21 Ağustos 2020 Cuma

KURULUŞ Eylül- Ekim 2020 YIL 7 - SAYI 41  

 




Bir şiirimde demiştim. ‘ Fıtratım sabun koksun dilerim.’

Yani aslında arı duru ve fazlalıklarını atmış bir ruh üzerinde kalmak istemiştim.

Her şair,  söz bahsinde bir hayat artıcısıdır. Şiir de şair gibi tarihin, geleneğin, yaşamın eskilerini atar; ortaya tertemiz bir öz çıkarır.

Şairlik fazlalaştırma değil, eksiltmedir. Günlük ritüellerin ve alışkanlıkların arasında örtülmüş, kaybolmuş saflığı aralamaktır.  

Örneğin Yahya Kemal şiiri, hep bir kültür şiiri olarak değerlendirilmiştir. Bilirsiniz kültür bir birikimdir.  Oysa her şair; bir arıtıcı, eksiltici, kazıyıcı, fazlalıkları atıcıdır. Osmanlı, Yahya Kemal şiirinde en saf haliyle, ruhuyla kalır. Eğer Yahya kemal olmasaydı, bir arıtıcıdan mahrum kalacaktı, tarih. Ortamda bir yığın malzeme tarihin ruhu sanılacaktı. 

Akif’in ortamda birikmiş molozları nasıl attığını saf bir epik hal bıraktığını biliyoruz. Orhan Veli’ye şairaneliğe karşı dedirten şey, temizlik isteğiydi. Ama o sırf ortalık temiz görünsün diye değerli şeyleri de attı. İkinci Yeni, kendinden önce birikmiş fazlalıkları ayıkladı, boş kalmış yerlere de et ve kemik gibi vücut ekledi. 


Y.Türk

27 Temmuz 2020 Pazartesi

&


‘Kapitalizm, şeytanın sağ yanından, sosyalizm de sol yanından yanaşan bir sistemdir. Çok yüzlü şeytanın sağ yüzünü kapitalizm, sol yüzünü de sosyalizm meydana koyuyor.’ diyor Sezai Karakoç.

Aslında kapitalizm ve sosyalizm, şeytandan ziyade önce başka bir uygarlığın ekonomik yaşam tarzıdır.  Ve dünyada iki hâkim medeniyet anlayışı vardır. Bunlardan biri: Fıtri medeniyet anlayışıdır. İkincisi de: Tabiî uygarlık görüşüdür.

Bizim medeniyetlerimiz daha ilk gününden beri Fıtrattan esinlenerek kendini tazelemiş medeniyetlerdir. Eski Batı uygarlıkları da dahil olmak üzere modernizm de tabiî ekolden beslenmiştir.

Kapitalizm, tabiî uygarlığın bir safhasıdır. Sosyalizm de kapitalizmin olumsuzluklarına karşı yine tabiî ekol içinden çıkmış bir muhaliflik şekliydi. İnsanı da manevi ve dini duygularından da soyutluyordu. İnsana sanki bir fıtratı yokmuş gibi bakıyordu. Bu açıdan soruna da çare olamıyordu. Ve deizmi de ateizmi de hep yanında taşıyordu.

Sosyalizm de kapitalizm de tabiî eksenli dünya görüşleridir. Hatta bu ekolün tinsel tarafına ise -aslında tinselliğin ruhla ilgisi yok maddenin kozmolojisi demektir tinsellik- Spinoza gibi düşünürlerin yeniden formüle ettiği mistisizmi üçüncü ayak olarak ekleyebiliriz.

B. Spinoza tipi mistisizm de, kapitalizm de sosyalizm de Darvinizm de tabiî ekolün başka başka sahalardan boy göstermesidir. 

Y. Türk

25 Temmuz 2020 Cumartesi

FITRATIN SEDASI


Son günlerde dünya genelinde en çok konuşulan şeyler: Ayasofya, Türkiye ve İstanbul.

Ayasofya Camii’nin, İstanbul’un fethinin ve Fatih Sultan Mehmet’in dünya görüşünün tafsilatlı olarak ele alınmaları aslında bir medeniyet tasavvuruna duyulan özlemin ilk ayağı.

Özellikle de Batı uygarlığının havlu attığı zamanlarda bunların dillendirilmesi, tüm insanlık için bir medeniyet imkânı şeklinde değerlendirilebilir.

Özellikle bizim düşünce sistemlerimiz içinde İstanbul düşüncesinin öne çıkması da denebilir buna.

Ayasofya Camii, müze idi. Tatilde idi. Aslında müze olan, tatilde olan bizim dünya görüşümüzdü.

Şimdi Ayasofya canlandı, dünya medeniyet anlayışımızın da üzerindeki tozlar silkelendi, yeni  ve farklı bir çağın ilk ışıkları da yanmaya başladı.

Fatih Sultan Mehmet, Yeni Çağı İstanbul’un fethiyle açmıştı. Aslında o günden beri bir İstanbul medeniyet düşünce ekolü de hayata geçmişti. Endülüs, Abbasî gibi İslam medeniyetleri İstanbul düşüncesi içinde harmanlanmıştı.

Cemil Meriç, Avrupa uygarlığını doğuran fikrin Hind’in arkaik metinler olduğunu söylemişti. Bir bakıma doğru. İslam düşüncesi haricinde kalan bu doğacı mistik metinler Avrupa’nın tabiî görüşüne can vermişti. Çünkü ikisi de tabiî görüş içinde doğup gelişti.

Bizim için Hint, İmâm- ı Rabbânî’lerle okunur. Hindistan’ın tasavvuf kanadıdır. Ve İstanbul düşüncesine dahildir.  Tabiî düşüncenin değil Fıtrat medeniyetinin bir koludur. Bizi tekrar küllerinden doğuracak şey de ise burasıdır: Fıtrî dairedir.

Ayasofya Camii’nin açılışı düşüncede ta bu bilince kadar gider.

Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’yı harap halde bulmuş; onarmış ve ihya etmişti. Biz de millet olarak dünyayı bu halde bulduk; insanlığı onaracak; onlara adalet, güven, huzur ve mutluluk verecek fikrimiz ve deneyimimiz var demiş olduk, Ayasofya’da okunan ezanla.

Bu bakımdan, Ayasofya Camii’nin minarelerinde verilen seda Davut’un da sedasıdır, Musa’nın da, İsa’nın da.


Y. Türk



24 Temmuz 2020 Cuma

Asım Gültekin Ağabey



Asım Gültekin Ağabeyimiz vefat etmiş. Mekânı cennet olsun. Onun genç yaşta terk-i dünya eylemesi, bizi çok üzdü.

Edebiyat veya fikir dünyasına şöyle böyle adım atmış birçok gencin abisiydi. Fethi Gemuhluoğlu benzeri bir ilişki ağı kurmuştu yeni nesil yazarlarla. Ben de İstanbul’a ilk geldiğim aylarda tanışmıştım Asım Gültekin ile.  Asım Gültekin, Zafer Acar, Aykut Nasip kelebek ve ben bir ara sık görüşürdük. Üsküdar’ın Çınaraltı Kahvesi, bizi bir araya getirirdi. Şimdi, bir zamanların edebiyat muhiti, İsmet Özel veya Nurettin Durman gibi birçok şairin vazgeçilmez uğrağı o kahve de yok.

Etimoloji sahasında düşündü, yazdı Asım Gültekin daha çok. Kelimelerin hayatlarını inceledi. Karar gazetesinde epeyce yazdı bu hususta ve ben de takip ettim metinlerini. En son dünya gözüyle gördüğüm yer ise sanırım bir buçuk ya da iki yıl önce Üsküdar Yedi Hilal Derneği’ydi.

Bana ‘bir ihtiyacın bir derdin olduğu zamanlar söyle, çekinme’ demişti. Sağ olsun şahsının böyle bonkör tarafı da vardı.

Sezai Karakoç’un Diriliş fikrinin en has adamlarından biriydi. Diriliş kitaplarını kütüphane, park fark etmez; sokakta bazen bir metro çıkışında bazen bir sahil çayhanesinde üniversiteli gençlerle okumayı, tahlil etmeyi severdi. Yanında hep bir Sezai Karakoç kitabı taşırdı. Cahit Zarifoğlu’nu da iyi bilenlerden biriydi.

Geride hoş bir seda bıraktı. Onu özleyeceğiz. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.

Yeprem Türk

14 Temmuz 2020 Salı

Ayasofya Camii’nde ezan: Fıtrî kubbedeki çağrı




Türkiye, Fıtrî kubbeyi temsil eder.

Âdem Peygamberden beri gelen Fıtrî hayat tarzı, Haniflik de dahil olmak üzere ezelî hikmet adı altında İslam’da son kez dile gelmiştir.

Osmanlı bu medeniyet dairesine nefes vermişti.

Fıtrat da daim kollanmazsa, arınmazsa bozulur ve çürür. İnsan, önce kendisini sonra değerlerini, sonra da mabetlerini kaybeder.

Nitekim Ayasofya Camii de bu yozlaşma sonunda kapatılır, iptal edilir, müzeye dönüştürülür. 
*
Ayasofya bana hep Habeş’in ilk önce Hanif sonra Müslüman olan Necaşî’sini hatırlatır. Ve fıtrat merkezli âleme, medeniyete dahildir.
*
Kapatılan bu camimizi tekrar ibadete açtık.
Ama ne diyetler verdik.

Yeni devletimiz kurulalı yüzyıl geçmiş. Milletimiz, aydınımız, şairlerimiz, mühendislerimiz ne çileler çekmiş.

Yeni bir yol bulma arayışları, tıkanıklığı aşma ve modern çağı tüm yönleriyle keşfetme çabaları geride büyük de zayiat vermiş.

Kurtuluş Savaşı, yenidünya düzeninde var olma uğraşları, sosyolojik çatışmalar, kültür şokları, bizi kemiren ideolojiler… hepsiyle baş edilmek zorunda kalındı.

Aslıda Türkiye, yüzyıllık süreçte ağır şartlar altından geçti. Ne kadar düşmanlık, ne çeşit ihanet, katakulli, darbe varsa neredeyse hepsini gördü. Ve böylece temellerini de daha sağlam atmış oldu.  Ve ‘Ev İyesi’ni hak etti.

Örneğin Yunus, Mevlana, Said Nursî, Mehmet Akif,  Seyit Onbaşı... gök kubbemizi inşa etmeseydi; pozitif ilmin ruhunu çözmeye çalışırken intihar eden Beşir Fuat olmasaydı, hatta bize hayatın farklı bir cephesini görmemizi sağlayan bir Tevfik Fikret şiir tarihimizden geçmeseydi,  Necip Fazıl ve Sezai Karakoç ile inancımız huruç etmeseydi; Fuat Sezgin gibi bir ilim adamına sahip olmasaydık… Ayasofya ibadete açılamazdı.

Ayasofya’nın ibadete açılması, nesilden nesile seksen yıldır birike birike gelmiş bir ilmin, sanatın, şiirin, siyasetin, mefkurenin adıydı. Mefkure kelimesi, çokça eleştirdiğimiz Ziya Gökalp’e ait bir kavramdır. Yani kendi içinde zıtlıkları olan belki de olması gereken bir kozmopolitlikten buraya geldik.

Edip Cansever’in Haziran’ını da; Sezai Karakoç’un Diriliş’ini de yaşadık. Ümitsizliği de görsek umuda bel bağladık. 15 Temmuz Destanı ve Ayasofya’da ezanın okunması milletimizin Diriliş tercihini gösterir.

Hani bir zamanlar çokça dillendirilen bir durum vardı: Din yorgunluğu. Ayasofya Camii’ne kavuşunca bu yorgunluk geçti.

Ama bir şey daha var: Milletler yükseldikçe bir çürüme içine de girme tehlikesi yaşar.

Diriliş ve Kuruluş aşamasındaki safiyeti, samimiyeti, çevikliği, çalışkanlığı, teyakkuz halini, dayanıklılığı, fedakârlığı, berraklığı, şairaneliği, konforsuzluğu, sadeliği korumak ve zafer sarhoşluğuna engel çekmeyi bilmek, ‘ Ben atmadım Allah attı’ ilkesini yürekten korumak gerek.


Yeprem Türk

yaratılış seyranı


Aristo, sanatı taklit olarak (mimesis) tanımlamış. Ama bu taklit,  yaratılanın taklididir. Bu sanat anlayışı, tabiî görüşün bir yansımasıdır. Ve tabiî zihniyetin harman olduğu eski Grek anlayışı içinde dile gelmiştir.

 Sezai Karakoç ‘Sanatı eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil.’ der. Fıtrî medeniyetin sanat anlayışına vurgu yapar.  

Bence sanat eseri ne yaratılanın taklididir ne yaratışın. Sanat eseri, hep bir yaratılışın yansımasıdır. Sanatçı sanatını; kendisinin ve başka varlıkların yaratılışına katılarak var eder. Her hakiki şiir, yaratılışın anlık ya da uzun bir süre içinde oluşan serüvenidir. Yaratılmanın hakikatine zekâ dikkati ve kalbiyle şahitlik eder. Yunus ‘ Her daim yenileniriz, bizden kim usanası’ derken, yenilemeyi yani yaratmayı değil yenilenmeyi, yaratılmayı kast eder. Yani sanat, yaratılış seyranından kalan kesitlerdir. Leyla ile Mecnun da, Ferhat ile Şiirin de yaratılışa katılmadır. Sanatçının iradesi,  değişik cephelerden yani hayretten, aşktan, merhametten kün içinde ilerleyen kün servünine meraktır, şahitliktir. Ve bu tip bir sanat, fıtrî kubbe ve anlayış sanatıdır.

Yeprem Türk

TAKVİM



Yeni yüzyıla geçeli yirmi sene olmuş. 2000’lere girerken yeni asrın adını milenyum çağı koymuştuk. Onu yeni bir başlangıç olarak kodlamıştı, insanlar. Eğlencelerin de en çok yapıldığı gece 2000’lere girilen ilk geceydi. İnsanlara refah, haz, eğlence ve reklam tadında bir yaşam vaaz etmişti. Işıltılı bir küreye ya da İrem bağlarına girilir gibi girildi 2000’lere. Ama 2000’i az geçe o küre tuzla buz oldu, dağıldı.  Ütopya, distopyaya dönüştü. 

İşgaller, emperyalist hedefler büyütüldü. Ülkeler yıkıldı. Görülmemiş sayıda insan evsiz, yurtsuz bırakıldı. Çocuklar en çok bu aralıkta öldürüldü. Avrupalı devletler ve Amerika, Afrika’da ve İslam topraklarında kasaba dönüştü. Tabiat delik deşik edildi. Eğlencede, heveste ve konforda sınırlar zorlandı. Bu zaman aralığında, Fransa’da bir parti başkanı halka Fransa’yı seks cennetine dönüştürme vaadiyle oy istemişti. Haz ve eğlence çağına pornografik bir boyut katmıştı. En son da bir virüs salgını ile bu gidiş zedelendi. Eğlenti yerleri boşaldı. Barlar ve diskolar ıssızlaştı. Azgınlığın ışıltılı mekânları kötü kokulu viranelere dönüştü.

1900’lerden beri miladi takvime göre yaşayan bizler için aslında değişen bir şey olmadı. Miladi takvim, bizde, önce zaman ve tarih duygusunu zedeledi. Takvimimizin başlangıcı değişince, tarihin çıkış çizgisi de değişti. İçinde yol adlığımız zaman miladi takvimin sahipleri adına konuştu daha çok.

Takvim deyip geçmeyin. Duvarlarınızda asılı takvimin türü belirler içinizden ve dışınızdan akan vakti. Miladi takvim sizin cevelan ettiğiniz zaman değil, kiraladığınız başka zamandır.

John LUKACS, Modern Çağın Sonu adlı eserinde bakın ne diyor:  merkez olma durumumuz yalnızca mekân üzerinde değil zaman bakımından da geçerlidir. Haz. İsa’nın yeryüzüne gelişi kâinatın merkezî olayıdır; bütün kâinattaki en büyük en önemli, olay burada,  yeryüzünde meydana geldi.

Size hâkim olan takvim, sizin kişiliğinizi de etkiler. Miladi takvim, Hristiyan dininin takvimidir. Modern Çağ’ın başlangıcında bu takvimi aldık. Sonra kültürünü aldık. Sonra onların hayata, paraya, insana bakış açılarını. Şiirde ve söylemde Tanrı’yı insanlaştırma biçimlerini ve daha nice şeyi.
Miladi takvim bizim için emanet bir zamandır. Bizim her bakımımdan başlangıcımız Peygamber- i Ekber’dedir. Hicret’tedir. Miladi takvim İbnül Vakt olmamızı sarsan bir şey.

Hicrî takvim aynı zamanda bizim varoluş ritmimizdir. Bünyemiz onunla beslenmiş, vücut bulmuştur. Bu bünyeyi başka bir zamanla sarmalamak, bünyeyi vitaminini edindiği topraktan koparmak demektir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün temelinde bu İbnül Vakt  krizi vardır.

Yeprem Türk