsal aydınlanmayı murad eder.
Hakikaten, Dante bugün birçok yönden İtalya'nın erken dönem bir fligranı gibidir. Ondaki Beatrice bile neredeyse İtalyan
kadınların özetidir.
İlahi Komedya, üç ana bölümdedir. Bir: Dünya kanadı: Vergilius(kurgu) ile anlatılır. Roma'nın kurucu şairidir
Vergilius, aynı zamanda tek kanatlıdır.
Araf: Burada Beatrice var. Aslında Beatrice, biraz da Leyla
gibidir. Sevgiyle ve aşkla aydınlanmak
isteyen insanı bir eliyle yerden alır diğer eliyle Tanrı'ya verir. İlahi
Komedya'da Beatrice bir nevi böyle yapar.
Aziz Bernard ile aşkınlık tecrübesi yapılır. Biraz Hızır'a da benzer, Aziz Bernard.
Eğer felsefe, Greklerdeki haliyle kalsaydı; Dante bu yolculuğu gerçekleştiremeyecekti gibi. Çünkü eski Yunan ile gelen felsefe bir yerde bizim
ikinci öğretmenler kuşağı dediğimiz Farabi, İbn Sina, İbn
Rüşd gibi filozoflarla tamamlanıyor.
Vergilius düşüncesindeki eksiklik, felsefenin
ikinci öğretmenler kuşağını tecrübe etmemesindeki eksikliktir.
Metinde Araf ile ilgili çeşitli yorumlar yapılmış. Bence Araf: Üstatsız küredir.
Sadece Dante okumak bile insana şunu gösterebilir: Modernleşmeye ve ulusal anlayışa geçiş Avrupa'da neredeyse 14. yüzyıla kadar gider. Avrupa modernleşmesiyle Türkiye'nin modernleşmesi arasında 500 yılı aşkın bir fark vardır. Bu
fark aynı zamanda modernleşme dışı gelişen bir başka yolu da anlatır.
*
Kenan Ovacık'tan Turgut Uyar hakkında bir yazı okudum. Turgut
Uyar'ın şiir dili hakkında bir başka
dergide de 'kaba ve şiddet dolu bir dili var' gibi ibareler görmüştüm. Turgut Uyar'ın şiir enerjisi yüksektir, bu yanlış anlaşılıyor. Uyar'daki dili taşımak zordur, kuvvet
ister. Ece Ayhan da bunu bir yazısında ima etmiştir.
*
Daha önce Yedi İklim'deki
iki- üç yazıda ve şimdi burada karşılaştığım şey: Akif
Paşa'nın Âdem Kasidesi'ndeki yokluk fikri oldu. Bu yokluk
fikri: Erken bir ekzistansiyalist etkidir. Ekopoetik bir belirmedir.
NATAMA,
EKİM- ARALIK 2021
Derginin ilk metni, Davut Yücel'in. Konusu: Ahmet Haşim. Açıkçası Natama gibi politik bir derginin Davut Yücel gibi politik bir şairin Ahmet Haşim'i çağı içinde bir zenginlik
alanı olarak keşif arzusu bana ilginç geldi. Ama deneysellik peşinde koşan birçok şairin buna benzer bir çizgiyle bir yerde bakışmalarına şahit olmuştur, şiir tarihi. Ahmet
Haşim'i 'Şiirsel mırıltının politikası' başlığı altında okumuş Yücel. Ahmet Haşim şiirindeki yeniliği aceleci değil 'dingin bir yeni'
şeklinde değerlendirmiş.
Aslında yazı birçok yönüyle haklı. Ama ben olsam Haşim'in yenilik
arzusunu 'olağan yenilik' tamlamasıyla değerlendirirdim. Haşim de zaten birçok metninde olağan şekilde, acele etmeden gelen yeniliğin daha sahici
ve net olacağına dair vurgu yapar. Modern şiir yazıp da modernlikte bu denli
acelesiz davranan az şairlerimizden biridir, Ahmet Haşim; varoluşundan gelen
sese kulak vermiş. O ses ne kadar değişmişse şair de o kadar değişmiştir. Yahya
Kemal ile bu açıdan
benzerdir. Şiir Haşim'in evidir, şair
evini de yavaş yavaş yenilemeyi hesap etmiştir. Politik davranmayı
reddetmiştir. Ha bir de bir şiirimden buraya bir alıntı yapayım: Politik misin,
hakikâtin pınarı olsan içilmezsin.
Üstelik Ahmet Haşim,
aceleyle getirilen yeninin kendisini yaşadığı topraklara yabancılaştıracağını
da sezer. Nitekim de öyle olmuştur. Kavmi
nedeniyle dışlanmıştır. Milli mücadeleye şiiriyle
değil eylemiyle katılmıştır. Milli mücadele içinde popülist bir söyleme yönelmemiştir.
Hakikaten Haşim'in dışlanması içinse Cumhuriyet'in ilk yılları zaten gereken şartları sağlamıştır.
Ahmet Haşim, Arap'tır; Selanikli değildir; mavi gözlü değildir; sanırım soyunda da Seyitlik var; Haşim
dışlanmasın da ben mi dışlanayım.
Buradan muhalif bir söylem inşası çıkar mı? Haşim'in olağan olana
düşkünlüğü göz önüne alınırsa bu
istek imkansızın sınırları içinde gözüküyor.
*
Sevin Üçgül'ün metninin konusu: G. R. Derjavin. Puşkin'in
hocası. Rus şiirine getirdikleriyle ve bunları uygulama yöntemiyle Şinasi'ye benziyor Derjavin. Bunun adına: İlkel ilk yenilik
mi desek? Rusların Tanzimat'ı diyebileceğimiz bir zamanın içine doğmuş şair.
*
Osman Özbahçe, 'Cöntürklü Günler' demiş. Yeni Eleştiri, Türk şiirine Hüseyin Cöntürk ile yerleşmiş bir kavramdır. Özbahçe'nin, Cöntürk'ten aktardığı şu sözler: 'İkilem ortadan kalkmıştır...iyi-kötü, haklı- haksız yoktur.' Aslında bu söylemi ilk kez 1940'larda ortaya çıkan 'Saçaklı Felsefe' dile
getirmişti.
Cöntürk, akademisyen şairin olmayacağını vurgulamış. Galiba bu, Türk şiirine özgü bir durum. Akademiden gerçekten şair çıkmaz. Oraya giren
de şiiri dışarda bırakmak zorunda kalıyor.
BUZDOKUZ,
KASIM- ARALIK 2021
Buzdokuz, bir performans sanatı dergisidir. Amacı budur. 160.km
yayınlarıyla bu yönden akraba bile
sayılabilir. Kendisini konfora ve
iktidar alanına meydan okuyan bir poetika üstünde göstermeye gayret ediyor. Ama açıkçası bunu yaparken de bir dilsizlik ya da kuş dili
diyebileceğimiz bir izlek inşa ediyor. Dile karşı dilsizlikle meydan okunabilir
mi? Elbette hayır. Z Kuşağı'nın bu handikapı ve alaycılığı fazlasıyla var
dergide. Özellikle de şiir metinlerine samimiyet, gerçeklik, hakikat epey uzakta.
Dosya konusu: Asemik yazı.
Asemik, özerk bir dil,
şifreli bir anlaşma yolu olarak okunmuş. Eski bazı işaretler, ilkel yazı çeşitleri, kaligram ve hat türleri asemik yazının kökleri ve ilham
kaynakları olarak gösterilmiş. Aslına
bakarsanız yeni gibi duran şey sadece kavramsallaştırma. Ürünlere baktığınızda çoğunun spastik bir zihnin ürünü olduğu görülecektir.
Spastik deyip geçmeyin. Modern
kişilikte 'ego' vardır. Post-modern kişilikte 'süper ego' öne çıkar. Post-modern sonrası kişilikse 'spastik ego' diyebileceğimiz bir
şeydir.
Bu tür ürünlere baktığınızda sanatın, şiirin nihilizm
derinliğini ve boşunalığını göreceksiniz. Dünyada kültürel olan doğal olanı geçmiş gibi. Ve bu yüzden üretilen kültürel şeyler (her türlü sanat bu alana dahildir) kendisinin fazlalığına doğal olanın azlığına
dikkat çekiyor. Şöyle düşünüyorsunuz: Dünyada kültürel olan aşırı fazla. Yeryüzünde çok resim var, çok heykel var, çok şiir var, çok fazla ses-müzik var.
ŞİİR
VERSUS, EKİM-KASIM 2022
Sunuş metinleri ilginç, derginin. Biraz
eski Servet-i Fünun dergisini
andırıyor; kurulan tamlamalar, yazı başlıkları ve metindeki cümleler itibariyle. Yapay zeka
ya da bir yazılım formatıyle çıkıp gelmiş gibi
bir kurgu hakim, bu yazılarda.
Dergi, şiirde pek bir varlık göstereceğe benzemiyor. Açıkçası ben de yıllık için şiir aradıktan sonra hemen eleştiri metinlerine yöneliyorum.
Habil Sağlam'la; Edip Cansever ve Alev Ebüzziya arasındaki mektuplaşmalar üstüne bir konuşma yapılmış. Metinde Paris şehrine
dikkat çekilmiş. Elbette Paris, Türk modernleşmesinin ilk yıllarında önemli bir mevkie sahip. Ancak bu gelenek, İkinci Yeni şairleriyle yıkılıyor.
Paris, bu şairlerde gidilip görülecek yer olmaktan ziyade poetik bir ilginin konusu olmaya başlıyor. Açıkçası İkinci Yeni büyüdükçe Paris küçülmüş. Edip Cansever'in politik
durumuna gelirsek şairin bireyselliği, sosyalist gerçeklik dışında durmaz. Sosyalizmin toplumsal yanını Nâzım temsil ederken bireysel yanını da Edip Cansever yansıtır. Edip
Cansever ve Nâzım; sosyalist gerçekliğin ayrı iki yüzüdür.
Ayrı bir söyleşide Charles
Simic der ki: '..ortalama bir Amerikalı, ortalama bir Arjantinli veya ortalama
bir Fransız gibi şiir okumaz, hatta var olduğunu bilmez.'
Açıkçası Batı'da Felsefenin ne olduğunu anlamak için Alman; şiirin ne olduğunu anlamak için de Fransız olmak gerekir.
Ahmet Ölmez, şiir çevirisi üzerine kritikler
yapıyor. Benim eklemelerim şöyle olacak: Şeyh
Galip, Divan şiirinin son temsilcisi ama aynı zamanda ilk bireyselleşmenin de görüldüğü şiirlere sahiptir. Yani yeniliği farklı bir
yerden sürdürür. Elbette Şeyh Galip, Osmanlıda sanayi devrimi
olmadığı için, baca temizleyici çocuklar için şiir yazacak
değildi.
William Wordsworth, biraz Orhan Veli'ye benzer. Dildeki sadeleştirme açısından. T. S. Eliot ve E. Pound ise profesyonel sadecilerdir, aynen
bizdeki İkinci Yeni şairleri gibi gelişkin bir sadelikleri var onların.
YİTİKSÖZ, AĞUSTOS- EYLÜL, 2021
İspanya'yı, Nizar Kabbânî'den İbrahim Demirci çevirmiş. Kabbânî, Gırnata'yı yazarken ya da yaşarken içinde Şam'ı duyumsamış. Bu, rikkatime dokundu. Gerçekten de iki şehir, ikiz kardeş gibidir. İkisinin de o eski, haklı,
mutlu günleri bir kılıç darbesiyle bitirilmiş, kesilmiştir. İkisinin de hâlâ kendi içinde küskünlükleri vardır. İki güzide şehir alınmış onun yerine birer Guernica verilmiş gibidir. Hep
demişimdir: Samimiyet Asya'dan; ilim Endülüs'ten. Endülüs başarılmış bir hikâyeydi. Bu hikâyeyi Haçlılar zapt ettiler. Ama aynı hikâye bu kez de Anadolu'ya yürüdü. 1071 bu hikâyenin yeni bir başlangıç noktasıdır. Tarık Bin Ziyad'ı püskürttüler ama Alparslan'la, Sultan Fatih'le hep kaybettiler. Endülüs'ü yok ettiler Haçlılar ama Endülüs ruhunun Anadolu'ya göç etmesine mani olamadılar.
Dergide İhsan Fazlıoğlu düşüncesini düşünen epey metin var. Fazlıoğlu üzerine ilerde müstakil bir yazı
yazmak isterim. Şimdilik eserlerini okuyorum.
YİTİKSÖZ, EKİM-KASIM 2021
Vefa Taşdelen'in 'Yunus Emre'de Bir Varlık Tecrübesi Olarak Şiir' isimli metni
şiir, kelimeler ve hakikât arasındaki
ilişkiye değinmiş. İsmet Özel de, hakikât, söylendikçe, kelimelere döküldükçe önem kazanmaz hatta içimizde duran
yerinden yara alır, anlamında bir şeyler söylemişti. Zaten şiiri de şiir yapan kelimelerle de olsa o kaynağa
talip olmasıdır.
Sezai Korkmaz, Freud'ün öğrencisi C. G. Jung hakkında düşünmüş. İşin açıkçası filozof, nereye vardımsa benden önce oraya bir şairin varmış olduğunu gördüm dese de görüşleriyle modern şairleri derinden etkilemiştir.
Onda baba imgesi, din, gelenek falan aynı yerde toplanır. Bugün birçok şairin baba ve
ataerkil düzene baş kaldırırken dine de baş kaldırmasının
altında Freud'ün etkisi var. Öğrencisi Jung ise hocasının bu türden birçok görüşünü reddeder. Psikolojinin manevi cephesini geliştirir.
Dursun Ali Tokel, Kendini Bilmek, meselesini açmış. Benim bu görüşlere eklentim şunlar olacak:
'Kendini bil' - dilini tabiata çıkaranların manifestosudur.
'Kendini bilen Rabbini bilir' sözü dilini hem Tanrı'ya hem tabiata çıkaranların sözüdür.
'Kendini bil ama Rabbini bilme' bu da modern çağın özelliğini veren bir
cümledir.
VARLIK,
ARALIK 2021
Sanatın pazarlanması ve sanatta hamilik, bu sayının dosya konusu. Gerçi modern çağda sanatı,
hamisiz yapmanın yolları çoktan tıkandı. Bu
hamilerse günümüzde ya belediyelere ya holdinglere evrildi. Sanatta iktidar olmak için her hükümetin yandaş holding kuruluşlarına da epey iş düşüyor, bu hususta. Hamilik o derece sekterleşti ki örneğin şiirdeki imgelere ve üsluplara dahi etki ediyor. Sanata rahat bir nefes yok yani. Oysa
sanatın özelliği insanı özgürleştirmesidir. Ama hamilere bakılırsa sanatın en
büyük görevi onu politik bir segmente bağlamasıdır.
*
Fikret Mualla, kendi imkânlarınla sanat yapmanın tüm zorluklarını yaşamış biri. Bu sayıyı okursanız anlarsınız ne demek
istediğimi. Diyor ki Fikret Mualla: 'Ah bir hürriyet olsa, yani para kazanmak için çalışma olmasa,
insan ne güzel şeyler
yapardı.'
*
Metin Cengiz, uluslararası birçok ödül almış. Bu
uluslararasılık, sosyalistlerin sağladığı bir uluslararasılık ama. Geçenlerde Metin Cengiz'in Çin'de organize edilen şiir festivaline katıldığını sanırım ŞiirDen'de
okumuştum.
Aklıma geldi. İslamcıların uluslararası ödülleri var mı? Her yıl verilen Necip Fazıl Kısakürek ödüllerinin dünyada İslamcı arenada büyük bir ödüle dönüşmesini umut ederim. Ödülleri, Büyük Doğu Ödülleri şeklinde vermek hem hitap etme bakımından hem de coğrafî kutup açısından bence daha
uygun.
EDEBİYAT
ORTAMI, EYLÜL- EKİM
2021
Dergide Doğu Türkistan üstüne eğilen metinler var. Daha önce Doğu Türkistan için birçok dergi özel sayı yaptı. Ama içlerinde Muhit'in
Doğu Türkistan dosyası daha bir önde ve önemliydi.
Burada Şaban Kumcu'nun Yahya Kemal için kaleme aldığı metni dikkatimi çekti. Yahya Kemal, Türkçeyi seve seve kullanan bir isim. Milletinin ahengine ve ahlâkına platonik ve estetik olarak da olsa hakim. Onun Türkçesi İstanbul'u İstanbul olduran Türkçedir. Hacım Bayram Veli'nin yaptığı şar'ın
(şehrin) lisanıdır: 'Ahiret öyle yakın, seyredilen manzarada /O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada.'
Onun çalışma alanı geçmişte kaybedilen
cevherler üzerinedir. Şiirinin milli teması da şahsi konusu
da hep bu yiten muhteşem geçmiş üstünedir. Milli tarih ve kişisel tarih bakımından örneğin Üsküp de hüzünle anılır: Vaktiyle öz vatanda bizimken bugün niçin. / Üsküp bizim değil? Bunu
duydum için için.
Duyguda Yahya Kemal üçlemesi: Hazan, hüzün, hazin.
Geçmiş: Yahya Kemal'in kaybettiği Yusuf'udur.
Biz kimiz? Neyiz? Yahya Kemal en çok bu sorulara kafa yormuş. Haçlı zihniyetin en çok yıkmak
istediklere yere bakarak kendi milli mevcudiyetini öğrenmiş.
Fransa'dayken Paris Siyasi
İlimler Serbest Mektebi'nden hocası
Albert Sorel ona bir gün demiş ki:
Biliyor musun henüz iki şey tamamıyla
keşfedilmiş değildir? Coğrafyada kutuplar ve tarihte Türk...'
Acaba Necip Fazıl 'Büyük Doğu' terkibini bulunca Albert Sorel'in 'Coğrafyada kutuplar'
şeklinde belirttiği bir şeyi yakaladığını hissetmiş midir? Coğrafi kutuplar: Büyük Doğu ve
Büyük Batı.
HECE,
ARALIK 2021
Dergiler, hayatın içinden yükselen karşı sesler. Neye? İktidara, baskıya, körlüğe?
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde otoriter
modernleşme yaşanırken, ona karşı sesler dergilerden gelmiştir. Bürokratik ve politik otoriteyle dergiler daim çatışmıştır. Ve birbirlerini de epey silkelemiş ve yormuşlardır.
Örneğin İslamcılar,
Kemalizmin elinden edebiyat-sanat marifetiyle kurtulmuşlardır. Varoluş ve fıtrat
feryadını dergiler yoluyla duyurmuştur. Şiirle, öyküyle, resimle... Bilirsiniz, modernizm: varoluşun
bilgi ve araçlarla yönetilmesi veya kontrol edilmesidir. Buna bir karşılık gelişmişse yine
bu süreli yayımlardan gelmiştir. Gerçi ya, modernizm de varoluşu yönetemez, idare edemez hale geldi.
Dergiler: Poetik çeteler.
*
Dergide Mehmet Özgerle modern
şiirimizin genel seyri üzerine bir söyleşi yapılmış. Namık Kemal konusu dikkatimi çekti. Şiirin Namık Kemal'de daha çok politik olması ve varoluşsal konulara eğilmemesi eleştirilen bir
husustur. Ama zaten Namık Kemal döneminde de varoluşsal bir kriz yaşıyorduk. Devleti kaybetmek veya
kurtarmaktan daha derin bir varoluş problemi olabilir mi? Varoluşsal sorunları
işleyen felsefî kavramlar tamam
şiirde pek geçmiyor ama varoluşsal ruh da bu dönemde zirvededir. Ve mesele daha çok politik sahaya kaymıştır. Güçlü bir epik ve siyasi dil oluşmuştur. Namık Kemal'i
de Namık Kemal yapan budur.
*
Derginin dosya konusu: Mekân. Daha çok taşra-merkez bağlamlı okumlar yapılmış, metinlerde. Benim için taşra, merkezin her türlü yiyiciliğinden bir kurtulma biçimidir. İnsanın; varoluşuna ve kendisine biraz da acımasıdır. Günümüz için maalesef böyledir. Merkez, beslemiyor; besleniyor. Vermiyor, alıyor. Biraz da sömürgecilik gibi. Mekan ve insan ilişkisi Osmanlı medeniyetindeki gibi değil artık. Çünkü pozitivizmle dolu ilerlemecilik her an çıkarcı ilerlemeciliğe dönüşüveriyor. Bence bu durumun en net belirtisi kültürde gözükmektedir. Parayı takip eden uygarlık lafı pozitivizmin bağrından gelen bir şeydir. Kültür, eski hiçbir medeniyette doğal olanı geçmemiştir. Ve kültürün dünyayı kirleten talaşı günümüzde çok fazla. Endüstri kültür, merkezin soylu- bilge konumunu sarmıştır. Ve bu kültür oluşurken insan, doğayla hadsizce savaştı. Günümüzde endüstri kültür, aşırı üretim yaptığı için kültürel olan doğal olanı sınırlamıştır.
Mekanlarımıza pozitivist ilerlemeciliğin getirdiği yıkım hakim. Benim
gönlümden geçen buna karşı biraz
metafizik ilerlemeciliktir. Aslında
mekanlarımızda iki yüzyıldır bir eski-
yeni çatışması da vardır. Fakat bu eski ve yeni çatışması biraz da Doğu- Batı çatışması demektir.
İTİBAR,
KASIM 2021
Dosya konusu: Necip Fazıl Kısakürek'tir. O, bir hitabet şairidir. Hitap eder, ama vaaz değil. Kürsüden konuşur minberden değil. Hatip fakat imam değil. Hitabet- İmam;
minber-kürsü birlikteliğini sağlayan tek şairimiz modern şiirde Mehmet Akif
Ersoy'dur.
Namık Kemal kürsü şairidir, Tevfik Fikret kürsü şairidir. Nazım hikmet kürsü şairidir. Ve Necip Fazıl da.
Necip Fazıl, pek anlaşılabilmiş bir şair- düşünce adamı değil. Modern zihin, bu anlamda
verimsiz bir zeminde. Özellikle de
doksanlı yıllardan sonra periyodik olarak edebiyat ortamında Necip Fazıl
hazımsızlığı hakim.
Büyük Doğu,
Anadoluculuk; Anadoluculuk da nekreh bir şeymiş gibi eleştirildi. Oysa Anadolu,
Büyük Doğu diye
adlandırdığımız İslam ülkeleri birliğinin
mayasının çalındığı yerdir.
Necip Fazıl, bir kriz dönemi şairi. Ve bu devirlerin şairleri bir tezle gelirler. Ve bu
tezler, geçmişteki benzerini arar. Eski benzeri ile de bir köprü kurar. Birinci kriz çağının yıkıcılığı Yunus'la atlatılır. Yok oluş dirilişe döner. Osmanlının yıkılmasının hiçbir güzelliği yoktur. Ama
varsa da tek bir güzelliği vardır: O
da bu yıkılışın bize Yunus'u hediye etmesidir. Yunus'u fark ettirmesidir.
Osmanlıda sadece Yunus olan Yunus yıkılışla 'Bizim Yunus' olur.
Burada şunları da söylemek isterim. Modern
cumhuriyetler döneminde
İslamcılığın sağlam temeller üzerine kurulmasında
'sanat-fikir' ilişkisinin büyük payı vardır. İslamcılık, Türkiye'de olağan seyirde ilerledi. İslamcılığın 'sanat ve fikirle' olan
sıkı ilişkisi sayesinde Türkiye'de İslamcılık
ne selefileştirilebildi ne de harici bir
pozisyona itilebildi. Batı'ın Türkiye
islamcılığından ürkmesinin altında
da bu temel bulunur. Diğer yandan Büyük Doğu'daki birçok cumhuriyet, bu fikir ve sanat ilişkisini kuramadığı için çeşitli çatışmaların, ifrat ve tefritle verilen fetvaların insafına itildiler.
Bugün Afganistan gibi ülkelerde yaşanan şiddet sarmalının kökeninde onların, kuruluş aşamalarında 'fikir, şiir, sanat' bütünlüğünü gerçekleştirememeleri yok mu.
Asya'da da ilk kuruluşu şiir- fikir- sanat ekseninde sağladık. Tapduk
Emre, Ahmet Yesevî gibi isimlerle
yapılan tarihe çıkış, bizim bir
medeniyeti nasıl kurmamız gerektiği konusunda dikkatimizi çekmiyor mu?
Kuruluşların 'sanat-fikir-şiir-şairanelik' kısmı, medeniyetlerin şevk
evresidir.
*
Ahmet Hamdi Tanpınar'da kriz vardır; geçmişiyle uyum içinde olmayan bir
devrin canlısı olarak bizim halimizi Tanpınar kriz kavramıyla ifade etmişti. Bu
durum, Necip Fazıl'da trajedi kelimesiyle dile gelmiş. Zaten Örümcek Ağı da bu trajedinin düştüğü girdabı gösterir.
*
Dosyada Sabiha Sertel'in 'İlericilik ve gericilik Kavgasında Tevfik
Fikret' adlı eserine de değinilmiş. Sertel, bu kitabında Tevfik Fikret'i Türk inkılap tarihinin baş tacı olarak nitelemişti. Oysa inkılap
kavramının atasını aramak gerekiyorsa o Namık Kemal'dir; Tevfik Fikret değil.
Zaten inkılap yapan Mustafa Kemal de fikirde atasının Namık Kemal olduğunu
belirtmişti.
EDEBİYAT
ORTAMI, KASIM-ARALIK 2021
Dergi epeydir Sadık Yalsızuçanlar yönetiminde çıkıyor. Ve şiirlerde ölgün bir dil var, etki bakımından bayağı zayıf şiirler yer alıyor
Edebiyat Ortamı'nda. Çevat Çapan tarzında. Çapan, dış
manzaralarla yazarken şiirlerini, burada bu manzara içe dönmüş durumda. Bazen de başat gidiyor.
Bu sayıda Cevat Ülger dikkatimi çekti. Öğretmenmiş. The
İmam filmindeki baş karakteri hatırlattı bana. Acaba bu filmi çekenler daha önce Cevat ülger hakkında bilgi sahibi miydiler? Sanki öyleler. Cevat Ülker'in 'Osmanlı Mimarlığı- Tabiat ve Nesnelerdeki Tezatlar' yazısı
derginin en usturuplu metnidir. Cevat Ülger, Batı'da Rönesansı başlatan
resim, heykel... gibi parça parça gelişmiş sanatların Osmanlı mimarisinde bir bütün halde iç içe geçmiş şekilde bir terkip oluşturduğunu söyler. Yani Osmanlı mimarisi yapısında heykel de resim de içkindir. Yahya Kemal belki bu meczedilmiş yapıyı görebilseydi medeniyetimizde bir resim yokluğundan bahsetmezdi.
Prof. Dr. Mustafa Atasever, Pir Sultan Abdallar ile ilgili bir makale
yazmış. Köken, Savefiliğe dayanıyor çoğunda da. Osmanlı, İslam'ı Avrupa içlerine doğru ilerletmeye çalıştıkça; Savefiler,
Osmanlı topraklarında fitne ve isyan için çabalamış.
Biliyorsunuz bizde âşıklık geleneğinde âşık olmak için uyku ile
uyanıklık arasında görülen bir rüyada âşık adayına bade içirilir. Tanpınar da, uykuyla uyanıklık arasında görülen rüyadan bahseder.
Bir Hacı Bayram Veli nefesi 'Çalabım bir şar yaratmış/ İki cihan âresinde...' Tanpınar'ın dünya ve ahret arası bir manzarada gördüğü şehirlerimizin
temelinde bu nefes vardır.
OLAĞAN
ŞİİR, KASIM-ARALIK 2021
Olağan Şiir, bu sayıda Garip'i yeniden düşünmüş. Garip, bence yeniliği gerçekleştirmiş ama şiiri ıskalamış bir gruptur. Cemal Süreya da böyle düşünür.
Yahya Kemal, şiirin lezzetini yazar. Orhan Veli, şiirde değişiklik yapmanın
keyfini sürer. Garip, Türk şiirinde bir relax halidir. Çünkü şiir adına hiçbir şart ve kaydı yoktur. Ve bu kayıtsızlık ve şartsızlık, sadece
belli dönemlerde işe yarar. Ve uzun yıllara dayanmaz.
Nitekim Orhan Veli de bu çizgiye uymuştur. Ve
İkinci Yeni, bu kayıtsızlığa ve şartsızlığa karşı büyük ve devasa kayıt ve şartlarla ortaya çıkmıştır. Orhan Veli şiiri, yeni rejimin şiiriydi. Hayat olarak da büyük düşünenlerin hayal kırıklıklarına uğradıkları bir dönemdi. Büyük bir imparatorluktan cumhuriyete intikal etmiş yorgun bir yapının
şiiriydi, Birinci Yeni. Hamaset falan hakikaten ironik kalıyordu. Bu duyguyu
iyi yakalayan bir harekettir, Garip. Samimiyeti de buradan kaynaklanır. Kendi
durumunu olduğu gibi yaşayarak söylemiştir, çünkü. Elbette yeni devlet kadar bir etkiye sahipti. Orhan Okay Hoca Garip
poetikası için 'Negatif Poetika' demiş; şiiri, ne olması
değil de ne olmaması gerektiği yönünden tarif ettiği için. Oysa derinde daha büyük bir negatifliği var Garip'in, o da tarihe ve medeniyete
karşı gösterdiği olumsuzlayıcı tavır. İkinci Yeni şiiri içinde de bu negatiflik bazı şairlerde sürer. Ama özellikle de Sezai
Karakoç şiirinde tarihe olsun, geçmişte tecrübe ettiğimiz
medeniyet özüne olsun bir pozitifleşme başlar. Ve İkinci Yeni
şiiri, yazıldığı dönem itibariyle devletten büyük bir şiirdi.
Orhan veli tamam şiire yeni bir nefes getirdi ama bu nefesi İkinci
Yeni şairleri kullandı.
Dikkatimi çekmiştir hep, Yahya
Kemal'e gayet saygın bir tavır takınan Orhan Veli, Ahmet Haşim'e neden aynı özeni göstermez ve ona
bayağı bir de yüklenir? Cevabı:
Ahmet Haşim, cumhuriyetin bir yetimidir.
YEDİ
İKLİM, EYLÜL 2021
Ali Haydar Haksal, takip ediyorum, epeydir Diriliş düşüncesinin fihristini çıkarmaya çalışıyor. Bu
metinler, Diriliş düşüncesinin birer özeti gibi. Bu
toplam, gelecekte Diriliş hakkında bilgi edinmek isteyen okurlar için birer kapı niteliğinde olacak.
(Yorum: Editörler, bir edebiyat
dergisini tıka basa doldurmamalılar. Okuyucu için boşluklar bırakılmalıdır, ki okuyan kişi oralara notlarını alsın.)
Sezai Karakoç için Abbasiler dönemi iyi
incelenmeli ve oradan ders alınmalıdır.
Şam, bana tarihte hiçbir zaman bir neşe
yaşamadı gibi gelir. Şam, hep, günlerinin güzel olduğu yıllar
varsa da üzgündür. Şam'ın içinde daim bir ukte yaşar. Üstat, bunu iyi görmüştür.
Ah şiir ve felsefe. Şiir türü ile hesaplaşmamız felsefeden öncedir. İslam'ın ilk yıllarında felsefeden önce şiirle hesaplaştık. Yıllar sonra da felsefeyle. Neden önce şiir? Çünkü kaynak olarak şiir, dine felsefeden daha yakındır.
Osman Koca: Şarkın Hikâyesi, demiş. Ben de
ekleyeyim eski destanlarda, hikâyelerde ve kısacası
sözlerde bir varoluş coşkusu etkindir. Modern
metinlerde bu duygu yitti. Galiba varolmaktan yeni çağda bir heyecan bir coşku alamıyoruz.
Örneğin Köroğlu'nda şairlik ve yiğitlik nasıl da yan yana, bu varoluş
coşkusundan gelen bir şey değil mi?
Kemal Şamlıoğlu, 'Tanzimat Şiirinin Kavramsal Retoriğinde Gelenek'
adlı bir metinle dergiye dahil olmuş.
Burada şunları eklemek isterim: Tanzimat şiiri, Türk şiirinde ideolojik istiarenin başladığı yerdir. Ve ideolojik
istiare ilk olarak Namık Kemal ile uç verir. Modern şiir, büyük ölçüde ideolojik
istiare şiiridir. Belki de bu durum bile modern şiirin başlangıç noktasını bize verir: Namık Kemal. Ve modern Türk düşüncesi de bu etkiden
beri değildir. Ve bu dönemde de ideolojik
istiareyi kullanan şairler daha bir öne çıkar. Örneğin tasavvuf şiiri, bu devirde hem büyük yetenekleri olmayan şairlerin elindedir hem de
kendisini pek belli edememiştir. Çünkü ideolojilere matuf bir aşk- maşuk ilişkisi
yaşanmaktadır. Sonuçta Tanzimat döneminde şiirde bir istiare değişikliği başlar.
Bu sayıda Necip Mahfuz'un kısa bir hikâyesini okudum. Necip Mahfuz'da -diğer hikâyelerini de bildiğim için söylüyorum- genç aşıkların gizli köşelerde
birbirlerine sarılmalarında veya birbirlerini öpmelerinde aşk ve hafif de şehvet yüklü duyguların ötesinde bir şey var. Bu bölümlerde sanki Mısırlı genç aşıkların şahsında yılların, tarihin ve neredeyse gelenekselliğin
baskısından kurtulmanın yaratttığı bir relaks etki ve bir kopuş iması hakim.
YEDİ
İKLİM, KASIM 2021
Önce söylemek gerekirse edebiyat dergisi söze dayanır. Söz; hem etik hem
epistemik hem psikolojik olarak bir varoluş sorunudur. Dergi, bu minvalde
okuyucusuyla daima derinliklerde olan bu varoluşsal dediğimiz hayatî yerde buluşmalı. Bunları neden yazıyorum, dergi bu sayıda ağırlıklı
olarak Sezai Karakoç ve Diriliş düşüncesi üstüne
eğilmiş. Sezai Karakoç'un sözünde de eylemin de takipçileri için böylesi bir temel bulunur.
Sezai Karakoç için oto-didakt kavramı kullanılmış. Bu kavram, insanın kendi kendini
yetiştirmesi anlamını taşıdığı gibi verili eğitimin-formasyonun da dışına çıkabilmek demektir. Zaten Sezai Karakoç'un eğitim yılları düşünüldüğünde ne akademilerde ne de sanat ortamında Diriliş
düşüncesinin ortaya çıkması mümkün değildi.
Sezai Karakoç'ta fizikötesi amaç: Selametle ahrete
varabilmektir. Bunu farklı kelimelerle İsmet Özel de söyler.
Sezai Karakoç sık sık Orta
Doğulu olduğumu imler. Oysa biz daha çok Büyük Doğuluyuz. İslâm ve Batı karşılaştırması da edebiyatımızda ayrıca iğreti durmaktadır.
Doğrusu Büyük Doğu ve Büyük Batı'dır( Avrupa Birliği-Amerika).
Akif ile dil ve şiir öze döner. Yani Asr-ı Saadet'e gider öyle gelir Anadolu'ya. Yeni Türkiye ile o kutlu çağ tek dilde,
şiirde buluşur. Yahya Kemal şiiri daha çok 1071 tarihi etrafında halelenir. Şiirinin maneviyatı oradan
derlenir, toparlanır. Ve terkiplerinde bu maneviyatın anıtlaşması vardır. Ve
Sezai Karakoç daha çok Akif gibidir, ama geçmişi bazen Yahya Kemal gibi de sanatlaştırır. Ve Sezai Karakoç'taki gelenek, kadim ateşin sönmesini engellemek içindir.
Sezai Karakoç'un dinde reforma
karşı çıktığı bu sayıda önemle vurgulanır. Bence Fransız İhtilali'yle başlayan devrim
anlayışının içtihat kavramına olacak etkisini kırmak için bu dikkati gösterdi.
Mustafa Celep'in şairin 'Av Edebiyatı' şiirine vurguları var. Bence şu
iki şey de önemli: 1. Ekoeleştiri, yıpranan tabiatın dirilişine
olanak sağlamaz. Sonuçta ama kapitalizm de ekoekonomik bir dil üstünde gelen bir şeydir. Aslında insanoğlu avcılığı
ve toplayıcılığı hiçbir zaman
bırakmadı. İnsan, modern çağda, gelen teknik
gücüyle avını daha da büyüttü sadece.
'Tarih bizi değiştirmeden biz tarihi değiştirmeliyiz.' Bu cümle Sezai Karakoç'un bir sözü. Hukukta 'hukup miktarı' denen bir kavram
vardır. Boş bir araziyi hukup miktarınca kullanırsanız o tarla sizin sayılır.
Tarih de böyledir. Bir tarihin içinde fazla kalmak bizde ona aitlik duygusu oluşturabilir. Hukup
miktarı kavramının ruha, duyguya yansımasıdır da denebilir bu duruma.
YELKENSİZ,
2021-2022
Toplamda altı sayı birlikte verilmiş. Yelkensiz, modernlik anlamında uç bir dergi. Bu hususta Şiir Versus'tan bile önde. Biçimci ve deneysel örneklerin fora edildiği bir yer.
Orhan Veli, 'göllerde bu dem bir
kamış olsam' mısraını tiye almak için 'Bir de rakı şişesinde balık olsam' demişti. Bu tiye almanın ruhu
biraz aşılmış, dergide. Ara ara bu tarz keleme alınmış iyi şiirlere de
rastlıyoruz.
Şiir analizleri, bilinçli olarak sıradan,
basit farkındalıklarla kaleme alınıyor.
Mesela bir şiir için 'Bu bir şiirdir,
başlığı vardır, içinde harfleri
bulunur vs. (benim düşüncem) demek sürpriz değildir.
Şair Ölüm Defteri (Poet Death Note) bölümü müntehir şairlere ayrılmış. Çoğu da yirmili yaşlarda intihar etmiş. O yaşlarıma dönmek bile istemem. Müntehir şair Nilgün Marmara'nın
Sylvia Plath şiiri üzerine bir tezi
var. Bir başka müntehir şair Zafer Ekin Karabay'ın intihar mektubuna 'Nilgün Marmara'nın bir dizesiyle giriş yapar. Bir çeşit intihar dostluğu, birliği gizli aralarında sanki. İnsan biriyle
başlar birileriyle biter gibi.
F. Hölderlin, insan yeryüzünde şairâne kaimdir,der. Bir başka bakış açısı da bu. Bana göre de imandan
sonra, şiir sanatı bir kendini koruma kalkanıdır.
ŞİİRDEN
DERGİSİ, TEMMUZ- AĞUSTOS 2021
Derginin merkeze karşı kapalı bir halet- ruhiyesi var. Bu kendi
kozmosunu inşa etme hevesi, önemlidir. Dergideki
çeviri şiirler de bu atmosfere katkı yapıyor. Celâl Soycan, Metin Cengiz, Yavuz Özdem burada sıkça gördüğümüz şairler. Bence Hüseyin Ferhad'ın
şiiri dergiler içinde en çok buraya yakışır.
Metin Cengiz'in Çin'e yaptığı bir
geziyi anlattığı metni ilginç. Metin Cengiz, marksist bir şair. Ama liberal bir ülkede, Türkiye'de. Yazının sonlarına doğru söylenen söz dikkatimi çekti: 'Neyse ki Çin'de
yaşamıyormuşum, yoksa çoktan hapiste
olurmuşum.' Biliyorsunuz Çin, kapitalizmini
bile devletçi- kapitalist usulle gerçekleştiriyor. Batı'dan farkı: Batı'daki kapitalizmin liberal bir
kapitalizm olması.
'Dünya Şairleriyle Poetik Söyleşi' bölümünde şairlere sorulan 10. soru şöyle: 'Ülkenizdeki şair ve
şiir okurları Türk şiirini biliyor
mu? Bu bağlamda not edilmeye değer eleştiri ve öneriniz var mı? Tahar Bekri şu cevabı veriyor: ' ...Yunus Emre, Nazım
Hikmet, daha yakın zamanda, Özdemir İnce, Metin
Cengiz...' Taha Bekri, bildiği Türk şairleri olarak arkadaşlarını saymış. Bir de Nâzım Hikmet'i. O da ideolojik kontenjandan girmiş. Türk şiiri dışarıya kalitesiyle değil, ideoloji istiaresiyle çıkıyor.
SADECE ŞİİR, EKİM- OCAK 2021
Dergide her sayıda
epey şiir yayımlanıyor. Kullanılan yazı şekli okumayı zorlaştırıyor.
Fırat Caner, şiir
okurlarını ilgi alanlarına ve şiire yaklaşımlarına göre türlere ayırmış.
Yer yer de şiirin kaynağı dair yazmış. Ama bir şey var ki, şairler şiire
neden olan şeyin ne olduğunu hep merak etmiştir. Bazen şiirin kaynağının din
bazen metafizik olduğu; modern çağla birlik yaşam
olduğu söylenmiştir. Gene de
şiirin din ve metafizikle ilgisi yadsınamaz. Peygamberin örneğin filozof olarak değil de şair sıfatıyla suçlanması bu kaynak hakkında bize ip uçları verir. Ve şiir, felsefe gibi sürekli değildir; nadirattandır. Bir anlık ilhamdır
o nadirliği sağlayan şey de. İmanî noktada asla bir filozof ve peygamber ikiliği
yoktur; sadece elçi vardır. Felsefe, entelektüel ve düşünce alanındadır.
Adnan Özer, buradan epeydir takip ettiğim biri. Bu
metninde anomi ve şiir konusu daha bir ön almış. Toplumun anomide şairleri geçtiğini söylemiş. Günümüzde şairleri ürküten ve bir şeyleri korumaya yönelten şey de budur. Toplumsal anominin yaşandığı
yerde kim, nereye, ne kaldıracak. Eski olana baş kaldırmak ahlâka baş kaldırmakla eş değer görüldü. Geleneksel olanla ahlâkî olan aynı anda
yıkıldı. İkisi arasındaki fark gözetilmedi. Günümüzün uçsuz bucaksız, ürkütücü anomisi bundan olsa gerek.
Adnan Özer, barok'u şiir sanatı açısından yorumlamış. Barok'u klasizmin sonu olarak
ve şairin şahsi oynamaya başlaması olarak görmüş ve eklemiş: '.
Türk şiirinde barok
ararsanız önce Şeyh Galib'e
bakacaksınız...
Aslında daha önce İsmet Özel, Türk şiirinde ilk şahsileşmenin Şeyh Galip ile
başladığını yazmıştı.
Bana kalırsa Şeyh
Galip şiiri, şiirde istiare değişikliğinin yavaş yavaş yaşandığı yerdir.
İstiare, sivilleşmeye başlıyor.
KİTAP-LIK, EYLÜL- EKİM 2021
Neredeyse artık
kurumsallaşmış bir dergi, Kitap-lık. Türk edebiyatının içine Varlık'la doğan yazın anlayışları
Kitap-lık'la yaşlanmaya devam ediyor. Seksenler ve doksanlarda yazmaya başlamış
isimlerin ürünleri hakim dergiye. Yücel Kayıran, Hüseyin Ferhad, Serdar Koçak, Cevdet Karal vs. Ayrıca eskiden Heves'te
yazanların çoğu yoluna buradan
devam ediyor. Bu, dergiyi biraz gençleştiriyor.
Serdar Koçak, nihilist bir tavır ve sese yaslanan bir
yapıyla yazıyor. Nihilizm ve müzik, şiirinin
ışığı.
Hüseyin Ferhad, tarihi malzemeleri kendi ütopyası içinde yerinden ederek yeniden inşa ediyor.
Cevdet Karal, sağın
en lirik şairi. Lirizmin diğer bir
temsilcisiyse Cahit Koytak.
Yücel Kayıran, yok oluşun -kıyametin- şiirini
yazıyor. Sönüş, sessizliğe gömülüş şiirinin can damarı. Nostalji değil, bitmenin kanlı canlı
şiiri. Yok oluş ona diriliş kadar haz
veriyor. Zaten ikisi de iç içedir.
*
Derginin bu
sayısında seçtiğim metin, Hasan
Bülent Kahraman'ın
'Şiir mi, güncel sanat mı?'
başlıklı metnidir.
Kahraman, başlıktan
da belli olacağı gibi şiirle güncel sanatı
birbirinden ayırıyor. Ama metnin ilerleyen bölümlerinde güncel sanat içinde değerlendirilebilecek bir şiir anlayışından
bahseder. Kahraman; şiirsellikten değil, burayı Orhan Veli zaten koparmıştı-
şiirden kopan bir şiiri ima etmek için uğraşmış.
Şiirin kaynağı son
tahlilde metafizik ve dindir, ona göre. Ama güncel sanatta da bu kaynaktan kopma şartı arar. Bu
kopuşun Türk şiirindeki
yansımasının adresi olarak da 160. Kilometre'den kitap çıkaran şairler ekibini gösterir. Modern sol şiir eleştirisi, modern şiirin ve modern Türk şiirinin çıkış yerini Buadelaire, Valery gibi modern sanat içine kötücül bir şiir kaynağı sokan şairlerde gördü. Oysa bu şairlerin, Türk şiirini sadece biçimsel olarak etkilediğini içerikte Türk şiirinin kendi yolunu kendi bulduğunu söylemek daha doğrudur. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Orhan
Veli... hangisi birebir kötücül ruhla şiir
yazdılar? Ama bu kötücül şiirin Türk şiirinde yumuşayarak çirkinlin estetiği şeklinde hafif bir kavram
ortaya çıkardığı söylenebilir sadece.
Hasan Bülent Kahraman, post-modern bir Türk şiiri kurgulamak istiyor gibi yazısında. 160. Kilometre sakinlerini solun post-modern
şairleri, güncel sanat
temsilcileri şeklinde lanse etmeye çalışmış. Güncel sanatın çıkış noktası da ona göre: Mallerme.
Çünkü şiirinin kökeninde kendi dinini, kendi kutsalını kendi inşa
etmiştir Mallerme. Kutsal kitabın ve dinin olmadığı bir dinsellik bu.
Aslında bu yazı sol
şiirde bir çıkış yakalayan
İslamî kültür birikimine karşı bir tepki çabasıdır. Modern sol şiirde bir post- theistik
dileğidir.
Ekler:
1. Metinde Hasan Bülent Kahraman, metafizik-dışı şiir diyeceğimiz güncel sanata yaklaşan şiiri bir performans olarak
görüyor. Oysa aynı yazıda şiir türünün günümüzde etkinlik sınırını aşamadığından şikayet eder.
Aslında şiirde bir çıkışsızlık var
demek ister. Ama şiiri performansa hapsetmek çıkışsızlığı katmerlendirir. Performans, kültür demek. Dünya hayatında bir gerçek var ki: Kültürel olan doğal olanı aşmıştır. Doğa az, kültür fazla. Bu fazlalık içinde permorfans hiçbir şeydir.
Sanatın işlevini ifa etmesi için doğal olanın ve doğanın kültürden çok olması gerekir.
2. Birçok metinde okuyorum, felsefe ile şiir arasındaki
ilişkiye dair şeyleri. Felsefe ile şiir ayrı türlerdir. Ama felsefe ile şiir arasındaki soy
bağını sağlayan şey poetika'dır. Dinle ilişkisiyse doğrudandır şiirin.
YEDİ İKLİM, ARALIK 2021
Bu sayı: Sezai
Karakoç'a rahmetle,
başlığıyla yayımlanmış. Sunuş yazısı da Üstad'a ayrılmış.
Alman şair Hölderlin, Niçe gibi büyük felsefecilerin çıkmasına düşünsel bir imkân sağlamıştı. Benzer etki de Sezai Karakoç'tan gelebilir.
Ve Üstad, Hölderlin'den daha iri bir şair ve zihin. Adeta
yarım bir küre. Üstad da düşüncesini Mevlânâ gibi hayatın
sonundan alarak başa doğru yaymıştı. Kıyamet Aşısı adlı eseri, bu düşüncenin bir
verimidir. Ölüm, küçük de olsa bir kıyamettir ve aşıdır. Kıyamet eski Yunanca köküyle apocalypse;
hakikati açıklama, açığa çıkarma anlamındadır. Ölümü düşünerek hayata mana
katmak bir Sufî düşüncesidir. Buna ölüm rabıtası da
denir. İnsan, uzatma dünya sürgünümü, diyorsa yaşamın anlamını çözmüştür. Montaiğne, Seneca ve Chul Han gibi düşünürler de ölümün öğrenilmesi gerektiğini savunurlar. Niçin? Körlüğü, köleliği reddetmek için ve özgürlüğe ve bilgeliğe ve gerçek hayata, hakikate ulaşmak için.
Bu sıralar
dergilerin diğer bir önemli konuğuysa
Nuri Pakdil'dir. Nuri Pakdil, ilginç bir düşünürdür. Ne yaptığı konusunda daha net şeyler söylenmedi. Bazı edebiyat çevreleriyse gizliden Pakdil'e karşı mesafeli
durmakta. Nedenini açıkçası kestirsem de net bir düşünce içinde ifade etmek istemiyorum, bunu. Bühtan eylemek istemem. Kullandığı yazın çeşidi veya kişiliği bu mesafe koyuşta etkili
olabilir. Ve Nuri Pakdil'in yazın hayatının ilk evrelerinde sıkı sıkıya çevreye kapalı oluşuyla ve son evresindeyse
olabildiğine çevreye açık ve politik yaşaması da diğer bir etkendir, bu
durumda. Düşünceyi varoluşa dönüştüren birisidir, Pakdil. Sabır adamıdır. Şems'in kitabından okumuştum,
şu manada bir cümleydi: Benim
yanımda duracak kişi sabırdan taşa dönüşmelidir. Pakdil de
bu sertlik var. İlhami Çiçek'in ' Satranç Dersleri' kitabındaki 've sabır olmasaydı yeryüzünde birgün kalınabilir miydi?' sözü galiba Pakdil'in.
*
Hayrettin Orhanoğlu 'Akif Paşa'nın Adem Kasidesi'nden bahsetmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan Hoca'nın Adem Kasidesi hakkındaki kanaatleri öne çıkarılmış makalede: 'Kasidenin yeniye ait olan taraflardan biri de beyitlerde klasik şiirin aksine Tanrı değil 'yokluk' fikrinin merkezde olmasıdır.' Bence Adem Kasidesi'ndeki insana bakışın sebeplerini şiirimizdeki istiare değişkenliğinde aramak gerekir. Klasik şiirimiz önce 'pervane istiaresi'yle (Tanrı fikrinin merkezde olduğu istiare) başladı. Sonra aşama aşama 'pervane istiaresi', saray istiaresi'ne dönüştü. Elbette ikisinin de kesiştiği yerler de vardı. Ama Tanzimatla başlayan şiirin önceden 'pervane istiaresi' inden zaten epey kopuk olması, imparatorluk dağıldığı için sonradan 'saray istiaresi'nden de kopması şiirde insanın nereye bağlanması gerektiği konusunda boşluk, merkezsizlik doğurdu. Adem Kasidesi'ndeki insan bu iki istiareden de mahrumdur. Ve kasidede bu nedenle 'yokluk' fikri ön alır.
Yusuf
Emir Culha, bir kitaptan yola çıkarak Amerika
Kıtası'ndaki köleleştirilmiş
Afrikalı Müslümanlar hakkında yazmış. Afrikalılar hakkında bu
derece düşünen ve onların haklarını bu denli savunan, Türkiye dışında başka bir edebî kamu yoktur sanırım. Türk edebiyat dergilerinin bu konudaki çabası takdire şayandır. Köleleştirmenin her elli yılda bir bir başka
versiyonu çıkıyor. Savunu da
buna göre değişiyor. Şimdi
elbette ekonomi savaşları köleleştirmenin bir
başka cephesi. Afrikalılar, modern dünya algısının elinden daha renklerini
kurtaramadı. Şöyle bağlayalım cümleyi: Beyaz adam gibi
değil, adam gibi yaşamak.
CİNS, EKİM 2021
Cins, popüler bir gençlik dergisidir. Verilmek istenen şey, kısım kısım ve vurucu yönleriyle sunuluyor,
dergide. Okunması zevkli bir dergi, Cins.
Eray Sarıçam, Tevfik Akdağ'ı yazmış. Aslında Tevfik Akdağ,
İkini Yeni civarında- bir eleştirmene göre İkinci Yeni'nin önünde bir diğerine göre sonunda bir diğerine göreyse ortasında- bir şairdir. Şiir tarihi açısından öne çıkmış bir şair değil. Bence Tevfik Akdağ, II. Yeni'yle 68 Kuşağı
arasında bir şairdir. Şiiri, biçim ve içerikte böylesi bir seyir izler.
Hindistan'da İslam
ve Türkler başlığı ile
toparlayabileceğimiz dosya ise bu sayının en önemli yeri. İslam'ın Hindistan'a doğru açılımı Türklerin Anadolu'ya gelişiyle başlıyor. Yani aslında
1071'de sadece Anadolu değil Hindistan kapıları da açılıyor. 1071'de dünya tarihinde büyük bir kırılma
yaşanıyor. Haç ile Hilâl'in çekişmek için dünya sahnesine çıkışı bu tarihtedir.
Yavuz Dizdar
Mikrobiyota konulu söyleşide şu manada
bir şey diyor: Beslenme tarzının değişmesi insanı değiştirir. Üç yıl önce yayımladığım şiirimde demiştim ki: 'Yiyecek
değişir bizim insan da değişir.' Bu durum coğrafyanın kader olmasıyla
ilgilidir. Çünkü coğrafya farklılaşınca yiyecek ve içecekler de farklılaşır. Yani kader dönüşür.
Dursun Çiçek; John Carey
eşliğinde 'Sanat Neye Yarar' sorusunun peşine düşmüş. Elbette sanat birçok şeye yarar. Rönesans sanatla başlar. Modern çağ, sonraları köprünün altından çok sular geçtiyse bile sanatla kurulur evvelde. Dursun Çiçek, metnindeki şu bölümü öne çıkarmış: Hatta Hegel'e göre ilâhi olan ancak Avrupa sanatı ile ortaya çıkar.
Bence Hegel'in bu savının temelinde bin yıl önce Antik Yunan birikimine gidip de oradan düşünceyi ve felsefeyi
alıp gelen Müslüman düşünürlerin sanat, şiir namına ortaya çıkmış Grek birikimlerini küçümseyip onlarla ilgilenmemeleri yatıyor. Çünkü özellikle de şiirde
Müslümanlar o dönemde daha güçlü ve
kabiliyetliydiler. Şiirde dil Grek'te tabiata çıkarken, Müslüman şairlerde Tanrı'ya çıkıyordu ya da ikisi bir bütün halinde
bulunuyordu. Batılı düşünürler bunu asla
unutmadılar; hatta E. Renan, bu meseleyi bir onur ve intikam konusu etti; ve
Hegel de şimdi 'İlahi olan ancak Avrupa sanatıyla ortaya çıkar' derken bir nevi dili Tanrı'ya çıkmış bir sanatımız var hatta bu sadece bizde
bulunur, demek istiyor. Yani sorunun temeli eskidedir. Ve Hegel, dünya sanatı genelinde bu türden ifadelerle Batı sanatına aristokratik bir görev biçiyor.
Bazen sanat, sınıf ayrımına paradan daha yakındır. Hegel gibi filozoflar yıllardır bu işlevi
zihin temelli olarak geliştirdiler.
HECE, EKİM 2021
İrfan Çevik'in 'Kalibre' şiiri, İlhamî Çiçek'i hattırlatıyor. Yapı ve içerik 'Satranç Dersleri' nden kalkıp gelmiş gibi.
Modern çağ üstüne düşünmeler var kitapta.
Aslında modern çağ kadim insan düzenini ve disiplinini bozan bir çağ oldu. Batı, Ortaçağ'ın sıkıcı ve baskıcı devrinden sonra her açıdan kendisini fora etti. Adeta Ortaçağ'ın intikamını aldı. Ama bunu yaparken de insana bir tahdid
koymadı. Şimdi, bakıyorum Avrupa'da bile
düşünürler bazen
teolojinin dünya sistemine müdahele etmesi gerektiğinden dem vuruyorlar. İnsan enerjisine bir sınır çekmek derdindeler. Fakat yeni insan tipi buna
ikna olacak gibi gözükmüyor. Belki önemli olan sınır değil ahlâktır, diyeceksiniz. Ama ahlâkın elde edilmesi ve korunması da bir disiplinler
ve sınırlar dünyasıdır sonuçta. Diğer yandansa dinî düşünceye aykırı
olan şeylerin kültüre, fıtrata ve yaşamın sürdürülebirliğine dair
aykırılığı da artmış durumda.
Dergide Kazak Şiiri
Dosyası, önemli bir çalışma olmuş. Bağımsızlık sonrası şiir dönemi öne çıkarılmış. Elbette Kazak şiiri de bağımsızlığın
etkisiyle önce milli bir öze dönüş aşaması gerçekleştirecekti. Değişik şiir çabaları da sonradan
gelecekti. Kazak şiirinden edindiğim izlenim millileşme ile İslamî öze dönme aynı anlama geliyor gibi. Öze dönüş isteği şiir için
kanatlandırıcı bir kuvvedir.
Mehmet Kurtoğlu,
Taceddin-i Velî Divan'ı üzerine yazmış. Divan'da Yunus'un izleri var. Elbette
olacak. Yunus, Fars ve Arap dilinde olan şeyi Türkçede devam ettiren kişidir. Yolu, Mevlânâ'dan sonra Yunus'un
sürdürmesi Arap dilindeki içerik imkânının Türkçeye de geçtiğini gösterir. İçinde büyük olanaklar barındıran bakir dildi, o zamanlar Türkçe.
İsmail Irmacık
'Taras Bulba'yı, bütün yönleriyle incelemiş. Bana kalırsa Taras Bulba
romanı, Slav Birliği ütopyasının bir parçasıdır. Asya Türklerini de bu birliğin içine yerleştirebilme düşüncesidir. Modern Rus yazarlarının çoğu bir Ortodoks- Slav uyanışına sebep olacak bir
zemine katkı vermekten çekinmezler.
Dostoyevski olsun Tolstoy olsun bu uyanışı önemli ölçüde beslemek için gayret ederler. Modern romancıları boş yere 'Gogol'un
paltosundan çıktık demiyorlar.
Aslında Gogol'dan sadece estetik bir miras değil, bir Ortodoks- Slav düşü de devralırlar.
Yeprem Türk