Bir gün, İstanbul’un bir yerinde, gece
dolaşırken bir cin adam gördüğümü zannediyorum. Cin, derken açıkgöz manasını
kastetmiyorum. Allah’ın ‘Ben cinleri ve
insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım’ (67) dediği türden bir cin bu.
Aşağıdan yukarıya doğru tırmanırken iki sokağın
kesiştiği yerde, bembeyaz gözleriyle beni izleyen bir adama rastladım o gece. Yanına
kadar vardım, adamın. Durdum. O bana baktı, ben ona baktım. İnsan gibi
görünüyor ama derisi, burnu, duruşu beni ürkütüyordu. Naylonvari bir etki
yayıyordu da sonra. Yangın söndürme tozuna maruz kalmış zannedersiniz de. Belki
elimdeki su şişesinden üzerine su döksem cos diye kaybolup giderdi de. Gene
de günahını almayayım adamın belki hakikaten insandır dedim içimden. Farklı bir
tat vermedi de değildi karşılıklı durarak
yaptığımız bu bakışmalar. Beni bir anlığına dünya dışına çekti. Bir şeyin
gerçek mi sihir mi olduğunu bilemediğinizde olur bu durum. Sonra ayrıldım
oradan. Ancak hislerim, ben oradan uzaklaşınca onun cinlere yakışır şekilde lip
diye sönüp kaybolduğundan yanaydı. Çünkü bu adam, yeryüzü şartları altında
yaşayan hiçbir insandan, hiçbir toplumdan asgari düzeyde bile bir eser
taşımıyordu.
Neden anlattım bunu?
Şimdi bu tipleri marjinal bir partinin, HDP’nin
şemsiyesi altındaki bürokraside görüyorum. Gerçekler midirler büyü müdürler, nedirler?
Dünyadan uçup gitmeye hazır tüy gibi duruyorlar. Ne sana ne bana ne ona benzer
simalarıyla.
Sosyoloji bunlarla ne kadar ilgilidir,
bilemiyorum. Ancak anlattığım cin adam
ne kadar sosyolojik bir malzemeyse bu tipler de ancak o derece sosyoloji
konusudur.
Adem Kalan