27 Aralık 2021 Pazartesi

KURULUŞ'TAN ÇIKANLAR

2021 ŞİİR YILLIĞI






DÜŞÜNCE- DENEME, ESER SIRASI: 19


Aslında şiir kitabı da basmak istiyorduk. Ancak ekonomik koşullar nedeniyle onu yaza erteledik.

Yıllık, Kadıköy ve Üsküdar İskele büfelerinden edinilebilir.
Yakında Mephisto Kitap Evleri'ne de bırakılır. 

Selametle

Kuruluş Dergisi 

25 Kasım 2021 Perşembe

Üçüncü yüzü bekleyen boşuna bekler

Dünya küresinin birçok yerinde hakim düzene,  hükümetlere isyan hareketleri başladı. Politik yetersizlikler, kıtlıklar, küresel ısınma ve salgınlar derken dünya yeni bir aşamaya gebe. Önce söyleyelim ki, bu isyanların çoğunun halk nezdinde bir karşılığı olmayacak. Çünkü isyan, epeydir ahlâkını yitirdi. 

Aslında sadece isyan değil anlamını, hakikâtini ve ahlâkını yitiren. İdeolojiler de ortadan kalkmadan önce zaten ahlâklarını kaybetmişti.  Çünkü ideolojiler kendi cennetlerini kurgularken ahlâk ile fıtrat/ tabiat arasındaki ilişki biçimine dikkat kesilmedi. Kendilerince, kabaca söylersek, içinde 'her türüyle hadsiz bir refahın ve sınırsız maddi zenginliğin olduğu'  birer cennet vaad ettiler. Oysa refahın ve zenginliğin çok olduğu yere cennet denmez. Cennet ile kast edilen şey çoğunlukla ahlâktır. Yunus'un 'Bana seni gerek seni şiiri' bu bağlamda cennet kavramına düşülmüş şairce bir şerhtir. Yani aslında cennet, bir refah biçimi değil ahlâktır.

Ahlâk ile fıtrat / doğa arasındaki iletişim önemlidir. Ahlâk; fıtratın ve doğanın kalkanıdır. Ahlâkı yıkıp geçen, fıtrata ve doğaya çarpar.  Ahlâkın düzeltemediği şeyi doğa düzeltir. Örneğin yüzyıllardır süren ekonomi- üretim ve tüketim biçimi, insan eliyle ve ahlâkla doğrultulamadığı  için doğa tarafından biçimlendirilecek gibi.

Günümüz dünyasında birçok tutum ve tavır fıtrata veya doğaya çarpmıştır.  Ya  bir zaman sonra sokaklarda insanların değil tabiatın ve fıtratın isyanlarını göreceğiz ya da insanlık, hem ahlâklı bir ilerlemecilikle doğayı arıtacak ilme ve teknolojiye sahip olacak hem de her türlü emekle elde edilen hasadın hak üzere taksimatını yapmayı öğrenecek. 

Zulmü, adaletsizliği, taşkınlığı kaldıramamak dünyanın ruhunda var.  

Ahlâk ve fıtrat/ doğa olmak üzere dünya hayatının iki yüzüne de tokat atıldı kanaatimce. Üçüncü yüzü bekleyen boşuna bekler.


Y. Türk


31 Ekim 2021 Pazar

23 Ekim 2021 Cumartesi

EDEBİYAT ORTAMI, TEMMUZ - AĞUSTOS 2021

 

Dergide 'Yunus Emre'nin Misyonu' nedir? Sorusuna cevap aranmış. Aslında bu konuya Kenan Göçer'in 'Yunus Emre Ne dedi? (İzonomi Temelli Ekonomik- Politik Yaklaşım) kitabı bağlamında Kaygusuz dergisi de değinmiş. Ama önce ben, Ali K. Metin'in 'Şiirimizde Yunus Emre Misyonu ve Kanon Meselemiz' başlığı altında açıkladığı Yunus Emre'yi konuşmak isterim.

Fuat Köprülü, Yunus'u Türkçe'nin kurucusu olarak göstermişti. Zaten Cemal Süreya'da bu kurucu işarete binaen 'Türkçe'nin süt dişleri' demişti. 

Aslında Yunus sadece bir toplumun değil medeniyetin de başıdır, ruhudur. Yunus'un İslam'ı anlatış şekli, Vahdet-i Vücut meselesinde olduğu gibi farklıdır. Ben onun bu sade ve açık anlatımından dolayı tarzına 'yayla tasavvufu' demiştim. Vahdet konusunun ağdalı ve ağır diline bir açıklık, zindelik, sadelik hatta tatlılık ve samimiyet getirmişti.  Vahdet-i Vücut birikiminin nefes haline getirilip topluma yayılmasında onun emeği tartışılmaz. Yunus olmasaydı, örneğin İbn-i Arabi toplum nazarında anlaşılmakta zorluk çekecekti. Bunda her şeyi şiire dönüştürme yeteneği olan Asya hayat biçiminin önemli bir etkisi var. Ezel-i Hikmet kavramı Yunus'un şiirinde mısralara dönüşür. Yıllarca işlenen ve Ezel-i Hikmet bağlamında şekillenen Vahdet meselesi şairane bir dille Yunusla taçlanmış olur. 

Ama Ali K. Metin, Yunus'un hak ve adalet gibi sosyal konulara eğilmesinde bir yetersizlik görüyor. Bu yönden Yunus şiirinin etkileyiciliğinin biraz yara aldığına kanaat getiriyor. Kültürümüzdeki alevi- sünni ayrışmasını da bu eksikliğe bağlıyor. Ali K. Metin, burada yanılıyor. Alevi- sünni meselesinin temelinde sosyal konulara uzaklık, yakınlık ve ya mistisizm yoktur. Daha çok yerleşiklik ve bu yerleşikliğe karşıtlık vardır. Yani kurumsallaşma ve muhaliflikle açıklanabilir bir durumdur, bu. Şiirdeki sosyallik meselesine gelince bin yıldır azar azar birike birike gelen sosyallik, adalet, eşitlik gibi konular Akif'in elinde zirve bulmuştur.  Türk şiirinde hiçbir şair Akif kadar sosyal bir şiir yazmamıştır. Türk şiirinin bir kanadı Yunus ise diğer kanadı Akif'tir. 

Bir de Türk şiiri lirizim ya da epik gibi isimlendirmelerle temellenmez. Lirizm de epik söylem de her dönemde her şiirde kısım kısım görülebilecek şeylerdir. Türk şiiri tezlerle temellenir ya da bölümlenir. Hakikât ve söylem tezlerle can ve hayat bulur çünkü.

*

Gelelim Yunus ve İzonomi konusuna. Edebiyat Ortamı Kenan Göçer ile söyleşi yapmış. Oradan şurayı alıntılamak isterim: 'İzonomi, bu anlamda bir eşitlik (isos) yasası (nomos). Bu ise düşünce değil, ancak yaşam tarzıdır diyebiliriz. Hatta üretim tarzından kaynaklı bir yaşam tarzı. ...Kojin Karatani, bunun ilk olarak İyonya'da ortaya çıktığını söylüyor İzonomi adlı kitabında.     ( Kenan Göçer)

Kojin Karatani'ye göre, izonomik yönetimi gerçekleştirenler, Yunan anakarasından savaşlar dolayısıyla Batı Anadolu kıyılarına göç edip de yerleşen insanlar. Yunan'ın inanç sistemlerini, katılaşmış felsefelerini geride bırakıp ekonomi, hukuk ve bilgi olarak kimsenin kimseye üstün gelmediği eşit ve özgür bir toplum hayatı kurmuşlar. Yani aslında hiçbir otoritenin olmadığı eşit ve özgür bir toplum modeliydi geliştirdikleri şey.

Yunus, İzonomi'ye ne derece yakındır; görmek isterim açıkçası. Kojin Katarani'nin kitabının adı 'İzonomi ve felsefe' dir. Çünkü izonomi olmasaydı felsefe de olmazdı. Önce felsefenin tanımını alalım Farabi'den. Farabi'ye göre din, soyut- kavramsal niteliğe sahip olan felsefenin insan hayatına dokunmasını ve onu şekillendirmeyi amaçlar ve felsefe dinden öncededir. Aslında bu felsefe tanımı İzonomiyi imler. Kavramlar yokken, yani felsefe daha ortaya çıkmamışken varlığın evrendeki hareket ve seyrine izonomi, denir. Tecellideki devran da diyebiliriz buna. Sonra bu tecelli, eski Yunan filozoflarınca tanımlandı, farklı bakış açılarında formüllendi felsefeye büründü. Farabi, soyut- kavramsal niteliğe sahip olan felsefe derken izonimiye atıf yapıyordu. İzonomi bir yaşantı ve akıştır çünkü. Sonra felsefe dili ve işareti haline gelir. Mitlerle de donuklaşır, katılaşır, kurumsallaşır, kendince mezhepleşir.  Grek felsefesi de orada katılaşır, yolunu kapatır. Yolunu açması için o doğal, kavramsız akışa- izonomiye- tekrar dönmesi gerekirdi.  Bunu Batı Anadolu kıyılarına gelenler, izonominin üstündeki bu katı birikimi atan İyonyalılar yapar. İzonomi doğadaki Tanrı kanunudur. Hakan Şarkdemir 'Mit, Batıl Hakikat' demişti, Buzdokuz'un bir sayısında. Aslında batıl olan hakikat mit değil  izonomi'dir. İznomi'nin de batıllığı dinin gelişiyle gerçekleşir. Mit, izonominin cesedidir. 

İznomi doğal bir haldir. Eşit ve özgürdür ve öyle olmasa bile öyle görülür. Doğa gibi eksik olan fazla olanı alır; fazla olan az olana verir. Isonomia, Yunan çağında sağlığı koruyan sıcak/ soğuk, ıslak/ kuru, acı/tatlı karşıtlıklarının eşitliğini ifade eder. Ve bu karşıtlar birbirlerini denger: Eko-denge.  İznominin Hint ve Çin felsefelerinde birçok yansımaları vardır. Örneğin Lao Tzu (Lû Çû)'nun  'Erdem Rehberi' isimli eserinde '     Göğün Taosu, ne kadar benzer yayı gerene!

                               Üst ucu aşağı bastırır, alt ucu yükseltir.

                               Çok olanı azaltır,

                              Eksik olanı tamamlar.

                             Göğün Taosu'nun anlayışı böyledir,

                           Çoğu azaltmak, azı çoğaltmak.

şeklinde söylediği şey izonomidir. 

Rouseau, Henry David Thoreau gibi doğacılar aslında modern izonomistlerdir. Kök yenilemek isteyen modern Grek takipçilerin ulaşmak, yeniden el ve ya nefes almak istedikleri yerdir.

İzonominin Türkiye'ye girişi yeni değildir. Daha önce yapılmış ekolojik demokrasi, ekolojik kent  gibi adlandırmalar bu kaynağın bir yansımasıdır. Murray Bookchin'in bu hususta epey bir çalışması var.  Ve izonomi, Avrupa'nın ufkudur, nihai hedefidir. Ama dili tabiata, tabiî dengeye (izonomiye) çıkan bir  uygarlığın tabiatı da yok etmesi düşündürücüdür. Tabiatın insandan alacağı var. Ve  izonomiyle doğa insanda olan kısmını da alacaktır. 

Lisanını tabiattan Tanrı'ya çıkaran Yunus'u izonomi ile açıklamaksa Yunus'un dilini aşağı çekmektir. Yunus'un lisanı hem izonomi hem de son tahlilde dili Tanrı'ya çıkan Ezel-i Hikmet ile iç içedir. 

İkisi de hakikattir. Ezel-i Hikmet de hakikattir. İznomi de. Ama izonomi doğanın bir hakikâtidir. Ezel-i Hikmetse insanın. Farksa şu: İzonomi'de terbiye yoktur. 


Y. Türk 


MUHİT, Ocak 2021

 

Ahmet Murat’ın Sanat şiiri kısa bir şiir ve başarılı. Murat, kısa şiirlerin şairidir. 

Erol Göka, zaman konusuna değinmiş, bu kez. Batının zaman felsefesini eleştirmiş. Zaman kapitalizmin ve tüketim iştahasının temposu içinde ilerliyor. Bazı kitaplarda okuyorum, tarihi dokuların yoğun olduğu şehirlerde zaman daha sakin ve geniş akıyor, şeklinde. Bence zaman duygusuna bu ritmi veren şey nostaljik kalıntılardır. Nostalji hisleri, insanda tüketimi de azaltır. İnsandaki aceleyi de alır. Ve zaman kavramını açıklama bağlamında Doğulu ve Çin bilgelerinin eline kimse su dökemez.  Zannımca zaman Batı’da ölçülüyor Doğu’da da yaşanıyor. Çünkü Doğu dünyanın ilk kalıntılarına ve hatıralarına sahiptir. Bazıları buna nostalji der bazıları da Ezel-i Hikmet alemi. 

Kamil Yeşil,  Münvevî dememiş Outsider demiş. Ne gerek vardı. 

Rasim Özdenören, kentli bir öykü yazar. Mustafa Kutlu da taşralı. Rasim Özdenören’in öyküsü şehir algısı içinde devam edecek bir öykü türüdür. Devamı da ilginç gelecektir. 

Ahmet Kekeç’e Allah gani gani rahmet eylesin. 


Y. Türk

YEDİ İKLİM, AĞUSTOS 2021


Hatice Çay’ın ‘Kabul Ediyorum Ki Ben Sizinle Anlaşamam’ isimli şiir okunası bir şiir. Hatice Çay şiiri, bana Faruk Uysal şiiriyle kardeş gibi geliyor. İkisi de Sezai Karakoç’un gençlik şiirlerinin remix’i gibi. 

Yusuf Emir Culha, Steve Biko’nun Siyah Bilinci üstüne düşünmüş. Şu alıntıyı yapıyorum: ‘Steve Biko, Güney Afrika’da apartheid rejimine karşı yürütülen direnişte Nelson Mandela’dan sonra en etkili isimlerden biri.’

Steve Banto Biko 1977’de tutuklanmış, aynı sene içinde de ölmüş. Sebebi: Açlık grevi. Aslında öldürülmüş. Afrika’da olsun diğer İslam coğrafyalarında olsun halkına hakkını istemeyi öğreten diğer tüm yerli ve İslam kahramanları gibi. Modern çağ, Batı dünyasının bir nevi günah defteri. Bu defterler, öldürüm, yağma ve işgal külliyatıdır. Doğu kütüphanelerinde raflar dolusudur.  Muhit’in Ağustos 2021 sayısında yayımlanmış Ali Emre’nin metninden de şunları ekleyelim: ‘Ailelerinden koparılan 200 bine yakın yerli çocuk, Kanada’daki beyaz çoğunluğa entegre edilmeleri amacıyla, ilki 1840’ta  açılan yatılı kilise okullarına zorla yerleştirildi. Binlercesi soğuk, dayak, tecavüz, tıbbî deney ve açlık yüzünden öldü.  Bu devasa çocuk mezarlığında yaşamaktan utandığını söyleyerek ülkeyi terk edenler görüldü.

Son olarak Myanmarlı, darbe karşıtı şair Khet Thi gözaltında tutulduğu ordu karakolunda (Monywa) vefat etti. Büyük ihtimalle öldürüldü. 


Y. Türk



DERGÂH, HAZİRAN 2021


Dergâh’ın şiirleri tutuk ve tumturaklıdır. Yani kendine hastır. Orada şiir yazanlar, zamanla da aslında birbirlerine benziyorlar.

Osman Nuri Tolar, daha önce karşılaşmadığım bir isim. Buradaki şiiri Ezra Pound’un Kantolar’ını hatırlattı. Bence Dergâh, hikâyede daha başarılı ve özgür bir çizgi tutturabilen bir dergi. Bunda Mustafa Kutlu’nun zamanında dergiye bıraktığı tohumlar var. Dergâh’ın şiirde yüksek ve özgür yapıya varması için Yahya Kemal ya da Ahmet Haşim gibi bir büyük şaire kavuşması gerekir. Yahya Kemâl’den Ali Ayçil’ e; biraz da mektepten taşraya demektir. 

İsmail Güleç, Yanmaktan Kaçış adlı metniyle Cahit Sıtkı Tarancı şiirini ve şairin ölümle olan münasebeti üstüne düşünmüş. Bana göre ölüm hakkında tefekkür yapmak ve bir kanaat elde etmeye çalışmak şairane bir şeydir. Holderlin, ‘İnsan yeryüzünde şairane kaimdir, der ya; biz de anlam yeryüzünde ölüm düşüncesi ile kaimdir, diyelim. Ölüm, hayatın manasını verir. Ve insan ömrüne mana sondan başa doğru gelir. Kur’an da zaten ölüm hakkında düşünmemizi, ondan ibret almamızı öğütler. Ölümü bilmek, hayatı bilmektir. Yunus, sinlerden ibret alır. 

Tevfik Fikret’in trajedisini, Abdullah Uçman yazmış. Ah Halûk. Tevfik Fikret’in promete’si. Şiir serüvenini sabah ezanıyla başlatır, ‘Târih-i Kadim’ ile bitirir. Divan şiiri, Muallim Naci, Recaizade M. Ekrem, A. Hamid ve etkin derecede bir Bodler etkisi. Ve İskoç ışığı.  Bir yerlerden ışık gelirken ahlâkıyla ve kişiliğiyle gelir. Dünyada personasız, karaktersiz bir ışık yoktur. Nebiler Allah’ın ışığını dünyaya taşırken bile bu böyledir. Bu nedenle ışıkta Muhammedîyiz. Ama Fikret’in modern şiirdeki yenileşmeye katkısı yadsınamaz.   

Çağımız şiirimiz açısından bir amentü çağı. Fikret’ten, Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’e kadar bir amentü geçidi vardır.  


Y. Türk

BUZDOKUZ, SAYI: MAYIS- HAZİRAN 2021

 

Jim  Leftwich'in 'Buzdokuz'a cevap olarak gönderdiği mektup sunuşa konulmuş. Şiir türleri karnavalı yapmış Jim Leftwich. 

Birazını buradan vermek isterim: 'Şiir dışı/ şiir olmayan şiir,yazışmalar, süreç şiirleri, fluxus şiirleri, eğlenceli şiirler, opak şiirler, boş şiirler, kaygan şiirler, çarpık şiirler, torklu şiirler, oyuncu şiirler, aşk şarkıları, kasideler, labirentler, otodidaktik şiirler, yöntemsel şiirler, keyfî şiirler... seri şiirler, toplu şiirler, yığın şiirler, sprey şiirler... kırıntı şiirler, doğaçlama şiirler, ezilme şiirleri, ... su şiirleri, dans şiirleri, ateş şiirleri...'

Daha onlarca adlandırmayı yazmadım. İsterseniz şiir isimleriyle biraz da biz dalga geçelim ve devam edelim: İhtiyar şiirleri, genç şiirleri, adamın biri şiirleri, ayakkabı şiiri, diz şiiri, eklem şiiri, ne var ne yok şiiri, katı şiir, ıslak şiir, cıvık şiir, kavak ağacı şiiri, yürü şiiri, otur şiiri vs.

Tam olarak post-modern insanın şiire ve hayata bakış penceresidir, bu yanıt. Gerçi modern insan da  bu demektir. Her yerdedir ama hiçbir yerdedir aslında modern insan. Zihnen dağılmış, parçalanmış, ne istediğini bilmiyor. Şiirde hiçbir zeminle mukayyet olamamak, bütün zeminlerle mukayyet olmaktır. Yüz zeminden bir zemine bağlılık, doksan dokuz hürriyet vaat ederken hiçbir zemine bağlanmamak yüz mecburiyet getirir. Bence modern şaire soru sorulmaz. Çünkü onun cevabı yoktur. Ya da ondan alacağınız yanıt çöp yığını olur. Tarih ve çöp meselesine gelince her halde kadim insan şöyle derdi: Çöp olmayan tarihtir; tarih olamayansa çöptür. 

Modern olmayan ya da modern olmaya hakkı olmayan tek tür varsa o da şiirdir. Şiirde biçim ve kelimeler ne  denli yeni olsa da şiirle istenilen şey eski bir şeydir. Modern çağda biz, şiirle gasp edilmiş kadim hakkımızı alırız. 


Y. Türk



BUDAK, OCAK- ŞUBAT 2021

 Dosya: Türk Edebiyatı mı, Tükçe Ebediyat mı (?) tartışması. Aslında Orhan Kahyaoğlu'nun 'Modern Türkçe Şiir Antolojisi' adlı eseriyle gündeme gelen bir mesele, bu konu. Aslında Kahyaoğlu'nu Türk şiirinde böyle az da olsa konuşmak, bir sanat meselesi değil politik meseledir.  

*

Pandemiyle Sanatın Sonu mu Geldi? Diye sormuş,  Büşra Kenan. Dünyanın Sonu'nu getiren, Dünyanın çivisini çıkaran felsefe oldu. Şiirse buna hep diretti. Yani aslında felsefe ile şiir bir nevi ters yönde hareket etti. Modern insan kadim insanın birkaç ömürde tüketemeyeceği şeyleri bir ömürle sildi süpürdü. Günümüz insanı belki de bu nedenle bir suçluluk psikolojiyle hareket ediyor. Tahminin bu salgınla da borcunu ödediğini düşünüyor. Bu borç doğanın, fıtratın borcuysa emin olun mutlaka ödenir. Rilke, şair için 'görünmeyenin arıları' demiş. Şiirse ona görünmeyenin çiçeklerinden derlenmiş bir petektir.  E tabiî görünmeyen öldürüldüğüğüne göre, yani Niçe'ye göre Tanrı öldürüldüyse şair de şiir de ölmüş olur. Tanrı'yı öldüren, görünmeyeni de, salt varoluştaki içeriği de öldürür. Tanrı yoksa hayret de yoktur.

Oysa şiir ve şair açısından bu 'ölüşlerin' pek bir önemi de yoktu. Şiir, felsefeden akıl almaz çünkü. Tam tersine şiir felsefeye akıl verir. 

Michael Brendan Dougherty, Yevgeni Zamyatin'in '(We) Biz'i üstüne yazmış, bu metni Çağla Anılmış Soydemir ise çevirmiş.

Anahtar kelime: Distopya. 

Distopya bağlamında çok eser var ama yazıda iki kitap öne çıkarılmış. George Orwel'in 1984'u ve Aldous Huxley'in Cesur Dünya'sı. 

George Orwell'in ' 1984'ü ' katı ve sert bir parti egemenliğini işler. Aslında bu kitap Y. Zamyatin'in Biz'inden oldukça etkilenmiş bir yapıttır. Orwell'in sert ve acımasız parti eğemenliği dediği şey, Y. Zamyatin'in konu ettiği Rusya Komünizm partisi diktatörlüğüdür. A. Huxley'in ' Cesur Dünya'sı da kapitalizmin yol açtığı bir distopya örneğidir. O zaman için iki kutupta tutulmak istenen dünyanın iki kutbunda da meydan gelen yıkım ve hayal kırıklıklarıdır. 


Y. Türk


MUHİT, EKİM 2021


Dergi Hasan Aycın ile açılıyor. Hasan Aycın, İslam medeniyetini çizgi sahasına olgun ve derin taşıdı. Türkiye'de dahası Büyükdoğu'da çizgiye yeni bir tecrübe alanı açtı. Bu açıdan Hasan Aycın bir yol açıcıdır.

Muhit'in şiirlerinden şimdilik bahsetmiyorum. 

Kâmil Yeşil, Duyguların Ötelenmesi Üzerine yazmış. Bu tür durumlar modern psikoloji nedeniyle hep modern bir tarz ve kavramlarla söylendi, anlandırıldı. Gerçi aynı sayıda Erol Göka, bu psikolojik kavrayışa karşı çıkmış. Manevi sahada boy veren bir alanda psikolji konuşmanın daha önemli ve isabetli olduğunu söylemiş. Benim fikrime göre medeniyeti ve yeni kavramları takip etmek istiyorsak lisanı takip etmeli. Modern dünyada sosyoloji de - örneğin eko-sosyoloji; eko-politik vb.- psikoloji de dili tabiata çıkan bir uygarlığı haber verir. Hem dili tabiata çıkan hem de dili Tanrı'ya çıkan bir bakış açısını çift taraflı kuşandığımızda bu tür isimlendirmeler de ıstılahlar da başka bir çehre ve yön kazanır. Biz de bu psikolojik ve sosyolojik anları ve bigileri herkes gibi hissediyoruz ama uygun dili bulamadığımızdan söze ve kavramlara dökemiyoruz. Yine Ekim sayısında bakın Hüsyin Akın, babasının anısına yazdığı bir yazıda bu vaziyeti nasıl anlatmış: '..Sıra geldi çaresizliği de cesaretsizliği ve karamsarlığı da evde öğrendik. Meğerse bizim farkında olmadan hayatın içerisinde öğrendiklerimiz, modern bilimde öteden beri var olan şeylermiş. 'Öğrenilmiş çaresizlik', öğrenilmiş cesaretsizlik gibi...'

Mustafa İsen'İn Üçüncü Murat hakkındaki mülahazaları ilginç. Gerçi Üçüncü Murad, bu aralar hakkında epeyce konuşulan bir devlet adamı. Temmeddün ve tefessüh dönemlerini birlikte yaşamış. Çok çekişmeli ve sert geçen siyasî bir hayat geçiren 3. Murad, açıkçası kendisini biraz da sanatın o sağaltıcı ve yumuşatıcı atmosferine atmış. Bu atmosferin katkıyı ve  çürümeyi aynı mesafe içinde yaşatması da mutlaka düşünülmeye değer bir şey. Bence bunun temeli, kurucu bir sanat anlayışından ziyade tüketici bir sanat atmosferine dayanır. Örneğin Yunus'un yaptığı şey, hem sanatın hem de dirilmenin bir verimidir. O nedenle Yunus'un ve Akif'in sanatı oldukça farklıdır. İkisi de öncelikle sağaltıma değil aynı zamanda diriltmeye ve kurmaya meyillidir. Sadece sağaltım, şiirin de diğer sanat dallarının da zararına işlemiştir. 

Her padişah adayı gibi 3. Murad da devrin önemli alim ve irfan adamları tarafından yetiştirilmek üzere Manisa sancağına gönderilmiş. Şehzadelerin her birini bir başka sancakta yetiştirmek, merkeze hazır hale getirmek bir Osmanlı siyasi adetidir. Siyasi hareket, şimdi olduğu gibi yine o zamanlar da taşradan merkeze doğruydu. Şehzadenin temsili taşradadır. Daha sonra çeşitli deneyimler ve aşamalarla merkezî yönetime doğru gider, şehzade. Sancaklardaki her şehzade gelecekte padişah adayıdır. Bu yöntem, günümüzün parti anlayışını andırıyor. Çünkü sancak merkezlerinde yetişen her şehzade, devleti yönetecek farklı felsefî ve siyasi düşünceleri de ediniyorlar. Akabinde çeşitli mücadelelerin ardından diğerlerini ekarte ederek partiler gibi merkezi temsil etme, devleti yönetme hakkı elde ediyorlardı. 

Y. Türk


CİNS DERGİ, EYLÜL 2021

 

Ömer Türker, Kelâm Geleneğinin Başlangıç Hikâyesi'ne değiniyor. Bilirsiniz kelamcılar ilk cevher ilkesini reddederler. Bu nedenle de Meşşâî filozoflarından düşünce bakımından ayrılırlar. Kelamcılar için 'Âlem bir yaratıcı tarafından yoktan var edilmiştir.' Grek bilgisi de 'ilk cevher' ya da öz anlayışını benimser. Bence bu iki düşünce, iki medeniyet diline atıf yapar. İlk cevher, dili tabiata çıkan bir düşüncenin kendisine başlangıç bulduğu yerdir. Kelamcıların söyledikleri ise dilini Tanrı'ya çıkaranların başlangıç ilkesidir. Benim anlayışıma göre bir öz, bir cevher var. Bunu Tanrı yaratır.  Ve yaratılıştaki daimliği, cevherleri sebep kılan Yüce Tanrı'nın kudreti sağlamaktadır. Bu farklı başlangıç düşünceleri aslında zamanla Filozof ve Peygamber ayrımını getirmiştir. Özcüler filozoflara atıf yaparken; Kierkegaard'a göre dini bireyler -bence doğrusu müminlerdir- Peygamberleri kendilerine kılavuz etmişlerdir. Oysa Adem aleyhisselam, kendisine vahiy inmeden evvel filozoftur. Ayetler inince de Peygamber olmuştur. Ve O'nun filozofluğunu vahiy yönetmiştir. İcma'da hiç mi filozofluk yoktur. Elbette vardır. O halde diyelim: İlk cevherinle çağırayım Mevla'm seni. 

*

Erol Göka ile bir söyleşi var. İnsan, dünyada özne olmaktan çıkıyor mu?' diye soruluyor açıkçası. Modernizm hümanizmden, çöp insana (homo-sacer)  geldi. Açıkçası insana bu gözle bakılıyor. Dünyada nüfusun fazla olması mıdır bunu söyleten şey ya da insanın halifeliğini kaybedecek denli kıymetsiz ve anlamsız bir duruma düşmesi midir? Düşünmek gerek. Ama dünya genelinde insanlara doğru 'sayıca çoksunuz, gereksizsiniz, değersizsiniz' algısıyla yapılan gizli bir ekonomik-politik ve felsefî propaganda var.

Oysa tarihin, dünya hayatının öznesi daim insandır. İnsan biter mi?

Halife insan, giderse dünya ıssız kalacaktır. İnsan çünkü dünyanın ruhudur. Ruhsuz bir alem yaşayamaz. 

*

Orta sayfa sohbeti Yıldırım Ağanoğlu'na ait. Ağanoğlu, Osmanlı tarihinde Balkanlar ve Balkan göçleri üstüne yaptığı çalışmalarla bilinir. Başlık: Osmanlı'da milliyetçilik yapan son topluluk Türklerdi.'  Ağanoğlu'nun şu fikrine katılmak mümkün değil:  'Birtakım aydınlarımız her ne kadar onlar da Osmanlı büyük coğrafyasının insanları deseler de, o Osmanlı kalmadı artık.'  Osmanlı bilirsiniz bir hanedan adı olmaktan çok bir milletin, medeniyetin ve dünya görüşünün adıdır. Osmanlılık, gecmişe de geleceğe de hükmetmeye devam edecektir. Selçuklu bile bir Osmanlılıktan başka bir şey değildir. Türkiye hakeza. Aslında millet ve medeniyet üstüne fikir üreten göçmenlerin bu husutaki düşünceleri de ilginçtir. İlk Türkçülük, bilirsiniz Kazan'dan gelen göçmen bir fikirdir. Şimdi benzer Türkçülük düşünceleri de Balkanlardan ikinci kez, göçmen olarak gelmektedir. Oysa merkez; millet ve medeniyet düşüncesinde bu fikirlerin üstündedir. Merkez: Osmanlıdır, Büyük Doğuludur.  


Y. Türk

19 Eylül 2021 Pazar

COĞRAFî KAVRAMLAR


Yeni sömürgecilik zihinsel alandadır, tamam. İslam devletlerinin bağımsızlık hareketlerine kavuşmaları sonrası bile bu sömürü devam ediyor, tamam. Bu hak sahipleri, önce topraklarını sonra paralarını sonra da zihinlerini, sanatlarını geri alacaklar; Afrika'dan tutun Asya'ya dek bu zincirleme hareket devam edecek, tamam.

Ama eleştirirken bile eleştirdiğimiz zihnin kodlarına teslim olmak daha ilginç değil mi? Batı dünyasının her açıdan bir önceki merhalesini kritik ederken, eleştiri unsurları açısından bir sonraki merhalesine teslim olmuyor muyuz? Eleştirimizde onların kavramları, dilleri ve dizgeleri var. Bir Avrupalı düşünürün Avrupa'yı eleştirmesi ile bizim Avrupa'yı eleştirmemiz arasında birçok fark olmalı. Eğer bu ayrım doğmuyorsa kuramlarla da işgal edilmeye devam ediyoruz demektir.

Belki de evvela Afro- Amerikan gibi kavramlardan sıyrılmamız gerekir, artık. Avrasya de örneğin hiç tasvip etmediğimiz bir söylem biçimi. Asya'nın Avrupa'ya eklemlenmesini dile getirir. Afro- Asya (Asyafrika) gibi tamlamalar şu anki oluşuma ve kuruluşa daha bir yakın. Zaten eskiden Afrika, Aysa'dan okunurdu. Diğer bir örnekse Ortadoğu şeklindeki coğrafî kavram. Avrupa'nın zihin haritasıyla anlam bulmuş. Oysa Ortadoğu ıstılahı yerine Büyükdoğu demek hem tarih hem sosyoloji açısından daha temelli ve gerçek.  Böylesi bir birlik hem ekonomik hem politik hem de düşünsel olarak mayalanmak üzere. Bu olanların terimsel karşılıklarını inşa etmek gerekmez mi?



(Kuruluş dergisi, Temmuz - Ağustos 2021, Sayı 46)

24 Ağustos 2021 Salı

KURULUŞ, Eylül - Ekim 2021, Sayı 47






 

                                          Kuruluş Dergisi 

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Dil vs.



Dilini tabiata çıkaranlar ve dilini naata- Tanrı'ya çıkaranlar. Ve Yunus gibi her iki dili de kullanıp finalde Allah'a bağlayanlar: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla'm seni.

Grek uygarlığı ağırlıklı olarak dili tabiata çıkaranların inşa ettiği bir yapıya sahip. Bu dilin altında Farabi'nin soyut ve kavramsal niteliğe sahip olduğunu söylediği felsefî düşünce vardır.

Endülüs İslam Medeniyeti dili tabiata da çıkarıp ama sonunda Allah'a çıkaranların inşa ettiği bir medeniyettir. Dil ve düşünce açısından dünyada bir zirvedir. Ve Avrupalılar, Endülüs İslam medeniyetinin Tanrı'ya çıkan bu dilinden etkilendiler ve o dili takliden de olsa kullandılar ama nedense bu onlara yaramadı ve karanlık bir Hristiyanlık çağı (din çağı) yaşadılar. Çünkü dilinizi Tanrı'ya çıkarmanız için büyük ve berrak bir hakikatinizin olması gerekir. İnciller, bu saf hakikati barındırmıyordu.

Sonra tabiî Müslümanlar, modernizmle, dili tabiata çıkaranları taklit ettiler. Bin yıl önce Tanrı'ya çıkan bir dile sahip olanlar bu ufku tabiata varan dilin şiirini küçümsemiş, ona yüz vermemişti. Bin yıl sonra aynı şiirler baş tacı yapılıyor. Dil aslında geriye çekiliyor.

Büyük Türk şairi Sezai Karakoç bunu fark etmiş olsa gerek ki, şiirin ufku naattır, der.

Doğanın dili biraz da genetiğin dilidir. Modern çağın her açıdan beslendiği yerdir. Modern çağ, siyasasını bile bu dille kurmuştur,  büyük imparatorlukları  bile bu dille, örneğin Osmanlının naata ve Tanrı'ya çıkan dilini genetiğe çekerek parçalamıştır. Modern çağın cumhuriyetler cenneti olması biraz da bu dilden kaynaklanır.

Ama inanıyorum ki siyasi düşüncemiz gün gelecek, şiirin ufku naattır deyişini siyasi alanın da ufkuna çekecek.  

Muhammed'e (s.a.v.) Mehmet olmak bu ufkun neticesidir. Modern beylikler dediğimiz Osmanlı bakiyesi cumhuriyetlerin Peygamberden tevarüs edilmiş medeniyet ufkudur.

Bizim medeniyet dilimiz tabiata da çıkar ama tabiatta kalmaz oradan Tanrı'ya varır.



Y. Türk

Medeniyetçi görüş vs.

 

Medeniyetçi görüş Avrupa'da, Avrupa'nın yükselişe geçtiği tarihlerde (14. ve 15. Yüzyıl) ortaya çıkmıştır. Ve sonra Avrupa'yı vitrin olarak dünya insanının önüne taşımıştır. Elbet biraz paradan biraz görgüden, sosyal terbiyeden, bilgiden; biraz da aristokrasiden ibaret.

 

Ama daha öncesinin lümpen Avrupa'sını da toparlamıştır. Yasalaşmaya ve kültüre önem vererek sokakları ve kamu alanlarını da kendileri için güvenli ve sistemli hale getirmeye çalışmışlardır. Bugünkü Avrupa'nın her açıdan oturmuş sosyal yapısında medeniyetçi bakışın emeği vardır.

 

Medeniyetçi bakışın sorunlarından biri onun alt yapısındadır ve ona kaynaklı eden paranın sömürge ekonomisine dayanmasıdır. İkincisi de medeniyetçiliği belli kalıplar içinde algılayarak başkalarıyla paylaşmamasıdır, medeniyet üzerinde bir tekel kurma çabasıdır.

 

Medeniyeti takip etmek istiyorsan parayı takip et, demiş E. Pound. Ama parayı takip etmek istiyorsan da sömürgeciliği takip etmek gerekiyor. Avrupa medeniyeti, sömürgelerden elde edilen ganimetler üzerine kurulmuştur, bu ganimetler bittiğinde Avrupa'nın medeniyetçiliği de sona erecektir. Bu türden bir medeniyetçilik bir teori medeniyetçiliğidir. Kendini devam ettirmek için İsmet Özel'in deyimiyle hem acımasız olacak hem de Akif gibi söylersek tek dişi kalmış canavara dönüşebilecektir.

 

*

Biz medeniyetçi miyiz? Elbette medeniyetçiyiz. Ama bu kavramı biz Medine medeniyetçiliği anlamında kullanıyoruz. Ahlâka işaret ediyoruz.  Yani sırf teori medeniyetçisi değiliz, insanlara yardım etmemizi emreden bir dinin medeniyetçisiyiz. Ve bu kavramı takip ederken parayı takip etmiyoruz. Çünkü bizim medeniyetçiliğimizde burjuva yoktur. Havas vardır. Burjuva olmanız içi para gerekir; ama havas olmanız için tam tersine bir riyazet, terbiye lazımdır. Aslında medeniyet, İsmet ÖZel'in kültür için kullandığı deyişiyle bir işi yaparken başkalarına keşke ben de bu işi böyle yapabilsem dedirtmesinde yatar. Zaten Peygamber Efendimiz bir işi yaparken güzel yapmamızı buyurmuştur. Bu işi kimler güzel yapar? Bilenler: Nebiler, tabiun ve havas; Avrupa içinse aristokratlar.

 

Her medeniyetin içinde mutlaka öncü bir çekirdek kadro vardır. Biz bunlara öğretmen kuşaklar diyoruz.

 

Y. Türk

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Afganistan- Taliban

 

Sanırım, Kelile ve Dimne'den okumuştum. Bir kedi, tarla sahibinin av için kurduğu ağa, tuzağa düşer. Ve tam da o anda kedinin gözüne bir fare ilişir. Kedi, fareden düştüğü ağın iplerini kopartarak kendisini kurtarmasını ister. Ama kedi bunu yaptığı an, kediye yem olacağını da düşünmekten geri durmaz. Ve kediye senin kurtaracağım ama her şeyin bir zamanı vardır, der. Fare, tuzak sahibinin aşağı bayırdan yukarı doğru omzunda tüfeğiyle çıkıp geldiğini görünce ipleri kemiriverir ve fare bir başka tara kedi de diğer bir tarafa kaçar. Çünkü ikisi de avcıdan korkmaktadır.

Bu fabl'ı niye anlattım. Epeydir, Afganistan üzerine yazılmış metinler okuyorum. Tarihiyle olsun şimdisiyle olsun Sezai Karakoç'un deyimiyle zavallı Afganistan.

Küçük devletler ya da devlet olmaya çalışmış da olamamışların önünde üç yol var:

1. Ya fabldaki fare gibi iyi bir denge siyaseti güdeceksin. Ki bu, her zaman yakalanacak bir başarı değildir.

2. Ya ülken için iktidarı dışardan devşireceksin.

3. Ya da kendini bir işgalcinin kucağına atacaksın.


Afganistan, tarihte kısım kısım başarılı olmuş dönemleri geçersek, bu üç tarzdan son iki yolu tercih etmiş. Afgan halkı, yol bilmez siyasetçilerin ellerinde azaba uğramış durmuş. Dış savaşlar, iç çatışmalar insanların tüm enerjilerini bitirmiş, hayallerini yıkmış.

Şimdi Taliban, kendine has bir üslupla yönetimi ele geçirmiş. Hükümet yetkilileri ve tabanı da Taliban'a karşı koymamış. Bu karşı koymamaya sevinen biriyim. Çünkü daha önce Sovyetlerin, Afgan topraklarından çekilmesiyle yaşanan iç savaş çıkmamış, insanlar katledilmemiş oldu. ABD'de böylesi bir kargaşa bekliyordu.

 

*

Zavallı Afganistan. Ya emperyalizmle ya da  kendi fetvalarıyla kanını akıtan Afganistan.

*

Taliban yönetimi, gelecek Afganistan için uygun biri mi? Değil aslında. Çünkü, iktidara geçişi zorbalık ve baskı ile olmuştur. Yeni dünyasına Afganistan; Taliban'la geçemez. Taliban, eski karanlık, tefritçi bir fetva geleneğinin şiddeti azalmış bir devamıdır. Yüzü nursuz olandan yıldız olmaz, demiş W. Blake. Afganistan'ı yönetecek kişi veya siyası oluşum; seçimle gelmelidir ve bir medeni ışığa da sahip olmalıdır. Demokrasi özümsenmelidir. Afgan halkı, bireyselleşmesini tamamlamalıdır. Hem siyaset hem din hem de hayat dili olarak kendisini neredeyse yeni baştan yaratmalıdır.

Kendi medeniyetine mensup ülkelerle güvenli bir ortak kalkan oluşturmalıdır. Aksi takdirde dış müdahaleye devamlı açık kapı bırakacaktır.

 

*

İslam ülkelerine baktığımızda, akidenin yanında eski Grek yani birinci öğretmenler çağı ile Farabî, İbn-i Sina gibi İkinci Öğretmenler çağını ya Muhyiddin Arabî gibi büyük arifleri okuyan  eğitim ve kültür yoluyla özümseyen toplumlar daha sakin, sağlam, medeni ve daha insanî hayat sürmekteler. Tunus'ta Gannuşi'nin siyasi metodu bu birikimden payını almıştı. Şimdilik kesintiye uğratıldı ama ileri tarihlerde bu tutum daha derin bir şekilde sürecektir.

Örneğin Türkiye'de siyasi düzenin ve bireylerin oluşmasında bu birikimin büyük payı var.

Aksi halde İslam devletleri tarikat kökenli, ifrat ve tefritçi siyasi oluşumları aşamıyor.

 

 Y. Türk

 

 

 

9 Ağustos 2021 Pazartesi

DEĞİNİLER


Her dergide şiir eleştirisinin olması güzel bir şey. Ama eleştiriyi kimin yazdığı da önemli. Örneğin iyi bir şiir ortaya çıkaramamış şairlerin eleştirisi okunmayı hak etmez. Özellikle de şiir eleştirisinde yetkinlik aranmalıdır. Gençler; hem kinle, nefretle hem de yanlış yazıyorlar.

Bu yanılgılardan biri de Yahya Kemal üzerine olan metinlerdir. Yahya Kemal, büyük bir şairdir. Modern şiirin ilk aşamalarından birini gerçekleştirmiştir. Akide şairi değil ama bu durum onun tamamen akide dışına itilmesine imkân vermez. Akidenin meydana getirdiği tarihi ve toplumu derunî ahenkle anlatmıştır.  Şiire Baudelaireyen, sembolist başlar ve onu epikle de harmanlar. Saf şiir yazmaya çalışır ama tarihi de o şiire çağırmış olur. Aslında Yahya Kemal, şiire yabancı bir mektepte başlamıştır ve bir süre sonra da kendi mektebine dönmüştür. Bu çelişki değildir. Bir ilerlemedir. Pathos bir teknikle şiire başlar fakat sonra yazacağı şiir için ethos'u da sanatına çağırmak zorunda kalır. İsmet Özel, kendi şiiri için 'ethos ve pathos'u aynı kanaldan akıtmak istedim, demişti. Yahya Kemal bunu yapmıştır. Bugün neredeyse bir başlangıç olarak kabul ettiğimiz 1071 vurgusu Yahya Kemal'e aittir.

Yeni Türk şiirinde mısraa can veren biridir, Yahya Kemal. 

*

 Sonra şiir geldi kelimeye dayandı tabiî. Bunu Cemal Süreya, büyük ihtimalle Mallarme'nin 'Şiir kelimelerle yazılır' ifadesinden etkilenerek söylemiş olsa gerek.

*

Elyasa Koytak şiiri okudum. Aklımda kalanlar  'kafirlerden hegel'i çağırıyorum ortada vuruşmaya/ ismet özel adlı bir zülfikarla deşiyorum karnını' mısraları idi. Sanırım doğru yazdım. Ahmet Yesevi'nin dizesini gördüm çünkü orada. Yesevî mısraı da şöyle: Bâtın mızrağı ile nefsi deştim ben işte.

*

Şiirimizin en temel özelliği en eleştirel şiirde bile bir yaratma sevinci taşımasıdır. 'Kabz' halindeyken 'bast'a varmak. Şair ve toplum epeydir bir 'kabz' içinde. Oysa kabz'ı 'bast' ile açmak gerekiyor. Ama bu da maneviyat ister. 'Bast'ın diğer anlamıysa 'katı'laşma durumudur. Materyalistleşme de diyebilirsiniz buna. Maddenin en küçük hali bugün 'Tanrı Parçacığı' şeklinde adlandırılıyor. Katılaşmanın neredeyse zirve noktasını gösteriyor.

Katılaşmayı ya da toplumun kabz halini giderecek manevî alan sağlanamadığı için kabz hali, yıkıcılıkla ya da anarşizm türü şeylerle boşaltılmak ya da giderilmek isteniyor. 

Kabz'ın derinleşmesi, katılaşma, parçalanma, ilişkilerdeki sertleşme, yabancılaşma yan yana ilerleyen şeylerdir. Bütünlük parçalanıyor ve parçalandıkça da parçalar birbirine yabancılaşıyor. Aslında temelde parçalanan insandır. İnsan parçalanır, kendisine bile yabancılaşır. Ve son tahlilde varlıklar arası ortak amaç da biter.

Bütünlük azaldıkça bunlarda bir artış grafiği de gözlemlenmektedir. Galiba güzellik de bast hali de bütünlüktedir.

*

Osmanlıda eyleme; felsefe - teori yetişemedi. Eylem çünkü, Osmanlı medeniyetinde başlı başına bir hakikatti. Teoriden de felsefeden de daha önem arz etmekteydi. Tamam Osmanlının dünya tasavvuru Selçuklu döneminde inşa edildi ve Osmanlı da bu felsefeyi eylemde aşarak yerine getirdi. Ama bizim felsefemiz Batılı düşünürlerin idrak edebileceği şeylerden değildir. Örneğin 'İstanbul'u fetheden komutan ne güzel bir komutandır' şerefli sözü en büyük felsefemiz haline dönüşebilir. Belki de ülküyü dolambaçlı yollardan örmediğimiz için bir felsefemiz yokmuş gibi gözüküyor. Bizim en büyük felsefemiz eylemdir.

Şimdi Batı'yı düşüşe doğru götüren şeyse tam tersine eylemsizliktir. Felsefe ile eylem arasındaki fark o kadar açıldı ki. Para ve emek arasındaki boşluğun finans, borsa vs. üç kağıtlarla doldurulması gibi yazdıkları teorilerin gerçek hayatta pek karşılıkları yok. Distopya da zaten batık felsefelerden başka nedir ki. 


Y.T.