Anadoluculuk
mesela, Hilmi Ziya Ülken’i, Nurettin Topçu’yu artık ancak rüyasında görür. Anadoluculuk,
bir kasabacılık fikrine ulaştı neredeyse. Nurettin Topçu’dan sonra gelip de bu
fikirden esinlenen tüm edebiyatçılar, bir köy kahvesinde, kubbesi tenekeden camilerde buluşmak için
adeta can attılar. Mesela çoğunun verdikleri ürünlerde her şey taşranın
güzelliğiyledir. Küçük olsun, bizim
olsun mantığını öteye geçemez. Üstelik bu metinlerin, sanırım bu fikre
atfedilen bir temsil üzerinden yeni nesli etkilediğini, hatta onları daha da
taşralaşmaya götürdüğünü söylememiz gerekir.
Geçenlerde facebook’ta paylaşılan bir
karede gördüm. Bu fikrin temsilcilerinden olan bir üstadın hiçbir
teknolojik alet kullanmadığını okudum. Üzüldüm tabi. İstanbul’da Avrupa yakası
ile Anadolu yakası arasındaki mesafeyi acaba tomruk üzerinde mi aşıyor bu üstat. Kimse
kusura bakmasın. Böylesi bir kalınlığın ve kopukluğun bir adım sonrası avcılık
ve toplayıcılıktır. Zamanında, Haçlı seferleriyle Doğu’ya gelen Hristiyan
mütefekkirler ‘ben Doğu’nun üretmiş olduğu
hiçbir araçla iş görmeyeceğim’ demedi. Ne buldu, aldı onu sonuna kadar
kullandı, kendine göre bir sahada dönüştürmeyi düşündü. Ve bu birikimin karşısına hangi prensip ve girişimci ruhla çıkacağını
keşfetmeye çalıştı. Kısacası örnekleri daha çoğaltmadan, belki daha fazla
kalp kırmadan bu meseleyi sonuca
bağlamak istiyorum. Anadoluculuk, İsmet Özel’den tevarüs eden bu türden bir alışkanlık nedeniyle teknolojiyi bir necaset gibi görmekle ve teknoloji karşısına
konumladığı ‘Kalın Türk’ veya Kalın İnsan’ anlayışıyla tamamlandı. Kalın
olmanın, insanımız adına bir vakara mı yoksa iftiraya mı varacağını varın siz
hesap edin.
Y.T.