Şimdi Allah'ı anlatan sarı kağıtlarımda önce Zeynep'i anlatırdım. Allah, aşkımın mimarisine malzemeyi iki yerden gönderdi. Gökten kendi aşkını yerden de Zeynep'i verdi. Bu, bir teknik değil; rahmetti.
Karşısına Tanrı çıkma ihtimali bekler sevdiğini iyi aralayan her erkeği. Değil mi zaten aşk kitabı böyle yazıla gelmiş dünyanın ıssızlığından beri. Elif ki, bizi bir eliyle alırdı diğer eliyle Allah’a verirdi. Elif, Eski Asya’da berrak dağ ve ovalarda sevilmiş yarin adı. Onu sevmekte namaz tadı gibi bir şey vardı.
Aşık olduğumda Nuh’un gemisine adımı yazdırmışım gibi bir duygu hissetmiştim içimde. Sular üstünde sıla sıla gitmiştim de. Onu sevmek sevaplar kadar güzeldi. Gözleri, cennetin sokaklarıydı. Yakardı ışıklarını, öylece bakardı.
Ona yanmak bana heyecan verirdi. Şehrin posta kutusuna, bizim için ayetler bırakılır gibi güzel ve diri yaşardım. Kente can verirdi bu duygu. Toprağımı Yasin'in, Fatiha'nın çapası kazardı. Hayat ağacımın dalları göklere değecek denli uzardı.
Alınmamış kızların ardından dağlar gelir. Nereye gitsen içinde bir Mirabeau köprüsü oluşur. Altından sular akar akar.
Zeynep'in terki bile güzel olur. Kavuşamamak da bir selamdır, alınmalıdır. Selam alınınca fark edilir: İçinizdeki kuşlar Zeynep'ten havalanmışlardır, yediler kırklar sanatıyla yoğrula yoğrula esma-ül hüsna'ya doğru yola koyulmuşlardır.
Y. Türk