27 Mayıs 2020 Çarşamba

Ütopya- Distopya Ya da Babil'in Asma Bahçeleri




İngiliz hukukçu ve siyasetçi Thomas More’un Ütopyası’nı okuduğum yıllarda aklıma   Babil'in Asma Bahçeleri düşmüştü. Hem güzel hem de iyi yer anlamına gelen ama aslında bir yeryüzü cenneti vaadi taşıyan Ütopya kavramı, Babillerin dünyada oluşturmak istedikleri cennet idealiyle neredeyse birebirdi. Modern yaşam, bir ütopya olarak ilhamını oradan almış gibiydi.

Modern insanlar da Babiller gibi dünya nimetlerini şükürsüz ve fütursuzca tükettiler. Haz, hız, doyumsuzluk, konfor derken akabinde bir yozlaşma, hiçleşme, Tanrı’yı yok sayma, kendi kendini helak etme aşamasına geçtiler.  Ki bu kez de kötü ve hastalıklı distopyalarının içine düştüler.  John Stuart Mill ise Distopya eseriyle Babil hikâyesinin ikinci bölümünü anlatır sanki.

Ütopya; her şeyden önce eski Babil halkının hülya ettiği gibidir; Distopya ise sonunda yaşadığı hayal kırıklığıdır, vardığı yerdir.

Ütopya ve Distopya kitapları Rönesans’tan günümüze dek gelen macerayı anlatır da. Babil anlayışını bazı farklılıklarla tekrar ede ede.

Mimarî anlayışları bile neredeyse aynıdır. Babil’de kuleler, Ütopya’da ve Distopya’da gökdelenler bulunur. Ve önceleri ışıl ışıldır bu yapılar sonra yıkık dökük, karanlık, tekin olmayan yerlere dönüşür.

Babil’in halkının birbirleriyle dertleşecek kadar dahi müşterekliğe sahip olmayan yalnızlaşmış, farklı dilleri; Dsitopya’da geçen, çağımızın bir başına bırakılmış ve ötekileştirilmiş insanının hal lisanından başkası değildir. 


Y. Türk


&


Hukukun en önemli özelliği tüm insanlığa hitap etmesidir. Ve akabinde doğduğu kaynağı göstermesidir.

Dünya hayatı;¸ hukukuyla, felsefesiyle, sanatıyla iki ana kaynak etrafında şekilleniyor.

Birincisi: Fıtrî ( Şer'i ) bakış açısı. İkincisi: Tabiî görüş.
Medeniyetler da aslında bu zihniyetlerin yükselip alçalmasına göre dalgalanıyor.

Ve medeniyetler önce hukuklarıyla tanımlanıyorlar.
Osmanlı fıtrî hukukla zirve yapmışken Avrupa tabiî hukukla yükseliyor.

Aslında ikisi de insan içindir. İnsana ters değildir. Ama sürdürebilirlik açısından; insanın hem dünya hem ahiret mutluluğunu temin noktasında fıtrî olan daha etkindir.

Fıtrî hukukun hem cinsleriyle ilişkisi iki şekilde belirmiştir. Müslüman olanlarla ayrı, gayri Müslimlerle başka konuşmuştur. İkisinin de durumlar hakkı gözetilmiştir. Tüm semavî olanlarla ezeli hikmet kavramında birleşir. Buna İbrahimî anlayışta denebilir.  Küresel düzeyde ise ‘münker ve nekir’  noktasından, yani herkesin üzerinde birleştiği ortak iyilikler ve ortak kötülüklerden hareket eder. Hukuka ontolojik bir zemin açar.

Tabiî görüş, dünyevî olanı imler. Ama insanın nefsini dizginleyen fıtrî hukuktaki uyarılar onda olmadığı için antropomorfizm tehlikesine da daim açıktır.  Rubûbiyete kalkışma riski vardır.

Dünya üç yüz yıldır tabiî hukuk çerçevesinde yönetilmeye çalışılıyor. Bu üç asırlık geçmişi ölçüye vurursak şu sonuçları elde ederiz: 1. Dünyevileşme zirve yapmıştır. 2. İnsan, Tanrı'nın yerini boşaltmıştır. 3. Emperyalizm ve işgal çoğalmıştır. 4. Doğal kaynaklar yağmalanmıştır. 5. Dünyanın gelir dağılımı hiç olmadığı kadar bozulmuştur. 6. İnsan, yaratılış olarak taciz edilmiştir.

Aslında bu durumlar fıtrî hukuka bir çağrıdır.



Y. Türk

&



Avrupa, yeniçağda kendisini antropomorfist bir kaynaktan üretti. Ve iktisadî faaliyetleri de bu memba etrafında kurdu. Avrupa’nın üretim anlayışından dolayı iki önemli unsur daim taciz edilmiştir. Birincisi: İnsan. İkincisi: doğadır. İnsan, hem iş gücü hem de kaynak olarak sömürülmüş ve aciz bırakılmışken doğa da önemli miktarda tüketilmiş ve neredeyse dünya hayatını ortadan kaldıracak derecede azalmıştır. Bugün, hem insan hem de doğa sürdürebilirlik açısından kilit noktada. Sular kirlendi, tabiat insanın yaşam ortamı adına gerekli imkânları sağlayamayacak noktada. Aslında Avrupaî üretim tarzı doğaya da insana da antropomorfist bir algı içinde daim saldırdı, onlara had bildirdi.

Yeniçağda siyaset anlayışı da bir antropomorfizm dairesi içinde değerlendirilebilir. Devlet, Hobbes’e göre ‘insan insanın kurdudur ve bu çatışmayı önleyebilmek için insan, cinsi bir iktidara yani devlete ihtiyaç duyar’.  Aslında bu görüş İbn-i Haldun’un devlet konusunda görüşlerinin sertleştirilerek söylenmiş bir başka versiyonudur.  O da ‘…devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur’ der.

Ancak bu ilişkiyi düzenleyecek devletin hüviyeti konusundaki görüş  farklılığı vardır. Haldun, devleti nerdeyse asabiyye kuvveti olarak ele alıp ona beşerî bir irade verirken Hobbes, devlet aygıtına Leviathan yani ejderha hüviyetini yükledi. Dünyevî ve ruhanî olan, hem Sezar hem Tanrı bileşkesiyle gelen iktidar Leviathan imgesi içinde toplandı. Ve eski Yunan tarihine bakıldığında bu kavramın antropomorfizm kültüründen beslendiği görülür.



Y. Türk

&



Hobbes, tabii hukuk ekolüne bağlılardandır. Bu görüşün diğer savunucuları: Locke, J. J. Rousseau, Descartes, Spinoza...

Bu hukukun temelini Stoacı düşünce belirler. Antik Yunan’a dayanır. Büyük oranda panteist bir görüşe sahip. Bu, hukuktaki natüralist ya da doğacı yorum.  Fransız ihtilalinden sonra etkin olan hukuktur. Modern hukukun temelini oluşturur.
  
Dinî hukuk ki bizde büyük oranda şeriat olarak bilinir ve adına fıtrî hukuk denebilir.

Osmanlı devleti, yaşamı, fıtrî hukuk ve bunun etrafında şekillenmiş örflerle ve diğer eklentilerle idare etti.

Ama ortaçağın softa Hıristiyanlığı içinde debelenen Avrupa, çareyi, toplumsal hayatı, dinî kurallardan sıyırıp tabiî hukuk etrafında sürdürmekle buldu. Ve bu hukuk yordamı neredeyse tüm dünyaya yayıldı.

Ve şer'i diğer adıyla fıtrî hukuk da eski otoriter, totaliter monarşik yönetimlerle bir görülüp tarihin raflarına kaldırıldı.

Oysa fıtrî hukukun ne otoriter rejimlerle ne de monarşilerle bir alakası vardı. Tabiî hukuk kavramı eskiden ortaya çıkmış olsaydı, bu kez de o, monarşilerin, imparatorlukların elinin altında olacaktı, yıpranacaktı. O devirlerde monarşinin olmadığı bir yer mi vardı.

Müslümanlar, tabiî hukuk kavramının kazanımlarını da yanına alarak bir fıtrî hukuk yaşantısında olmuşlardır.


Y. Türk