Aşkı
öğrenme dersimiz.
Ulular içinde bir ulumuz.
Muhammedî yolda, Şems fenerdir, o
gidenimiz.
Mevlânâ bir sayıydı, Şems çarpandı.
Çarpılan rakamda bünye değişirdi. Mevlânâ,
Şems’in elinde çarpıldı, kanatlandı, yükseldi.
Aşk ağacı, imkânsızlıkta tutardı.
İnsan ki, yoklukta üreyen bu
kuvvetli oluşu nasıl anlatırdı.
Aşk öne, yükseklere doğru çekerdi.
Dünya ise insanı, elindeki ekmekle
oyalardı.
O, aşkın topraklarını seçti.
Semâ’ı, gönlünün ve sanatının sabanı yaptı; sürdü, ekti, biçti.
Aşkın ürününü hem yedi hem
erenlerine yedirdi.
Hem en yeniyi hem de hiç eskimeyeni
söyleyenimizdi.
Örneğin
hep erenlerimizle dikkatimizi çekerdi kaderin her daim insana belli bir yaşın
üstünde davranması. Onun, alınyazısına sahip çıkıyor ve insanı itiyor gibi
görünmesi. Onu Şems’ten ayıran yazgının böyle gelişmesi.
Sonra anlıyor insan, alınyazısı gerçekte insanı koruyan bir Tanrı libası.
Sonra anlıyor insan, alınyazısı gerçekte insanı koruyan bir Tanrı libası.
Ve halâ
yeryüzünde yaranın aklına evvela insanın geliyor olması.
İlginç
değil mi, günümüzün kalp mühendisleri tarafından aşka yeni yolların yapılması
ama onun yine kafasına göre takılması.
Himmet
kavramı nedir? Öğretenimiz.
Sanki
der gibi Mesnevî’sinde Mevlânâ: ‘Biz en eski insan gibi dağlarda kalan akıldanız.
Uyusun bizle deriz derelerimiz, dağlarımız. Tanrı istesin de, uykumuza uğrasın,
bir çıkın öğüt koysun bir erenimiz. Tanrı dilerse sabaha da çıkarız.
Ölümün lügatini inşa eden evvelimiz.
Aşk obasındaki ak sakallı dedemiz. Ölümün omuzlarına çiçek iliştirenimiz.
Gönül
verir ancak, Mevlânâ’ya büyük hakkı. Nedir ölümün içinde verdiği Şeb-i
Arus galası?
Söyle
bakalım ey yürekteki kadim, büyük kızgı. Neydi, dünya denen yeryüzü halısını
yakacağım diye güttüğün, seni kötürümleştiren o büyük kaygı. Aşkının, kında
durmaktan bunalan kılıcı. Değil mi hayat, ölümle daha serbest daha akışkan daha
canlı?