Ey yalnız eren. Kimsesizlerin piri.
Aile değil mi bir toplumun en küçük yaşam birimi?
Ama biz yalnızlarınız. Bizim de ailemiz: Erenlerimiz, pirlerimiz, seslenince
gelen meleklerimiz.
Bize, biz düştü. Yunus, sen, Tabduk, Hallac düştü. Gönlüme gönlünden,
meşrebime meşrebinden, ahengime kalıbından düştü.
Dışarıdan bakan der ki bize: ‘Bunların
ayrılmaları ve kavuşmaları yok hiç kimseye.’ Onlara göre yalnızlık, felç olmuş
bir bilgidir, neredeyse. Oysa güçlü gök hayvanlarının kanatları gibi hülyamız var,
uçmaktadır, o ulu kimseye.
Ocağımızda ulu ariflerin kıymetiyle su
gibi akarız. Ebu Zer, sen ve biz; amentü’de
bir meşrebiz.
Etle, kemikle benlik türbesinde taşlarız. Zamanla
el ele gideriz. Vaktin sözü, aşıkların özü gibi doğru olur, biliriz.
Tabiatta kendini sergilemeye bir vakit, bir neden
bulamamış çiçekler benzeriyiz.
Kalbini düşünüyorum da şimdi. Neler olup bittiğini senin de tam bilmediğin
o uhrevi kabini. Bazen senin de yüreğin göğüsten ayrılıyor uzaklaşıyor muydu,
nurdan birileri onu ayaklarına geçirip gitmiş gibi. Melek ayakkabısı benzeri.
Çağımızda yalnızlık mavzer gibi patlıyor. Şeytan eksik kalan
planını burada tamamlıyor. Yalnızların içine girdiği alana mayın döşeniyor.
Oysa Rab’bim kimsesizlere nasibini, ihtarını uykuda dağıtıyor. Bu
da bir bilgidir, kalbi Malazgirt Zaferi boyutunda sessizce atıyor.
Ve her güzel yalnızlığın taş plağında iğne olarak bir eren
geziyor.
Y.T.