Yeprem Türk Aralık 2023 |
29 Aralık 2023 Cuma
28 Ekim 2023 Cumartesi
7 Ekim 2023 Cumartesi
Olağan Şiir, Temmuz- Ağustos 2023
Ben yazmasam kimse yazmayacak. Dil ve Edebiyat Derneği, şiir ortamını ucuzlamış bir Unkapanı Plakçılar Çarşısı'na çevirdi. Küçük İbo'lar, Küçük Sezer'ler... Firma: Erdem Müzik. Çocuklara, yeteneksizlere yapılan dosyalara bir bakın. Şiir ortamı ne hale geldi. Bunlar gülünç şeyler.
Bu sayı Mert Mevlüt Gökçe şiiri için dosya düzenlenmiş. Gökçe'yi şiirde ciddi bulmuyorum. Homo Ludens'in yaptıkları şeyler gibi. Hem Tevfik Fikret'i bir başlangıç kabul etmek hem de Homo Ludens'in şiirini yazmaya çalışmak çatışan şeyler.
Söylediklerinin kıymeti yok, Gökçe'nin. Her şeyden önce doğuştan şair değil. Gökçe'nin yazdıklarını ilk etap için bile şiir sayamayız.
Ve şahsen bir yerlere doğru şu tavsiye ile seslenmek isterim: Şair adayı gençleri itin, yok sayın, tepeleyin, ezin. Anasından doğduğuna pişman edin ki gelen sağlam gelsin. Çürükler, gelemesin. Şiirde dinamizm böyle sağlanır.
Aykut Nasip Kelebek'in yazdıklarına ekleme yapmak istiyorum.
-Yahya Kemal'in, şiirin kökleri olarak 'Charles Baudelaire, Stephane Mallarme ve Paul Valery' gibi şairleri işaret etmesi, modern şiir anlamında kökün dallarını göstermektir. Bu hususta bugün, Yahya Kemal'in görüşleri aşılmıştır.
Nasip Kelebek'in değerlendirme yazısında en az yeri Turgut Uyar kaplamış. Turgut Uyar'ı, Fransız kaynaklı şiir estetiğiyle ele almak ve okumak sağlıklı bir şey değil. Bu türden kaynaklarla ters yoldadır Uyar şiiri. Doğaldır. Şiddetlidir. Yer sarsıntısı gibi. Bu bakımdan Ezra Pound'dan daha üst bir yerdedir. Ece Ayhan, Uyar'ın bu kuvvetine hayranlık duyar. Erkeklik ve kişilik neşesi gümbür gümbürdür, şairin şiirinin. Yabancı bir dile çevrilmesi en zor şiirdir, Uyar şiiri. Büyük şiir yani. Ontik olanın hemen kenarında biten bir poetik görüşle konuşmak daha uygun, onun şiirini.
26 Eylül 2023 Salı
Hakan Arslanbenzer'in Garazı Neydi?
Hiçbir poetik metin, kasıtla ve garazla yazılmayı hak etmez. Poetik olanın ruhuna ters bir şey, bu. Eğer böyleyse, eleştirinin ve poetikanın dışına düşmüş olur o metin. Üstelik eskilerin ideolojik-poetik metinleri bile bugün, taraflılık imajıyla nisyana terk edilmişken, kasten yapılmış şiir eleştirilerinin geleceğini düşünemiyorum bile.
Garaz Poetikası. Bu kavram, aklıma Hakan Arslanbenzer'in trajedi karşıtlığı ile ilgili metinlerini okurken düşürmüştüm. Hakan Arslanbenzer, doksanlardan itibaren, ‘Türk şiiri trajik olana kapalıdır’ anlamında bir tavır sergilemişti. Ve hususta epey de mesai harcadı. Bunu da daha çok İkinci Yeni şairleri üzerinden dile getirmeye uğraştı. Bu tavrın üstelik nesnel bir karşılığı yani gerçekliği de yokken. Mesele aslında bir şiir sorunu, poetik bir problem değildi. Arslanbenzer, bunu Ece Ayhan'la yaşadığı bir olayın acısını çıkarmak için yapıyordu. Hakan Arslanbenzer’in Ece Ayhan'la konuşurken, Arslanbenzer’in İslamcı olması hasebiyle telefonun Ece Ayhan tarafından Arslanbenzer’in yüzüne kapatılmış olmasıydı, hakikat. Yani trajik veya poetik olanla bir ilgisi bulunmuyor, o metinlerin. Onlar tamamen birer intikam eleştirisidir. Ki epik olan, modern dünyada daima trajediyle iç içedir. Epik kahraman, ruhun ilkesini işletir. Ve modern dünyada ruh, daima engellenir. Modern sanat, ruhun kendi safiyetini, ahlâkını ve ilkesini yürürlükte tutmaktan alıkoymak ister. Bugün epik iki defa trajiktir. Birincisi: Ruh olarak engellenmek ister. İkincisi: Kurmacanın her geçen büyüyen dünyası karşısında mücadele eden epiğin daha fazla yük sırtlanmak zorunda kalması. Trajedi ve epik, ikisi de öyle aynı tohumdan ki. Nereden bakarsanız bakın, epik aslında bir trajedi neşesidir
Yücel Kayıran’a Hayali Efsus’unda Mutluluklar Dilerim
Yücel Kayıran ‘Metal Künye’ adlı metnine, Akif’in ‘Çanakkale şiirini konu etmiş. (Kitap-lık, 222) Tuhaf bir yazı. Şu iki yönden: Birincisi: metin çok zorlama. Kayıran, Akif'e çok kızmış anlaşılan. İstiklâl Marşı'nı yazdığı için Akif. Çanakkale Harbi'ni destanlaştırdığı için.
İkinci tuhaflığıysa eleştirinin, şairin dinî bir anlayış olan cihada ontolojik bir yaklaşım sergilemiş olması. Özelleştirilmiş ontolojik bir poetikayla; dini kavramları ve din- iman duygusu neticesinde ortaya çıkmış bir poetikayı yargılamaya kalkması. Akif'in şiirine şairin poetik çerçevesinden değil kendi poetik penceresinden bakması. Akif'in şiirini çevre ve psikolojik şartlardan bağımsız tutması. Akif'in şiirini ölçecek tekniği elde edememesi. Aslında eleştiriyle bile değil, Akif'in şiirine sadece garazla yaklaşması.
Önce bahsettiğimiz şiiri gösterelim.
Çanakkale Şehitlerine
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı!
Dedirir- Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Ne varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
‘Ostralya’yla beraber bakıyorsun, Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetlere denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istila!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz
*
‘Ostralya’yla beraber bakıyorsun, Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk
‘Avustralya ile Kanada’nın bir arada Çanakkale’yi istila edişleri ya da istilada bir arada oluşları değil, Avustralya ile Kanada’nın bir arada oluşlarına anlam verememe dile getiriliyor.’ Yücel Kayıran, Akif’in, Türk yurdunu işgal eden Avrupalı devletlerin bir araya geliş nedenlerini anlamadığını ifade ediyor; Akif’in medeniyet kavramına vakıf olmadığını belirtiyor. Ancak, Akif’in Almanya gezisini unutuyor; Akif’in Arapça ve Farsçaya hakimiyetini dolayısıyla da medeniyet denen şeyi özünden kavradığını göz ardı ediyor. Akif, bir kere, aruzla (medeniyet vezniyle) yazmış bir adam. Akif, Batı medeniyetini önce gezilerinde, tarih kitaplarında tanımış ama Batı uygarlığının gerçek yüzünü en çok Kurtuluş Savaşı’nda görmüş bir şair. ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ benzetmesi hayali bir şey değildir. Yaşayarak varılmış bir sonuçtur. Hayat dolu gerçek bir tespittir. Yücel Kayıran, Batı’yla bir cephede savaş halinde tanışmadığı için romantik davranıyor. Yine aynı Batı’yla kanlı canlı olarak savaşan Aliya İzzetbegoviç’in ‘Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır’ demesi ve Akif ile aynı yorumu paylaşması boşuna değil. Çünkü şahitlik makamında olanlar onlardır.
Ostralya’yla beraber bakıyorsun, Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Akif, Avusturalya ile Kanada’nın neden bir arada olduğunu anlamıştır ve bu iki dize başlı başına bir uygarlık tarifidir. Çehreler başka, lisanlar başka, deriler rengârenk ve başka ama hepsi de yine aynı bir uygarlığa aitler.
*
Yücel Kayıran, Çanakkale’ye işgale gelen askerlerin arasından, aynı zamanda Avustralyalı bir şair olan Wilfred Owen’ın Çanakkale’deyken yazdığı bir şiirinden yola çıkarak Akif’in dediği türden bir ‘yamyama’ benzemediğini iddia ediyor. Şiir şöyle:
Uzanan yalnız bir tepecik var:
Uyuyan kederli bir sahil var:
Denizin kıyısında yıpranarak harap olmuş bir tabya var.
Ayaklar altında çiğnenmekten çökmüş mezarlar var:
Ve çürümekte olan küçük bir iskele:
Ve durmaksızın kıvrılan yollar.
Yıkık dökük, sessiz bir vadi var:
İncecik bir dere var
Ağzındaki taşların üstünde biraz kan.
Gömülmüş kemik sıraları var:
Ödenmeyi bekleyen bir borç var:
Güneyde hafif bir hıçkırık sesi var.
Ve şunları ekliyor tespitlerinin yanına Kayıran: ‘…Çok ince bir üslubu var, ödenmeyi bekleyen bir borcu var, güneyde unutamadığı hafif hıçkırık sesi var, yani bir hıçkırık sesi var, yani sessiz sedasız kendi başına ağlayan biri var. Hiç yamyama benzemiyor. His yoksulu ve sırtlan da değil.’ Aslında burada Yücel Kayıran, kendi fikrini ama daha da çok modern Türkiye’nin ruhunu söylüyor. Modern Türkiye, Çanakkale Savaşı’nda ‘tek dişi kalmış canavar’ın uygarlığına, estetiğine hayran. Yüz yıldır Türkiye, Avrupa zarafetine çalışıyor.
Kayıran, şiirin son iki dizesine baksa, şairin çizdiği narin tabloya rağmen neyi tercih ettiğini görür.
Ödenmeyi bekleyen bir borç var:
Güneyde hafif bir hıçkırık sesi var.
Avustralyalı şair, parayı bahane ederek düşmanlığını görmediği bir ülkenin topraklarını istila eden bir orduya asker olarak katılmıştır. Bu yamyamlık değil midir? Kayıran, şairin haneye/ ülkeye tecavüzünü aklamaya çalışmış. Bu tür şeyleri bir ara Zaman ve Taraf gazetelerinde okurduk. Yani şimdi Akif'in ülkesi için mücadele etmesi, düşmanını çirkince betimlemesi, tamam Yücel Kayıran'ın 'ontik' kavramı açısından pek hoş değil, ama para karşılığı işgal ordularına asker yazılmak ne kadar ontik bir durumdur.
*
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak
Kayıran bu dizelerde pornografi görmüş. Sevgili dostum, bunlar gerçekler. Hakikat olduğu gibi şiire girmiş. Bu pornografi değil, sert gerçeklerdir.
Ekler:
1. ‘Oysa varlıksal olan, tümel olanda değil, tekil olanda açığa çıkar. (Y. Kayıran)’ Ne boş bir cümle. Ve yanlış bir kelam. Bu kendilik halini Yücel Kayıran'ın şiirinde bile bulmak mümkün değil. Kayıran şiirinde çevredekilerden, devrimcilerden geçilmez. Hatta kendisi onların içinde silikleşir, yok olur. Kayıran için gerilla topluluğu şiire zarar vermez ama cemaat olunca şiire halel gelir. Ne tuhaf. Kayıran, kendisini dışarda tutarak başkalarını eleştirmek için kullandığı 'kendilik' hali tekil hale dönüşmüş. Buna Heidegger bile katılmaz. Ondaki ontolojik kendilik, herkes zemininde saçıldıktan sonra kendine geri dönmektir. Yani bir bakıma bütünlük içinde bütünlükle tek kalabilmektir. Yani dasein kavramı böyle bir şeydir. Vahdette kesret, kesrette vahdet halinde olabilmektir.
2.
Kayıran için şairlik, ontik bir durumdur. Bu, Kayıran'ın ortaya attığı bir görüş değildir. Eski bir düşüncedir. Şiire felsefi birey olarak bakanların oluşturduğu bir tanımlama çabasıdır. Ancak Akif felsefî bir birey olarak değil dini bir birey olarak şiir yazan bir şairdir. Bu nedenle hem bireydir hem de cemaatten biridir. Hem tekil hem de cemaatten biri olarak hareket eder. Hatta Akif herkes olduğu gibi herkes de Akif olur. Nâzım, Akif' için ' "Akif, büyük şair / İnanmış adam' derken Akif'in dinî bir görüşle şiir yazdığını ima etmiyor muydu? En azından bu bile Akif'in şiirini hangi poetik açıdan değerlendirileceğine bir işarettir.
Şuraya geleceğim: Hölderlin'in şairliğini dini bir birey olarak okursanız Hölderlin'e haksızlık edersiniz. Akif'i de ontolojik bir çeteleyle değerlendirirseniz aynı şeyi yapmış olursunuz.
3. Yücel Kayıran’ın Efsus’a Yolculuk kitabını okuyun. Bir kahır deposudur, bu kitap.
sana seslendiğimde gözlerimin içine bak
derdi babam, bir misafirliğe gittiğimizde
sesim biraz yükselmiş ya da anlaşamıyor isem
ev sahibinin çocuğu ile
duyardım birden sesini babamın
‘gözlerimin içine bak’
hazır ol’a geçer hemen, gözlerinin içine bakardım
eve dönünce dayak yemek belirtisi demekti bu
polisle işbirliği yapmış gibiydi babam
Şair, bu kitabında ‘ben’ine yapılan küçücük saldırılardan fırtına koparıp, babasını polisle işbirliği yapan bir casusa dönüştürürken Akif’in, vatanının işgali karşısında işgalcilere yamyam demesini çok görüyor.
Not: Yücel Kayıran Efsus’a, ontolojik bir yorumla yapar yolculuğunu. Aslında bu kokuşmuş bir ontolojidir. Çünkü ontoloji de bazen çürür. Bir yorumdur sonuçta. Ama ontik değil. Kayıran’ın ontolojisi, Marksizm’de ontolojik bir derinlik olmadığı için, Batı ontolojisidir. Bu ontolojiyle Kayıran, Anadolu’nun bin küsür yıllık tarihi birikimini reddede reddede Efsus’a çıkar. Akif de bu gözden çıkarılmadan payını alır. Sadece Akif yoktur gözden çıkarılan şeyler arasında. Şehitlik kavramı vardır, vatan kavramı vardır, Müslüman halk vardır. Aslında Kayıran, şiirinde kullandığı ontolojik yorumun temellerine varır. Kendi cemaatini, halkını terk eder; Efsuslu ama hayali bir topluluğa katılır. İyesini orada bulur. Büyük ihtimalle Yücel Kayıran, Türk solunun yeni ütopyası olarak göstermek istiyor, Efsus'u. Bu ütopyaya doğru giden bir şairin Akif'i sevmesi, anlaması düşünülemez. İsteyerek anlamaz. Şairin zihni ve felsefesi kolonyalist çünkü.
Galiba Yücel Kayıran, topraklarımızda felsefeye karşı zaten yaralı olan bakış açısını daha da yaraladı. Yücel Kayıran da modern felsefecilerimiz gibi kolonyalist kanona eklendi.
Kuruluş, Sayı 59'dan
Yeprem Türk
Amentü
Yücel Kayıran'ın Hece dergisinin Mayıs 2019 sayısında yayımladığı amentü şiirinin başlığı 'SÜHREVERDÎ; EL- MAKTÜL- Münacat', şeklindeydi. Bu başlık, şiir, kitaba (Sitasis) alınırken şairi tarafından değiştirilmiş. 'münacat; Zerdüşt duası' haline bürünmüş. Allah bilir, biraz daha beklesek neye dönüşecekmiş.
Türk şiirinde Yücel Kayıran'ın amentüsünden sonra 'amentü' kavramı önemini yitirmiş gibi. Artık Türk şiir okuyucuları amentü yayımlayanlara galiba dönüp bakmayacak. Ya da her kavramın şahsiyet sahibi insanların elinde kıymetlendiğini bilecek...
Şiir siyaseti. Muhitlerin siyaseti. Bunlar edebiyat ortamının bir şekilde içinde olan şeyler. Şiirin doğasına aykırı olmasına rağmen şiirin çevresini bir şekilde kuşatan olgular. Eleştiri siyaseti de bu genellik içinde bir yer edinebilir kendisine. Türk şiirinde siyaset nesnesi yapılamayacak tek şey varsa o da 'amentü' kavramıdır.
Özellikle modern Türk şiiri, Tevfik Fikret'ten tutun Sezai Karakoç'a ve İsmet Özel'e kadar bir amentüler geçidine sahne olmuştur. Ve şairler, amentülerine bağlılıklarıyla tartılmışlardır. Sözlerine sadık kalamayacaklar, amentülerine sadakat gösterme kudretini kendilerinde bulamayanlar amentü yayımlamasınlar. Amentü kavramının ruhunu sarsmasınlar, onu sıradanlaştırmasınlar. Modern Türk şiirinde, son amentü hâlâ İsmet Özel'in amentüsüdür.
Modern Batı Şiiri- 1 (Doğu- Batı Yayınları, Sayı: 102)
Yücel Kayıran'ın editörlüğünde, Doğu- Batı yayımları tarafından yayımlanan şiir özel sayılarını okuyorum. Yücel Kayıran'ın 'Uhrevi Poetika, Dış Dünyanın Keşfi ve Modern Şiir' adlı metnine ve bir şekilde şairin yorumlarına yön veren 'Şuara Suresi'nin 224, 225, 226, ve 227'nci ayetleriyle ilgili olarak bir şeyler söylemek istiyorum.
Yücel Kayıran bu dört ayetin, üç farklı müfessirden çevirisini almış yazısına. Bunlar: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Mustafa Öztürk ve Muhammed Esed.
225. / 226. âyetler için Elmalılı H. Yazır çevirisi: 'Görmez misin bunlar her vadide/ her sahada şaşkın şaşkın dolaşırlar ve gerçekten yapmadıkları şeyi söylerler.'
224. / 226. âyetler için Musta Öztürk Çevirisi: Şeytanlara kulak veren bu şairlere de azgınlar uyarlar. Görmez misin, o şairler her konuya dalarlar, her telden çalarlar. (Bugün övdüklerini yarın yererler, bugün doğru dedikleri şeye yarın yanlış derler) Ayrıca onlar, yapmadıkları şeyleri söyler, (abartarak anlatmayı severler.)
Dikkat çekeceğim nokta bu iki çevirinin şu kısımları: 'Görmez misin bunlar her vadide/ her sahada şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.' Mustafa Öztürk'ün de Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın çevirisi de neredeyse aynı. Mustafa Öztürk, Elmalılı'nın çevirisindeki 'her sahada' bölümünü 'her konuda' demekle karşılamış. Ama vadi kelimesi de kayıplara karışmış.
Her vadide dolaşan şairler var burada oysa. Mustafa Öztürk'ün ve Yücel Kayıran'ın, ayetleri bağlamından kopartarak dediği şekilde her sahada ya da her konuda veya disiplinlerarası dolaşan değil. Yedi Askı şiirlerini epey okumuş biriyim. Çünkü Yedi Askı şairlerini incelediğinizde gerçekten o şiirlerin çoğu şairinin geceleri veya gündüzleri eğlenmek, alem yapmak ve sarhoş olmak için vadilere, yerleşim yerlerinden uzak kırlara gittiklerini, pejmurde halleriyle dolaşa dolaşa şiirler söylediklerini görürsünüz. Modernizm öncesi işret, içki alemleri vadilerde, örneğin ıssızlıkta bir ağaç altında, yerleşim yerlerinden uzakta bir yerlerde yapılıyordu. İçkiye, işrete mekan tesis etmek ya da onları bir mekân içinde şehre, içerilere taşımak modernist bir tutumdur. Bizim oralarda hâlâ içki içmek, alem yapmak isteyenler vadilere, dağlara, gözden ırak alanlara giderler. Kur'an inmeden önce bu meclisleri taşıyan ve motive edenler, özellikle zaten şairlerdi. Bazen de tek tabanca takılırlardı, şairler. Yani Kur'an'ın bu âyetleri, bir soyutlamaya ihtiyaç duymaz. Apaçık bir durumu anlatıyor, aslında ilgili âyetler.
Ve Muhammed Esed çevirisinde aynı soyutlama yoktur ama:
'224: Şairlere gelince, (onlar da kendi kendilerini aldatmaya yatkındırlar ve bu sebeple) onlara (da yalnızca) azgınlar uymaktadır; 225: Görmez misin onların her vadide (sözcüklerin ve hayallerin peşinde) şaşkın şaşkın dolaştıklarını; 226: ve (çoğu zaman) yapmadıklarını söyleyegeldiklerini? 227: Ama inanan, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah'ı sıkça anan, (sadece) haksızlığa uğradıktan sonra kendilerini savunan ve haksızlık yapanların, er geç görecekleri (konusunda Allah'ın vaadine güvenen şairler) bu hükmün dışındadır.'
*
Bu bahiste Yücel Kayıran'a katılmak mümkün değil. Yani hem bilimsel, hem bu ayetlerin indiği sosyoloji anlamında. Vadi kelimesini, dallar ve disiplinler arası şeklinde anlamak kaynağa haksızlıktır.
*
Kayıran şöyle bir yorum daha ekliyor yazısına, alıntılanmış âyetler için: 'Bu âyetlerde, iki temel argüman dile gelmektedir. Birinci argüman, şairin varoluşunun doğasının ne olduğuna ve bu doğanın ayırıcı özelliğine ilişkindir. İkincisi ise, şairin angaje olması ve bir meseleye, bir davaya bağlanması gerektiğini dile getirmektedir. Şöyle betimlenmektedir bu doğa:
1. Şairler, 'her vadide/ her sahada şaşkın şaşkın dolaşırlar', her konuya dalarlar', 'her konuya dalarlar, her telden çalarlar', onlar kendi kendilerini aldatmaya yatkındırlar', (sözcüklerin, hayallerin peşinde) şaşkın şakın dolaşırlar.
Birincisi: Kur'an'ın yerdiği şairlerin karakterini genel anlamda şairin (şairliğin) doğası haline getirmesi Kayıran'ın, çok acemice. Vadilerde şaşkın dolaşmayan, kendilerini aldatmayan Akif'i, Yunus Emre'yi şair saymayacak mıyız yani? Şuara Suresi öncelikle kötücül olan şairin karakterini, personasını eleştiriyor.
'İkincisi ise, şairin angaje olması gerektiğini, bir meseleye, bir davaya bağlanması gerektiğini dile getirmektedir.' derken Yücel Kayıran'ın 'angaje' kavramı meseleyi başka yerlere çekiyor. Oysa orada anlatılmak istenen 'angaje olmak' değil; fıtrata, insanî olana bağlılıktır, yani Kierkegaard'ın deyimiyle ruh olmaktır. Sen ontik bir durum dersin ben ruh olma derim. Bu ayetlerde iyiliğe, ahlâka, dinin hükümlerine bağlıklık anlatılmaktadır. Bunlar zaten iyi insanın, ruh olabilmeyi başarabilmişlerin doğasında olan şeylerdir.
14 Eylül 2023 Perşembe
10 Temmuz 2023 Pazartesi
YENİ KİTAP
Kuruluş Dergisi Yayımları / 21
Düşünce - Deneme /12
Birinci Basım Tarihi / Temmuz 2023
Kuruluş Dergisi Yönetimi
1 Temmuz 2023 Cumartesi
Şiir Konuşmaları
Şiir bir şıra halidir. Ben şiiri garip bir şırada gördüm.
Zaman, tefekkür, dil, ahenk, ritim, müzik bu şıra içindeki tuhaf akışta yer alan öğelerdir.
Yaratılış ve varoluş şıra üzeredir. Buna tecelli zevki de denebilir. Şıra ve tecelli zevki birbirine uygun kelimeler. Kierkegaard, hayat arkadan öne iter, der. Bu itki aslında zoraki bir kuvve değil; şıradır. Var olmaya iten dayanılmaz güç, tattır. Varlık, Tanrı’ya tecelli unsuru olmaktan, O’na görünürlükte hizmet etmekten onurlu bir zevk duyar.
Divan şiiri, bir yönüyle saki ve şarap şiiridir. Saki şairdir; şarap, tecelli şırasıdır. Rilke, şairi görünmeyenin arılarına benzetmişti. Yani şıracıya. Görünenin ardındaki görünmeyene atıf yapmak şairin nihai amacıdır, tutumudur. Varoluştan gelen şırayı tatmak ve bir tecelli durumunda olduğunu hissetmek, sonsuzlukla bakışık kalmak demektir. Sezai Karakoç’un deyimiyle kendini sonsuzluğa uygun kılma. Amor et Visio Dei..
Ben şahsen şiirimde ilahi iklimini bir şekilde solumayı seven ve bunu özellikle isteyen biriyim. Çoğu şiirimde kendimi bir hac yolcusu gibi hissederim. Şiirin özünü orada görürüm. Daha doğrusu bu şırayı en uygun ve coşkun akıtan bir şiir yapısına sahiptir, ilahi.
*
Şiirle neden ilgileniriz? Şiiri, bir davamız varsa dava ruhumuzu tahkim etmek için okuruz. Gündelik yaşamın örttüğü derin ve büyük anlamlara ulaşmak için. Bir de kendiliğindenlikle şiir okumamız vardır. Bu değerli bir şeydir. İnsan olduğumuz için şiire ihtiyaç duyarız. Ara ara şiire, eleştirmek için de gideriz. Bunu genelde eleştirmenler yapar. Elbette bir yönetmenin bir filmi izleyişiyle sıradan bir izleyicinin filme bakış açısı farklıdır. Ve ben çoğu kez şiiri sıradan bir okuyucu olarak okumak isterim. Ve bundan oldukça da lezzet alırım.
İnsan, tarihte nerede durduğunu görmek için de şiire baş vurur. Şiir, bize aslında çağı gösterir. Şiir, sözün tarih içindeki yerini ve seyrini aşikâr eder. İnsanın tarih içinde bir seyri, akışı olduğu gibi sözün de bir seyri vardır.
Aslında değişen ne şiirin özüdür ne de öznenin doğasıdır. Pencere ve bakış değişiyor, sadece.
Ve şiirin tarih sahasındaki bu akışı, şiire dönüp bakan kitleyi veya okur tipini de dönüştürür. Şiir şimdi mesela kime hitap ediyor? Köylüye mi? Aristokratlara mı? Avama mı? Proletaryaya mı? Entelektüellere mi? Geçmişte şiirin bunlara benzer birçok muhatabı oldu. Şiirin, okunması ve muhatabı bağlamında bir seçime gittiği de doğru. Ama bugün şiir için bu türden sınıflandırmalar geride kaldı. Şiirin okuru kim? Buna benim cevabım: hangi kesim ve sınıftan olursa olsun soylu kalmayı başarmış ruhlar için yazılan şeydir, şiir.
Şiir Konuşmaları
*
Şiirin mührü ilk dizededir. Şiirin rengi, ilk dize rengindedir. Şiir, ilk dizeyle başlar. Gerisi de o dizeyi anlamaya çalışmaktır. İlk dizede daima garip bir hava, iklim var. Bu, biraz da aşkın bir koku gibidir. Şair, bu havayı ve kokuyu şiirin geneline yaymaya çalışır. Koku gelir zekâya ve dimağa, şiir başlar; koku gider, şiir kesilir. İlk dize gelirken şair, kendisini neredeyse Âdem gibi hisseder. Yani o kadar tarih, mesafe hemen aradan çıkar. Şiirin trajedisi de buradan kaynaklanır. Yukarı bölgeyle aşağı bölgenin imtihanıdır çünkü ilk dize: Yukarıdaki yasa ve tasvirle aşağıda olup bitenlerin sınavıdır. Eskimeyen bir şey taşır ilk dize: Safiyet, samimiyet. Eskimezse bir şey bilin ki bedenden değil ruhtandır. İlk dizeler, dünya nimetidir. Ama yüksek, ama gökteki haktır.
*
Işığı olmayan hiçbir şeyle işim yoktur. İmge, metafor, kelime, düzen, duruş, siyaset. Trajedide bile ışık ararım. Veya utku. Utku, yanan bağrın soğumasıdır. Işıkla deva bulması. Hayat ışıkla ilerler. Haz. Ebubekir, bir leşteki ışığı görmüştü. Leşteki şiiri. O dişlerde parlaklığı.
Zaten şairin görevi de ışığı fark etmektir. Onu eserinde sergilemektir. Şair bir ışık avcısıdır ya da yakıcısıdır. Işıkla dünya seyran olur.
Belki de çoğu şiirimi; tabiatın, ruhun ve yaşamın özünün cereyan ettiği o seyrek ışıma anlarında yaşadım. Saflığın ışık içre parladığı vakitlerde hissettim. Ve çoğu şiirimin çetin koşullar altında yazılmış olmasına rağmen o ontik ve semavî serinliği arıyorum. Ara ara geriye dönüp bakmama sebep olan şeylerin o derin nefeslenmeler ve saflık olduğunu görüyorum.
*
Şairler, genelde yaşadıklarını yazarlar ya da yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını. Biliyorum, bu yargıma itiraz edeceksiniz. Başka bir şairle aynı evde mi yaşadın, nereden biliyorsun bunları, diyeceksiniz. Hakikaten bilmiyorum, başka şairlerin neyi, nasıl yazdıklarını. Ama iyi bir şairin şiirinden yola çıkıp yaptığı şeylere anlam verebilirim. Has şiirin derin bir okura böyle yansıdığını düşünüyorum. Şiirde insanlık ortaklıkları vardır. Ben genelde yaşadıklarımı yazarım. Örneğin bir dizemde ‘Bir kedinin beni görünce sevinmesi mersedesten güzel’ demişsem, bu, başımdan geçtiği içindir. Bu dizeyi tüm yönleriyle öğrenmişim, hissetmişim ve deneyimlemişimdir. Kimseyi kandırmaya ihtiyacım yok. Ya da bir şeyler yazmışsam onunla mutlaka bir yerde karşılaşırım. Allah onu bana yaşatır. Bence şiir, bu yönüyle bir dua gibidir ve onu sıkı edenlerin başlarına gelir. Ama yine de başa kader geldi derler, şiir geldi demezler.
Modern Batı Şiiri- 1 (Doğu- Batı Yayınları, Sayı: 102) İçin
Modern Batı Şiiri- 1 (Doğu- Batı Yayınları, Sayı: 102)
Yücel Kayıran'ın editörlüğünde, Doğu- Batı yayımları tarafından yayımlanan şiir özel sayılarını okuyorum. Yücel Kayıran'ın 'Uhrevi Poetika, Dış Dünyanın Keşfi ve Modern Şiir' adlı metnine ve bir şekilde şairin yorumlarına yön veren 'Şuara Suresi'nin 224, 225, 226, ve 227'nci ayetleriyle ilgili olarak bir şeyler söylemek istiyorum.
Yücel Kayıran bu dört ayetin, üç farklı müfessirden çevirisini almış yazısına. Bunlar: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Mustafa Öztürk ve Muhammed Esed.
225. / 226. âyetler için Elmalılı H. Yazır çevirisi: 'Görmez misin bunlar her vadide/ her sahada şaşkın şaşkın dolaşırlar ve gerçekten yapmadıkları şeyi söylerler.'
224. / 226. âyetler için Musta Öztürk Çevirisi: Şeytanlara kulak veren bu şairlere de azgınlar uyarlar. Görmez misin, o şairler her konuya dalarlar, her telden çalarlar. (Bugün övdüklerini yarın yererler, bugün doğru dedikleri şeye yarın yanlış derler) Ayrıca onlar, yapmadıkları şeyleri söyler, (abartarak anlatmayı severler.)
Dikkat çekeceğim nokta bu iki çevirinin şu kısımları: 'Görmez misin bunlar her vadide/ her sahada şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.' Mustafa Öztürk'ün de Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın çevirisi de neredeyse aynı. Mustafa Öztürk, Elmalılı'nın çevirisindeki 'her sahada' bölümünü 'her konuda' demekle karşılamış. Ama vadi kelimesi de kayıplara karışmış.
Ben, bu kısmı hep başka anlarım. Her vadide dolaşan şairler var burada oysa. Her sahada ya da her konuda veya disiplinlerarası dolaşan değil. Yedi Askı şiirlerini epey okumuş biri olarak böyle anlıyorum. Çünkü Yedi Askı şairlerini incelediğinizde gerçekten o şiirlerin çoğu şairinin geceleri veya gündüzleri eğlenmek, alem yapmak ve sarhoş olmak için vadilere, yerleşim yerlerinden uzak kırlara gittiklerini, pejmurde halleriyle dolaşa dolaşa şiirler söylediklerini görürsünüz. Modernizm öncesi işret, içki alemleri vadilerde, örneğin ıssızlıkta bir ağaç altında, yerleşim yerlerinden uzakta bir yerlerde yapılıyordu. İçkiye, işrete mekan tesis etmek ya da onları bir mekân içinde şehre, içerilere taşımak modernist bir tutumdur. Bizim oralarda hâlâ içki içmek, alem yapmak isteyenler vadilere, dağlara, gözden ırak alanlara giderler. Kur'an inmeden önce bu meclisleri taşıyan ve motive edenler, özellikle zaten şairlerdi. Bazen de tek tabanca takılırlardı, şairler. Yani Kur'an'ın bu âyetleri, bir soyutlamaya ihtiyaç duymaz. Apaçık bir durumu anlatıyor, aslında ilgili âyetler.
Ve Muhammed Esed çevirisinde aynı soyutlama yok ama:
'224: Şairlere gelince, (onlar da kendi kendilerini aldatmaya yatkındırlar ve bu sebeple) onlara (da yalnızca) azgınlar uymaktadır; 225: Görmez misin onların her vadide (sözcüklerin ve hayallerin peşinde) şaşkın şaşkın dolaştıklarını; 226: ve (çoğu zaman) yapmadıklarını söyleyegeldiklerini? 227: Ama inanan, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah'ı sıkça anan, (sadece) haksızlığa uğradıktan sonra kendilerini savunan ve haksızlık yapanların, er geç görecekleri (konusunda Allah'ın vaadine güvenen şairler) bu hükmün dışındadır.'
Y. Türk
24 Haziran 2023 Cumartesi
20 Haziran 2023 Salı
GECE EVE DÖNERKEN
Taşranın dağ köylerinde
Yalnız hanelerde yaşamak
Nasıl bir sınır
Can, tende
Emaneti belli edecek denli ışıyor
Yarın Kurban Bayramı
Şehirde koyunlarımı sattım
Seherde haneme varmam gerekiyor
Karanlıkta dünya ne büyük bir şeydir
Karanlık bilinemez çünkü hürdür
Yeryüzü karanlık bir mescid
Yine de değil tekin
Buna bir şey diyemiyorum
Geçiyorum kayaların arasından
Etraftan gelen bir taş bir kılıç şakırtısı yok
Yağma karanlığın dışardaki necaseti
Vardır daim taşranın gecesinde
Böyle ağır bir koku
Yasayı delebilecek bir ok
Nurun dalgalı alnı
Ve kasların diriliğiyle
İşte avluya girdim
Erkek ve yakışıklı.
Gökleri seyrederken evim.
Anlaşmalardan sonra alınmış nefes gibiyim.
Y. Türk
5.
Emek ve saygı bitince, insanın hayata olan saygısı da kalmıyor. Bugün insanların yaşama ve yaptıkları işe karşı bir saygı taşıdıkları kuşku uyandırır. Çünkü inşa edilen hayatın da insandan onur, saygı, emek ve şefkat beklediğine inanmak zor.
Uzaktan yakından şahit olurdum. Bazı tanıdıklarım, özel yaşantısındaki yaşamın neşesini ve güzelliklerini sokağa indirmezler, taşımazlardı. Orada adeta apayrı biri olurlar, farklı davranırlardı. Özel hayatlarındaki değerli ve nazik şeyleri sokaktaki yaşama layık görmezlerdi. Konvansiyonel olanın neredeyse zehir olduğunu ima etmeye çalışırlardı. Özellikle iki senelik kovid kapanmasından sonra evden dışarıya dönen insanlarda bu türden davranışlar arttı. Herkes kendi özerk alanını kutsadı, dışarıyı lanetledi.
Bilmiyorum belki haklılar belki de haksızlardı. Ama konvansiyonel olanı hakkaniyetle inşa etmek ve bu konvansiyonel olana katkı anlamında insanları ikna etmek her şeyden önce bir medenilik, müşterek bir bilinç ister. Kanun ister, senet sepet ister. Gelişmiş, derin davranış kalıpları ister.
-
Zamanın kültürü sanki biraz depresif. Spastik bir benliğin ürünü gibi. Kimin ne yapacağı belli değil. Spastik bir samurayla karşılaşabilirsiniz akşam saatlerinde bir cadde başında. Üstelik bu samurayın ne töresi ne andı ne de geleneği var. Tarihin en şımarık ve en dağınık çağı işte. Nereden bakarsanız bakın tarihi anlamda zirve bir iştiha ve dengesizlik… İnsanın içinde libido, dışında pijama ve tayt… İşte size sokaktaki hayat aklı.
Şiirde farklı mı? Okuyun dergileri, sadist ruhluların absürt ifşalarını ve dileklerini göreceksiniz. Yeni insan, yeni şair hiçbir şeyi sevmiyor. Kendi üstünde bir otorite tanımıyor. Saygılı bir karşı koyma değil bu. İroni diyorlar bu tür şeylere, oysa öyle değil. Şımarıklık, densizlik.
Ve bir filozof da bir başka filozofun mezarına işeyebilir, çağdaki mantık buysa. Oysa bırakın bir kabir üstüne hacet gidermeyi, bir ölünün arkasından bile konuşmak ağır vebal.
İnsan, sokağa çıkınca, aile hayatındaki gibi kamusal alanda da şeriat, tüze ister, bekler. Yani fıtrat, ahlâk ve din eğilimi.
11 Mayıs 2023 Perşembe
İLK DİZE
Ruhun karaya alınmış olması
Gösterir ilk dizedeki haklılığı
İlk dizenin girmediği yere melek girmez
İlk dizeyle yönetir şair varlıktaki evini
Yeryüzü gökyüzüyle söylenirken
-İlk mısra böyle bir şey-
İnsan bedeni olur gökyüzünün bedeni
Daha doğrusu:
İlk dize şairin mektebi
Gökyüzü öğretir yeri
İlk dizede Rabbani bir ışık var
Yağması yukardan çiğ misali
Akşama dek göğe bakmışın içinedir
Arı kokusu ve tadındadır, bal değil
Zeytine ve incire de yakın bir canlılık bu
Kırılmışın içindeki nuru
II.
İlk dize
Dünyanın ilk ürününe inen ilk bahar gibi
Yeryüzünün en yeni en canlı kıvamı
Şairin kalbinde sefer
Utku içinde göğsünün sabahına gider
Yeprem Türk
OLMUŞ
Övmek isterim babama saygıyla, bir olmuşu
Gece, Maraş’ta, köydeyiz
Keder bizi avluya gazel gibi dizmiş
Kuru yaprak sıra sıra
Annem, babam, kardeşlerim… hiçlik
Tek, sultanın rüzgârı eksik kapıda
‘Biz olduğumuz için esmiyor rüzgâr’ mı demek istemişti en dilsizimiz
Esmesi gerekir oysa, vakti, gazel halindeyiz
Bu yıkıntı bize, biraz da ayıp ya
Bizle ilk kez özçekim gayreti olacak uygarlığın
Köylüyü ve düşkünü göstermek istemez hiçbir rejim
Düşmesin diye hançeresi sistemin
Teorilerimiz yerle bir, şehrimiz yerle bir
Her birimiz avazı gaibe emanet edilmiş filozoflar gibiydik
Adaletin bu boşluğundan kimse çıkaramaz izimizi
Avluda bekleyenlerin en hayırlısı
‘Boğazınızdan geçirirseniz sizi affetmem hazinenin bir kuruşunu’
Diyen, babamdı
Tutulurken günün matemi, kapımızda
Yoksullukla erleşen kemâl, berkiyen hüküm buydu
Yıkımda saatler geçtikçe içe doğru arzusunu yürütmek isteyen beden
Bu beddua ile durdu, olmadı avlumuzda o gün zayıflığa nurunu veren
Tenezzülde korku, şüphe doludur; geldi eşiğimize dek ama
Sadece Yunus okunabilirdi evimizde tufandan sonra
O gün inandım babamın yüzü
İnsafın ve nurun sökülmez toprağıyla doluydu
Maneviyatı erk etmişti bize
Yerle bir olmuş bir şehrin üstünde
Ne soğuk ne sıcak ancak ılıntı halinde
Bu bir tasvir değil, sadece cemâl
Ama hayat kurtaran
25 Nisan 2023 Salı
23 Nisan 2023 Pazar
bir yıldız yok. orası boş, bomboş. yazık.
Politikacılar, hükümet
kadroları; Türkiye’ye gereken önemi göstermediler, göstermiyorlar. Şimdi
daha acımasız bir siyasetçi sınıfı ortaya çıktı: Teknokratlar. Bunların
Türkiye’ye lazım olan saygıyı esirgemeyeceklerinden şüphem daha fazla. Türkiye’nin tarihine, insanına, kültürüne, doğasına ve toplumsal yapısına bu bürokrasi sınıfının bakışı gerçekten çok başka.
Kapitalist, sert, günlük ve ticari. Türk bürokrasisi kendisini
teknokratlara emanet etmekle genç Türkiye’nin maddi ve manevi
enerjilerini hoyratça kullanmaktaki dozunu daha da artırmakta. Türk
topraklarının bir ruhu varmış, geleneksel bir zinciri bulunurmuş,
bir felsefesi olurmuş…
bunların hiçbirisi teknokratların umurunda değil.
Onlar Türkiye’yi bir şantiye,
bir tesis, bir pazar yeri gibi görmekten öte bir bakış açısına geçmemiş
durumdalar.
On yıllar boyunca halkına
aldırışsız bir liderler silsilesinden
geçti Türkiye. İnsanını iki cendere arasında yaşatmaktan
büyük zevk aldı, bu bürokrasi. Batıcı bürokrasi. Modern bürokrasi. Kâğıt
bürokrasisi. Ve sonra
teknokrat bürokrasisi. Ne derseniz deyin, hepsi aynı düzenin, akışın silsilesi.
Şimdi ne değişti?
Hiçbir şey.
Halk, hâlâ sömürülüyor ama bu kez daha ince bir üslupla iş kılıfına uydurularak.
Batıcılık, Türk bürokrasinin her türlü şeklini kullandı. Önce jakobenleri, sonra
sağcıları, sonra İslamcıları. Türk bürokratları da
açıkçası Batıcılığın
zamanın ruhuna göre beliren biçimlerine girmekten çekinmediler, bundan geri
durmadılar. Batı çünkü zehirli balını, bu, durmadan kılık değiştiren
formlar, tarzlar diyebileceğimiz akışkanlıklar üzerinden akıttı. Modernlik,
Batıcılık vaadiyle gelmeyen hiçbir bürokrasi, lider başa
geçemedi.
Açıkçası insanımız, iliklerine kadar hem maddi hem de manevi enerjisiyle sömürüldü. Kandırıldı.
Muhalefetle iktidara geçen muhalefetleri bile düşünün Batı bürokratları belirlemişler.
Sadece bize oynamışlar,
derinlerde değişmeyen
bir durumun yüzeyde değişen görünümleriyle. Arka planda hiçbir
farklılık yok. Yani her iktidar değişiminde kullanılan halk, bir kez daha
muhalefet oyunuyla yine bir kata kulleye getirilmiş oldu.
Bugün İslamcı bir hükümet döneminde yaşıyoruz. Bugün dolar 19 lira. Yani
aslında Batı’ya çalışıyoruz.
İki
yüz yıldır topraklarımızda canhıraş
biçimde emek veriyoruz,
emeklerimizin karşılığını da Batı kapitalizmine
yediriyoruz. Borçlanıyoruz Batı’ya faiz ödüyoruz. Borçlanmasak da dolar
üzerinden yine aynı faizi ödemek zorunda bırakılıyoruz.
Türkiye’de hakikaten
neler oldu, neler oluyor? Bunu on veya yirmi yıllık aralıklarla bir şekilde
yayımlanan gizli belgelerden,
itiraflardan öğreniyoruz.
Çünkü bu belgelerin ifşasıyla
da yeni bir oyun, dalavere kuruluyor. İyi
ve güzel zannettiğimiz
şeylerden
dolayı dolandırıldığımızı görüyoruz. Böylece geleceğimizi,
umuda dair diri hislerimizi öldürüyoruz. Güven duygumuz,
hayata olan saygımız azalıyor. İnsanımız bunu hak etmiyor. Bugün Türk siyasetinde hükümetlere karşı güven epey azalmış durumda. Siyasetin arkasındaki
karanlık, insanımızdaki politik canlılığı
çoktan kötürüm etti. Ben, artık oy kullanmıyorum. Politik tartışmalara
ve atışmalara kulak bile vermiyorum. Benim
insani bir cevherim var. Bunu onlara harcatmak, yedirmek istemiyorum. Hayatımın
tek bir saniyesini bile bir politikacıya harcamayı kendime zül sayarım.
Ve bir gün tarihe
bakınca, bürokrasimiz yaptıklarından utanacaktır. Genç Türkiye’nin gücünü,
sinerjisini nasıl hovardaca kullandığını görünce pişmanlık duyacaktır. Çünkü millette her enerjikliğin
bir sırası, demi, tarihsel bir
önemi vardır. Aynı enerjiler, şevkler zamanında
verimli kullanılmadığı
için biter. Sonrasında aransa
da bulunmaz bir cevhere dönüşür. Partiler, milletin kendilerine dönük tarafını çoktan
bitirdiler. Sönümlediler. Partiler, milletin dışına düştüler. Oradan gazel
okuyorlar.
Bu partiler sayesinde
gelecek olan hiçbir ideali, geleceği ve çağı
paylaşmıyorum. Bunu insan olduğum
için, insanlığım
adına yapıyorum.
Son tahlilde, bugün
Türkiye’de, siyasetin evreninde göz kamaştıracak
bir yıldız yok. Orası
boş, bomboş.
Yazık.
Y. Türk