25 Mayıs 2018 Cuma

İKİNCİ NESİL BATILILAŞMA


Batılılaşma meselesini aslında Türkiye’nin tarihine şu şekilde yayabiliriz.

İki binlere kadar olanki süreç: Birinci nesil Batılılaşma.

İki binlerin başlangıcından başlayıp 15 Temmuz Direnişi’ne kadar devam eden süre ise İkinci nesil bir Batılılaşmanın deveran ettiği aralıktır.

Birinci nesil Batılılaşma aslında iki kesim arasında çekişme ile sürdü. Birinci kesim Akif’in ‘Batı’nın ilmini alalım ancak ahlakını almayalım’ şeklinde sadece teknik ve ilmi alanda bir Batılılaşma yaşarken diğer kesim Batı’yı bir bütün olarak düşünüp Batı'nın ahlakını, kültürünü ve düşünme biçimini de aldı.

Ve asrın idrakinden konuşma meselesi gibi bir ortak paydada buluşuldu.
Ancak bu ortak payda sonraları ikinci nesil bir Batılılaşma yaşanılmaya başlarken bozuldu.

Bir grup entelektüel ya da aydın Batılılaşmayı nirvanaya erdirmeye çalışırken yani Batı’nın ahlakını da ahlak edinirken, diğer kesimin entelektüelleri bunu kanıksamayıp kendilerini öz değerlerinin içine attı.

Ve halk, bu zaman diliminde ortaya çıkarak, 15 Temmuz Direnişi ile ikinci nesil bir Batılılaşmaya karşı çıktı. İkinci nesil Batılılaşma çünkü topraklarımızı ve özümüzü kaybetme tehlikesini beraberinde getiriyordu. Ve İslam’ı, bin yıllık vatanında yeriyordu, bin yıllık geleneği de yok sayıyordu. Ve ‘İzmir’i Türkiye’den ayırıp Avrupa’ya bağlayalım’ gibi CHP anlayışındaki deyişler, ikinci nesil Batılılaşmanın başlangıç itibariyle niyetini dile getiriyordu.

Yeprem Türk

DERGİLER VS.


Edebiyat ve fikir dergilerinde neşet eden her yeni kavramı okudum ve onu anlamaya çalıştım. Bizim kuşak, Türkiye’nin hem fikir hem de anlayış olarak hızlı bir dönüşüm gerçekleştirdiği bir zaman diliminde oluştu. Ve bu çarkın süratli dönüşü, edebiyat hayatına ne gibi katkılar sundu hep bilmek, yorumlamak istedim. Doğrusu ya akademi dünyası, yeni kavramlar ve deyişler var etmede hep geri planda kaldı. Genelde üniversite çevreleri medeniyet ve fikir konusunda şairleri tekrar ettiler. Örneğin bir Akif, bir Necip Fazıl, bir Sezai Karakoç ya da İsmet Özel olmasaydı, acaba ilim adamları ne konuşacaklardı. Bu sorunun cevabı kocaman bir hiçtir.

Gerçi şu da bizim için ilginç oldu: Türkiye kurulduğundan bu yana dünya siyaseti açısından çaylaklık ve çıraklık dönemini geride bırakıp kurucu bir ülke olmak için yola çıkmışken, bunun yeni edebiyat dergilerine sebebiyet vermemesi de neyle açıklanabilirdi? Örneğin İtibar dergisi, aslında doksan kuşağı mantalitesinde bir dergidir. Genç şair ve yazarlar oraya yığıldı. Fayrap hakeza öyle.

Kuruluş dergisi ikibin kuşağına has özelliklerle çıkan bir dergiydi. Dağıtımında ve tanıtımında aksaklıklar oldu. Zaten Edebiyat Ortamı Yıllığı’nda Muhammed Safa bunları dile getirdi. Ne var ki, dağıtım şirketleri  bu konudaki iştahımızı acayip derecede kırdılar. Kendi bildiğimiz yöntemlerle dergiyi sınırlı sayıda bir okuyucuya da olsa ulaştırmaya çalıştık.

Kuruluş dergisi birçok yeni kavramlar oluşturdu. Bunu ilk dile getiren sağ olsun Ömer Yalçınova oldu. Dil ve Edebiyat dergisinde YAKMA kitabım üzerine kaleme aldığı yazısında Selim Sina Berk, aslında Kuruluş’un çok öncesinden 15 Temmuz Direnişi’ni hazırlayan yatırımlar yaptığını yazdı. Ve Kuruluş dergisi, gerçekten bir direniş bekliyordu. Çünkü ‘asa süresi’ adlı bir kavramla, Türkiye’nin içinde bulunduğu hali Süleyman (as) ‘ın asasına benzetmiş, Türkiye’nin yoluna bu şekilde devam edemeyeceğini ve değerler asasının kırıldığını söylemişti. Ve 15 Temmuz Direnişi ile halk bu değerler asasını yeniden inşa etti. Bunları arkadaşlarım pek konuşmadılar. Ya da anlamadılar. 


Yeprem Türk



DEĞİNİ


Kuruluş dergisini çıkarmadan önce, edebiyat ortamındaki şu iki şey dikkatimi çekmişti. Birincisi: Edebiyat dergileri ya bir grup dergisi ya da camia dergisi olmaya zorlanıyordu. Piyasaya bir sürü psikolojisi pompalanıyordu. Örneğin bunu FETÖ, iyi beceriyordu. Yüz küsur beceriksiz adamı bir yayım kümesinde toplayıp, bir fikir etrafında büyük külliyatlar kurmuş insanları hem merkezden uzak tutuyor, hem de onları bertaraf etmeye uğraşıyordu.
Şimdi soruyorum size, zaman gazetesi ve onun ekibi etrafından bize kalan bir fikir adamı veya şair var mı? Yok. Amaç neydi peki? Edebiyatın, şiirin, şairin işlevini bitirmek. Başarılı oldular mı? Bir nebze. Himmet topladıkları halk gibi okuyucuları da aldattılar. Bir sürü yeteneği körelttiler, onların önünü tıkadılar. 


 İkincisi: Dergilerden belli bir fikrin, anlayışın yeşermesine, meyveye durmasına izin vermemek için gösterdikleri olağanüstü çabaydı. Ve belli bir yordamla ya da akımla ortaya çıkanları ortamdan dışarı atarak marjinalleştirmeye çalışmalarıydı. Mesela Hakan Arslanbenzer ve çevresinin bazı sertliklerinin aslında sebebi buydu. Ve onların bu oyuna gelmeleriydi. Şimdi durumu toparlamaya çalışıyor, Arslanbenzer. Bazı dergi çevreleri aynısını Kuruluş’a da uyguladı. Biz sonraki kuşaklar, bunları gördük ve bu tuzaklara düşmemeye çalıştık. Ne marjinalleştik ne de fikrimizden ödün verdik.

Yeprem Türk 

21 Mayıs 2018 Pazartesi

İBRAHİM TENEKECİ ŞİİRİ



KONU

Tarihi, tabiatı, toprağı, kuşları, çiçekleri, türküleri, şarkıları, aileyi, babayı, sevgiyi, şehirleri, köyleri, garibanlığı, yetimi, vahdeti vücudu, her geçen gün daha da gelişen, büyüyen, idrak ve zevk eden Türkçesiyle anlatmaya çalışır. Ayrıca, ayetleri, şiir içinde özgün bir mana ve kişisel tecrübe ile söyler. Ve aslen sünnet şairidir. Birçok sünnetle ve sünnetin çağrışımlarıyla yüklüdür Tenekeci şiiri. Anadolu erenlerinin çeşitli söylemlerini de şiirinin içinde saklar. Aslında Anadolu irfanı şiiridir, onun şiiri. Çünkü zaten özde de hece vezni, Anadolu irfanı veznidir.

DUYGU

Tenekeci şiirinde duygu adeta bir biçim gibidir. O yapıyla dışa taşmayı, okuyucuyla buluşmaya yatkındır. Psikolojiden biliriz ki duygu asaldır, taklit edilemez. Başkalarının duygularına maruz kalan bir insan bile o duyguyu kendi duygusunun mahremiyeti içinde yeniden dönüştürür, kendisinin kılar. Şiirdeki orijinallik aslında duygudan kaynaklanır. Modern şiirimizin başlangıç noktasında olan şairlerin çoğu, Batı şiirini akımlar üzerinden tevarüs ettiği için, kendi duygularını şiire yansıtamamışlardır. Akımlar, dünya genelinde ortak duyuşlar, bilişler, teknikler geliştirmiştir, yenilenmeyi sağlamıştır, ancak şairdeki kişisel tecrübeyi de yaralamıştır.  Fason bir üretime kapı aralamıştır. Ve sonraki dönemlerde Batı şiirinin didik didik edilmesiyle bu ilham ve duygu çalıntıları ortaya çıkmış, şairine karşı da güveni yıkmıştır. İbrahim Tenekeci, gelecek çağlardaki okuyucusuna, kendi adına bunu yaşatmak istemiyor. Tabiat bile İbrahim Tenekeci şiirine, natürmort ya da natüralist bir tavır üzerinden akıp gelmemiştir. Spontane bir şekilde, şairin tabiatla girdiği samimi diyalogla elde edilmiştir. Yunus’un tabiatla doğrudan bir söyleşi olarak var ettiği bazı şiirleri, Tenekeci şiirinin bu husustaki öncüsüdür. Yani nesnelere, olaylara ve konulara karşı kendi duygusuyla hareket etmiştir. Bu yaklaşım da onun, özgün ve orijinal bir şair olarak kalmasını sağlamıştır.


TEKNİK

Milli Edebiyatçılar, hece şiirini kabukta, dışarıda inşa ederken Necip Fazıl gibi insanın ruh tarafını anlamada kabiliyetli şairler ise hece şiirini içerden tahkim etti. Sonradan gelen şairler ise bu iki ayrı hece damarını tek bir kanala taşıyan bir hece şiiri tesis ettiler. Bugün hece aynı şiirde hem vatan, millet, tarih gibi meseleleri taşırken hem de vahdeti vücut gibi ağır konuları bu meselelerin yanına iliştirebiliyor. Bu açıdan Hece şiiri doksan kuşağı içinde yeni kabiliyetler ve ufuklar elde etmiştir. Tam anlamıyla çağının şiiri olmaya yeltenmiştir. Hem vatan hem hikmet şiiri olmuştur.

REFERANS

İbrahim Tenekeci şiiri, her anıyla ve söyledikleriyle bir referansa yaslanır. Aslında hece şiiri başlı başına bir referans şiiridir. Konuşmalarının, gerçek kaygılarının, metafizik hissedişlerinin dayandığı kadim kaynaklar hep vardır hece şiirinin. Hece zaten, dünyada başka hiçbir batılı topluluğa benzemeyen bir toplumun, milletin şiiridir. Referansları hep kendi toplumlarının hayatı ve görüşü içindedir. Nerdeyse kendi insanının bir fıtratı olmuştur. Tenekeci şiirinde bu durum daha net ve derindir. Örneğin ‘İnsana son şekli sanki dağlarda/ Suların başında verilmiş gibi’ mısraları var Tenekeci’nin ve insanı hilkat anına götürmektedir. Temiz ve berrak fıtratı haber vermektedir. Yunus gibi, şiirlerini ayet olsun, hadis olsun ya da bir olay olsun genelde tarihi ve kadim referanslara dayamıştır. Eline sağlık Tanrım, Leyla güzel olmuş... diyorsa, bunun  referansı şükürdür. Mutluyum, çünkü galip gelmedim, mısraının referansı kibrin çirkinliği üzerinedir; Al benim hakkımı haksızdan, dizesinin referansı yetim hakkıdır. Aslında dünya üzerinde söylenmemiş söz yoktur, derler. Bunu belki de referansı olmayan bir şey yoktur şeklinde anlamalıyız. Referansı olmayan söz, referansı olmayan mekan ve hatta zaman, görüntü yoktur bile desek yeridir. Kıtlık ekonomisinin referansı Yusuf’tur. Bugün Amerika’nın referansı Roma’dır. Adaletin, eminliğin, merhametin, tamamlanmışlığın referansı Peygamber-i Azimüşşan’dır. Dostluğun referansı nice çoktur. Buna metinlerarasılığın daha yetkin ve kadim hali olarak bakabiliriz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ne zaman kızıl ve siyah bir bulut görse gökte, ürkermiş, çünkü daha önce helak olan kavimleri hatırlarmış. Doğal bir görüntünün bile bize bir referans taşıdığını gösteriyor, bu hadis bize.

SEZİŞ BİLİŞ

İbrahim Tenekeci şiiri, sezgilerle ve kanıtlarla birlikte ilerler. Gerçi Tenekeci şiiri, sanatının bu karakterini meleke olarak ruhuna yerleştirmiş bir şiirdir. Yani kanıt da sezgi de melekesinin sabit unsurudur. Biraz Ahmet Yesevi, Yunus şiiri gibidir. Yalındır. Alimdir. Bilgindir. Ancak bundan da öte haklılık ve masumluk temel şiarıdır. Zaten İbrahim Tenekeci şiirini oluşturan, ileriye taşıyan kök durum da budur.

DÖNEMİ

Şiirimiz, modern hayatla baş başa kaldığında bocaladı. Yeni bir dünya ile karşılaştı. Belki de ne diyeceğini bilemedi önce, içine kapandı, dünyada olan bitenlere biraz uzaktan, kendi kabuğundan bakmak istedi. Aslında yeni dünyanın kavramları, ideolojileri ve baskınlığı karşısında böyle davranmak zorunda kaldı. Büyük meseleleri şiirin dışına itti.  Orhan Veli’nin küçük insanın şiiri ortaya çıktı. Ancak aradan geçen yıllar, modernizmin şiir tarafından tanımlanmasını ve çözülmesini sağladı. Yani şiir zeka, fikir, kabiliyet bakımından yeteneğini tekrar ikame etti. Ve İkinci Yeni Şiiri ortaya çıktı. Ve ikinci yeni şiiri neredeyse Divan Şiiri’nden sonraki Birinci Kuşak olan Namık Kemal, Tevfik Fikret, Akif ve Nazım ve Necip Fazıl olan fikir şiiriyle; Ahmet Haşim ve Yahya Kemal gibi Pathoscu şairlerden sonra gelen İkinci Kuşak oldu.
Ve şiirimize üçüncü bir kuşak gelmeden ülkemizde 15 Temmuz Direnişi meydana geldi. Tüm bu şairleri Birinci Yeni veya İkinci Yeni şeklinde algılatılmasına izin  vermedi. Tüm bu bahsi geçen şairlerin sanatını, Türkiye’nin birinci klasik veya erken dönem şiiri olarak okunmasına kapı araladı. Bu sınıflandırmaya bizi yönelten şeyse Türk siyaseti, hayatı ve şiiri üzerinde ortaya çıkan bilgi ve yetenek alanı oldu. Çünkü Türk şiirinde, siyasetinde, düşüncesinde, ufkunda, mantalitesinde çağ açıp çağ kapandı.
İbrahim Tenekeci, Türkiye’nin yeni döneminin, ikinci döneminin ilk şairlerindendir. Bahsettiğimiz bilgi ve tecrübe birikimini de üstünde hissettirmektedir.

TUTUM

Türk düşünce dünyasında aslında iki kadim kavga vardır. Daha doğrusu iki kanon, iki damar. Düşüncemiz, felsefemiz de bu iki ayrı kaynağın tesiri ve çatışması altındadır. Ve varlığını da bu çatışma tezi ile kazanmaktırlar. Bunlardan birincisi İbn-i Arabi, İbn-i Rüşt, Mevlana gibi filozofların kurduğu pathos kanal. İkincisi Yunus, İmam Maturidi, İmam-ı Azam, İmam Rabbani gibi şair ve alimlerle ilerleyen diğer kol. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, birinci gruptakiler feylosof olmaya daha yakınken ikinciler alim, fukaha makamında iştigal eden zatlardır.
Aynı çatışma, cumhuriyet dönemi şiirimizde de katlanarak sürmüştür. Diyebiliriz ki, bu itişme kalkışma bizim geçmişte de ve gelecekte de kaderimiz gibi duruyor. Ve şiirde bu minval üzerinden üstüne düşen payı alıyor.
Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Hilmi Yavuz ile Tevfik Fikret, Akif, Necip Fazıl, Nazım arasındaki şiir görüşü farklılığını ben şahsen Mevlana’nın Mesnevi’sinde geçen şu öyküyle izah edeceğim. Çinli ressamlar ile Rum diyarı ressamlarının yarıştırıldığı bir öykü bu.  Bu öykü de Çinli ressamlar yüz ya da iki yüz çeşit renkte boya kullanırlar. Rum diyarı ressamları hiç boya kullanmaz, sadece duvarı cilalar, parlak hale getirirler. Aradaki paravan veya örtü kaldırıldığında göz kamaştırıcı olanının Çinlilerin yaptığı resim değil, onun bu parlak yüzeye düşen aksi olduğu görülür.
Resmi gerçek olanların bugün ethos şiir yazan şairler olduğu düşünülebilir. Bir parlaklık taşıyıp da gerçekte o yüzeyde yer kaplamayan şiirlerin ise Yahya Kemal gibi şiir yazanların geldiği geleneği ifade ettiği görülebilir.
İbrahim Tenekeci şiiri bu iki şiir tavrından uzak bir şiirdir. Tenekeci şiiri, şiirin alimliğine de filozofluğuna da yakın duran bir şiir. Bu iki damar arasındaki kavgaya bulaşmadan onlardan neyin alınması gerekiyorsa onu alan bir şiir. Gerekirse ilim, gerçeklik gerekirse bir gölge.


NOT
...
Güzeldim galiba, bunu nasıl söylesem
Eline sağlık Tanrım, Leyla çok güzel olmuş
Tanrım eline sağlık dünya da güzel olmuş
Keşke biraz ölmesem...

Yukarıdaki şiir Tenekeci’nin Bir Ki Deneme şiirinin son dörtlüğüdür. Deyiş ve kurgu itibariyle çok eleştiri alan dizelerdir, bunlar. Eline sağlık, ifadesi bu tür bir yanlış anlaşılmaya kapı aralamıştır. Yani biraz Nesimilik, biraz da Hallacı Mansurluk yapmakla suçlanmıştır, Tenekeci. 1950’lilerde Sezai Karakoç’un Kar şiiri de buna benzer ithamlara maruz kalmıştı. Ancak denebilir ki, bunlar şairin masumlukla yazdığı şeyler. Ve okuyanlar tarafından yanlış anlaşılmıştır, bu olgu ise şairini cezalandırmıştır. Örneğin Fransız Devrimi öncesinde ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözüyle halkın tepkisini çeken ve halkı hiç tanımadığı için saflığı nedeniyle bu sözü söyleyen Antoinette, devrimciler tarafından tutuklanacak ve giyotinde can verecekti. Bir saray kızının safça, spontane sarf ettiği bir laftı, bu. Aslında bu tür söz ve dizelerin kaynağında garip bir saflık, günün siyasetinden uzaklık, masumluk ve hissedişlere sadıklık var.

BÖRTÜ BÖCEK

İbrahim Tenekeci şiiri için sıklıkla duyuyorum: Börtü böcek şiiridir. Acaba gerçekten öyle midir?
Tabiatın kutsanmasından yana değildir Tenekeci şiiri. Ancak onun da insanın yaratılış unsurlarından biri olduğu da unutulmamalıdır. Şiirde doğa mucizesinin küçümsenmesinin, yok sayılmasının kapitalizmle gelen bir alışkanlık olduğu da düşünülmelidir. Kendisini doğaya karşı korumak için önlem alsa da insan, ancak bedenini beslemek için gıdaları da oradan edinmek, seçmek zorunda. Tenekeci şiirinin verdiği imaj ve fikir şudur: Doğa bizim temel besin kaynağımızdır. Sevilmesi, korunması, Allah’ın bir zenginliği olarak da anlamımızı daha mukim kılmak için temaşa edilmesi gerekir. Ve tabiatla uyum içinde yaşamayı teklif etmektedir. Ona göre bir yerin insanı derinse, oranın çünkü toprağı ve havası da berraktır. Türlü eczasıyla ve ürünüyle insana iyilik veren bir şeydir tabiat. Niye küçümsensin ki?

DOĞAL ESTETİK

Günümüz şiiri doğallıkla yazılabilecek bir şey. Kendini doğuştan şair hissetmeyenlerin, hayatı kanıyla canıyla duymayanların aynı zamanda bir estetle sunamayanların şiir zamanı artık geçti. Fayrap çevresi, bu durumu Batı’dan aldığı terimle spontanlık olarak adlandırıyor. Ama bu kavram da sadece anı yakaladığı için tarih, düşünce gibi insanın birikimlerinden uzaktadır. Belki ontolojik bir hal diyebilirlerdi daha eskiler olsa. Ben doğallık deme taraftarıyım şiirin bu haline. Çünkü doğallıkta insanın kişisel tecrübesinden, toplumsal deneyiminden, inançlarından arınmaması var. Yani insan, her yönüyle, içiyle dışıyla kültürüyle, duygularıyla varoluş hikmetindeki bütünlüğü dağıtmadan kaldığı yerden devam eder. Gerçekliğini ve yeniliğini korur.
Tenekeci, Allah’ın adıyla ısınır evler, demiş, bir dizesinde. Hakikaten de bu tür sözler, sadece estetik bir tavırla söylenecek şeylerden değildir. Bir olağanlık içinde gelen duyuş, kalpten görüş gereklidir.  

KİMSENİN KALBİ

Kimsenin Kalbi, İbrahim Tenekeci’nin şiir kitapları arasında en berrak, en yalın ve kalp olarak en kırık kitabı. Ve kendi açısından belli bir dönemin İbrahim Tenekeci’si için oto-şiir diyebileceğimiz bir şiir kitabıdır. Şiir kitapları arasında beni en çok etkileyenidir, hatta. Belki de şiirlerindeki yaşanmışlığın ve ustalığın birbirine bu derece geçmesi bu kitabı okuyucu gözünde ayrıcalıklı kılıyor. Sanki Tenekeci, bu kitabı yazmak için dünyaya gelmiş gibi. Üstelik kitabın ismi bile pek düşünülmemiş, olağan şekilde çıkıp gelmiş. Mesela Üç Köpük, Peltek Vaiz, Güzellik Uykusu... gibi kitap isimleri ya belli bir kurguyu çağırır ya da Görmeden Ölmek adlı kitabının isminden anlaşılacağı üzere hafifçe beylik ifadelere dayanır. Ancak Kimsenin Kalbi ifadesi diğerlerinden farklıdır. Ve kitabın ismiyle başlayacağını anlatır.
Bu kitabı belki de ismiyle ve içeriğiyle ayrıcalıklı kılan şey, İbrahim Tenekeci’nin baş başa kaldığı büyük yalnızlığıdır. Uzaktan takip edebildiğim kadarıyla Tenekeci o dönemde, kendisini güvende hissettiren ocağını- Dergah dergisini- terk etti. Kendi başının çaresine bakmak durumunda kaldı. Çok sıkıntı çekinti. Hatta şu dizeleri ile eski üstatlarına karşı da tavrını koydu. Üstatlar, üst katlar, inanın hepsi/ Dan dan... Ve bu dönemde bu kitabı yazdı. Ve akabinde İtibar dergisiyle küllerinden adeta tekrar, doğdu. O yüzden eskiler boşa dememiş, öldüğümüz yer doğduğumuz yerdir. En koyu yalnızlık büyük bir kalabalığa gebedir, diye.

Dağların durduğu böyle anlarda
Yalar yarasını içte bir geyik

Böyle anların da şairlere birçok şey kattığı gerçekler vardır. Örneğin yukarıdaki dizedeki geyik, hiç de bir resim ya da imge şeklinde durmuyor, bizzat şairin kendi içindedir. Üstelik geyik masum bir hayvandır. Onun yarayı yalaması şairi rahatsız etmiyor. Yarasının farkına varmasının neşesini ve sevabını da alıyor, şair. Grift ve karmaşık ifadelere yer vermiyor, çünkü kendisini saklamıyor. Ve İbrahim Tenekeci,  bundan sonra hiçbir kitabında bu derece bir İbrahim Tenekeci olmayabilir. Bu ihtimal, bu kitabı değerli kılıyor. Bu kitapta üstüne sim ekilmiş ifadeler yok, dizeler kendi doğal parlaklığında akıp gidiyor.
Diğer özelliği bu kitabın, İbrahim Tenekeci şiirinin ufkunda olan personayı, kişiliği konuşturmasıdır. Ve yeni hecenin tarihi seyirde akıp gelen yeni kişiliği yakalamış olmasıdır. Karac'oğlan, Dadaloğlu, Aşık Veysel ile kalıplaşan hece personası Milli Edebiyat ile ikinci Necip Fazıl ile üçüncü kez dönüşüm geçirip yeni kişiliğini, kahramanını yakalamıştı. Yeni Hececilerde ise bu kişilik doksanlarda dönüşüme uğradı. Tenekeci’nin bu kitabındaki persona Hece’nin neredeyse dördüncü  durağındaki kişiliktir.

KİŞİLİK

Dadaloğlu, Karac’oğlan gibi klasik hece şiirindeki persona kılıç, at, adalet, kas gücü, mürüvvet sahibi olmakla bilinmektedir. Milli Edebiyat döneminde yeşeren hece daha ziyade Kurtuluş Savaşı’nın da etkisiyle bağımsızlık, vatan, bayrak etrafında şekillendi. Necip Fazıl ile metafizik bir çerçeveye erişti. Bugünün hecesi ise, İbrahim Tenekeci de olduğu gibi hamasete ve imgeye bulaşmadan kendi insanının veya şairinin içinde bulunduğu spontane durumdan beslendi. Bugün Hece’nin gösterdiği persona faal haldedir. Ülkemizde ve periferisinde yaşamaktadır. Modern çağda ezilmiştir, horlanmıştır, ancak yine de ilkelerini ve özünü bir kenara atmamıştır. Hem vatan duygularıyla hem de derin bir irfanla bezenmiştir. Yeni çağın dilini ele geçirmiştir. En derin konuları bile diline sığdırabilmiştir. Kanaatkârdır.  Taşrayı da şehir hayatını da aynı tez etrafında harmanlayabilmektedir.

...


Geri Kalan bölümleri Kuruluş Dergisi'nin 28. Sayısından okuyabilirsiniz.



Yeprem Türk

&


İbn Haldun’a göre milletlerin iki halleri vardır. Birincisi: Bedevilik. Yani bâdiye hayatı. İkincisi ise: Medeniyet. Yani medeni hayat.

Aslında birincisi hesabi bir düşünceye dayanır. Derin bir birikimden, hissedişten uzaktır. Örneğin bir ağaç bazen bir gölgelik bazen de bir kereste potansiyelidir.

Medeniyette ise düşünce sistemi, teemmülî’dir. Yani varlığın anlamını kavramış bir idrake kavuşmadır. Dünya, varlık için bir tecelli mahallidir.
Milletlerin, düşüncelerin bu türden akışı, çağlar için de geçerlidir. Her yeni çağın önce cahil, badiye hayat şekli; ilerlediği zamanlar bir de medeniyete erdiği vakitler vardır. Şu an içinde yaşadığımız teknolojik çağın her ne kadar bilgelik dönemlerini görmesek de durum, böyledir. Bence, teknoloji ve iletişim çağının hala badiye bir toplum yapısıyla ilerlemesi, bu çağı var edenlerin kişiliğinden, personasından ileri gelmektedir. İlerleyen dönemlerde bilge ve olgun bir teknolojik çağın yaşanacağına inanıyorum ben. Bu araçları medeniyete erdirenlerse ahlaklı, ilkeli toplumlar olacaktır. Bu enerji İslam dünyasında vardır.


Y.Türk