Hayatı boyunca çok sıkıntı çekti. Öyle ya da böyle rahat yüzü görmedi. Belki buna şairliği belki de aşırı hassasiyeti neden oldu. Belki de içinde bulunduğu zaman ve koşullar itibariyle mücadele etmeyi, bu uğurda sıkıntılara göğüs germeyi bir yol olarak seçti. Ülküsünün eti kemiği oldu. Milletinin, geleneğinin rencide edilmiş ruh acısını derinden hissetti. Bir şairi böylesine ve bu tür cümlelerle tanıtmak isterdim veya bir fikir adamını. Şöyle de olabilirdi bu. Derin bir estetiğin yanında içinde bulunduğu toplumun dünya macerasını yani ruhunu yansıtma yolunu tuttu. Öze doğru yol almanın atını koşturdu.
Biz şairleri okurken genelde onlara bu iki yolun mümkünlerini zorlamış birer şahsiyetler olarak bakarız. Türk şairleri, bu iki yakadan birine yerleşmek veya birinde belirginleşmek zorunda. Türk şiir tarihinin akışı buna uyar. Pathos veya ethos gibi şeylerden çok farklı bir olay bu. Pathos veya ethos’u anlamlandırmak denebilir buna. Hem sanatın hem şairin kişiliğini sağlamlaştırıyor, ayrı bir önem biçiyor bu yol şaire. Bu iki yolun dışına taşanları ise ne Türk şiiri bir yere koyuyor ne de onlara şiir sanatı sahip çıkıyor. Açıkçası onlar hakkında yazmak, onlara şiir tarihinde bir misyon biçmek bile yazana bir yük haline geliyor.
Bu tür şairlerden bir tanesi de Ebubekir Eroğlu’dur. Tuhaf bir şiiri var, Eroğlu’nun. Tuhaf olduğu kadar da akış dışı. Türk şiiri albümünde yeri yok yani. Girişte belirttiğimiz iki damarın dışındadır. Gerçi kendi döneminin şiirine uygun bir kişilikte. Kuşağının hem temasına hem de şiire bakış açısına biçilmiş kaftan.
Diğerlerinden biraz muhafazakar olması yönüyle ayrılır. Ama bunun ayrıca bir önemi yoktur. Bu dönemin muhafazakar şairleri de içinde, niçin hangi akla hizmet adına şiir yazdılar pek bilinmez. Estetik algıları da önümüze bir şey koymaz. Eroğlu’nun şiirinin dokusu öncelikle şiir sanatı içinde düşünüldüğünde çok gevşek mesela. Kelimeler uzun uğraşlar sonucu ses olarak bir disipline ermiş olabilir. Ancak biz bunu kastetmiyoruz. Kaynaktan çıkıştaki doğallığında ve orijinalliğinde büyük sorunlar var Eroğlu şiirinin. Bilgisayar ekranında ya da kağıt üzerinde kesilmiş biçilmiş birbirine tutturulmuş öğeler topu gibi durur Eroğlu şiiri. Şiirdeki öze ya da herhangi bir amaca kendisini veremiyor Eroğlu. Bundandır şiiri içerde değil dışarıda yapıyor. Kişiliğini, kendisini belli etmek istemiyor mu şair şiirinde bilmiyorum. Şiirinin insan bakımından ıssız kalmasına neden olan aynı tavrı üslubu mudur Eroğlu’nun kestiremiyorum. Oysa şiirin insanlık dolması isteniyorsa, şiir her şeyden evvel şairini içeri alır. Şair şiirinde değilse diğer şahısların da şiire gelmesi pek olmaz zaten. Bunu yapabilenlerden bir tanesi de örneğin Ahmet Haşim’dir. Ahmet Haşim’in doğaya bakarken bile oradan öze geçtiği görülür. Haşim, denizin kızıllığı gibi bir tabiat hadisesinde de insani bir öz ortaya çıkarır. Tabiatın bağrında insanın çeşitli hislerini fokur fokur kaynatmayı başarır. Aslında su yüzüne çıkmış önceki dönem şiirlerimizden kalma doğa şiirlerimizde bile bu denli, Eroğlu şiirindeki kadar pastorallık olmadığını söyleyebiliriz. Bunu modernizmin son haliyle, geldiğimiz noktadan baktığımızda daha iyi anlıyoruz. Pastorallık algısının artık değiştiğini biliyoruz. Pastorallıkta ölçek, doğa değildir, şairin şiir dışında kalması olayıdır. Sanatta bazı şeylerin anlamı çağa göre değişiyor, başka cepheler açıyor yeni gelen zaman. Doğaldır, bu da. Tekamülün doğasında var. Ahmet Haşim’in tabiat dolu, ruhsuz denilen şiirlerinde mesela medeniyet ışığından biraz mahrum kalsa da Haşim’in tabiatı mı insani öze sokup çıkardığını yoksa insanı mı tabiata gömdüğünü anlamak zor. Zaten büyüklüğü de Haşim’in şiirinin buradan gelir. Medeniyet şiiri olarak eksik hissedilmesi de Haşim’in şiirinin, temasındandır. Bu yüzden de Yahya Kemal’in kıyısındadır.
Eroğlu şiiri, bu bağlamda güçlü şiire has bir çalışma gösteremiyor. Ya da yanlış yerde çalışıyor. Şiirin şiir gibi çalışıldığı atölyeler vardır. Şiirin iklimi havası duygusu çalışılabilir. Haşim de Yahya Kemal de böyle yapar. Kelime seçimine sonradan eklenebilecek sözcüklere çok az şans vermişlerdir. Eroğlu, atölyeyi biçime taşımış sırf. Bundan ki, hikmetli şeyler söylese bile hikmetli şeylerin çoğu sıcaklığını kırpılmaktan ziyan ediyor. Bu da hikmetin Eroğlu şiirinde sadece bir mask olarak taşındığını gösterir.
Kalem beyaza iner bir düş aralar
Bir ağaç kımıldasa
Bir taş çatlasa bir kök yürüse
El sallansa bir esinti
Metin Cengiz, bu dizeler için ‘...Bizi bir duyguyu, bir imgeyi anlama çağırmaktan çok, durmadan kendisini çoğaltan bir gövdeyi anlamaya davet ediyor’ diyor. (Edebiyat Ortamı, Şiir Yıllığı, 2014.) Gerçi Türk şiir okuyucusunun, kim kimi nereye çağırıyor, bunu bu şiirden anlaması mümkün değil. Zaten Metin Cengiz de anlamamış, birkaç retorik cümle ile işi geçiştirmiştir. Okuyucuyu bir şair bir yere çağıracak da okuyucu anlamayacak. Olur mu yani? Orhan Veli’de bile davetin yeri amacı konusu açıktır. Sezai Karakoç ve İsmet Özel, üstüne basarak yolun nerede davetin neye olduğunu söylerler. Şiir çoğu tarafıyla da şiirimizde bu özelliğiyle görünür. Eroğlu’nun şiiri davetsiz ve dertsiz bir şiirdir. Sermaye yok yani. Sermaye yoksa davet yok, insan yok, sıcaklık yok, beka yoktur.
· Yetmiş ve Seksen şiirini Türk şiiri halkasına eklediğinizde Türkçenin bekasına halel getirmiş oluruz. Bu yüzden iki kuşağı da Hariç(dışlak) şeklinde adlandırdık. Türk şiirinin dışına koyduk.
Yeprem Türk (Kuruluş dergisi 6. sayıdan)