14 Temmuz 2020 Salı

Ayasofya Camii’nde ezan: Fıtrî kubbedeki çağrı




Türkiye, Fıtrî kubbeyi temsil eder.

Âdem Peygamberden beri gelen Fıtrî hayat tarzı, Haniflik de dahil olmak üzere ezelî hikmet adı altında İslam’da son kez dile gelmiştir.

Osmanlı bu medeniyet dairesine nefes vermişti.

Fıtrat da daim kollanmazsa, arınmazsa bozulur ve çürür. İnsan, önce kendisini sonra değerlerini, sonra da mabetlerini kaybeder.

Nitekim Ayasofya Camii de bu yozlaşma sonunda kapatılır, iptal edilir, müzeye dönüştürülür. 
*
Ayasofya bana hep Habeş’in ilk önce Hanif sonra Müslüman olan Necaşî’sini hatırlatır. Ve fıtrat merkezli âleme, medeniyete dahildir.
*
Kapatılan bu camimizi tekrar ibadete açtık.
Ama ne diyetler verdik.

Yeni devletimiz kurulalı yüzyıl geçmiş. Milletimiz, aydınımız, şairlerimiz, mühendislerimiz ne çileler çekmiş.

Yeni bir yol bulma arayışları, tıkanıklığı aşma ve modern çağı tüm yönleriyle keşfetme çabaları geride büyük de zayiat vermiş.

Kurtuluş Savaşı, yenidünya düzeninde var olma uğraşları, sosyolojik çatışmalar, kültür şokları, bizi kemiren ideolojiler… hepsiyle baş edilmek zorunda kalındı.

Aslıda Türkiye, yüzyıllık süreçte ağır şartlar altından geçti. Ne kadar düşmanlık, ne çeşit ihanet, katakulli, darbe varsa neredeyse hepsini gördü. Ve böylece temellerini de daha sağlam atmış oldu.  Ve ‘Ev İyesi’ni hak etti.

Örneğin Yunus, Mevlana, Said Nursî, Mehmet Akif,  Seyit Onbaşı... gök kubbemizi inşa etmeseydi; pozitif ilmin ruhunu çözmeye çalışırken intihar eden Beşir Fuat olmasaydı, hatta bize hayatın farklı bir cephesini görmemizi sağlayan bir Tevfik Fikret şiir tarihimizden geçmeseydi,  Necip Fazıl ve Sezai Karakoç ile inancımız huruç etmeseydi; Fuat Sezgin gibi bir ilim adamına sahip olmasaydık… Ayasofya ibadete açılamazdı.

Ayasofya’nın ibadete açılması, nesilden nesile seksen yıldır birike birike gelmiş bir ilmin, sanatın, şiirin, siyasetin, mefkurenin adıydı. Mefkure kelimesi, çokça eleştirdiğimiz Ziya Gökalp’e ait bir kavramdır. Yani kendi içinde zıtlıkları olan belki de olması gereken bir kozmopolitlikten buraya geldik.

Edip Cansever’in Haziran’ını da; Sezai Karakoç’un Diriliş’ini de yaşadık. Ümitsizliği de görsek umuda bel bağladık. 15 Temmuz Destanı ve Ayasofya’da ezanın okunması milletimizin Diriliş tercihini gösterir.

Hani bir zamanlar çokça dillendirilen bir durum vardı: Din yorgunluğu. Ayasofya Camii’ne kavuşunca bu yorgunluk geçti.

Ama bir şey daha var: Milletler yükseldikçe bir çürüme içine de girme tehlikesi yaşar.

Diriliş ve Kuruluş aşamasındaki safiyeti, samimiyeti, çevikliği, çalışkanlığı, teyakkuz halini, dayanıklılığı, fedakârlığı, berraklığı, şairaneliği, konforsuzluğu, sadeliği korumak ve zafer sarhoşluğuna engel çekmeyi bilmek, ‘ Ben atmadım Allah attı’ ilkesini yürekten korumak gerek.


Yeprem Türk

yaratılış seyranı


Aristo, sanatı taklit olarak (mimesis) tanımlamış. Ama bu taklit,  yaratılanın taklididir. Bu sanat anlayışı, tabiî görüşün bir yansımasıdır. Ve tabiî zihniyetin harman olduğu eski Grek anlayışı içinde dile gelmiştir.

 Sezai Karakoç ‘Sanatı eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil.’ der. Fıtrî medeniyetin sanat anlayışına vurgu yapar.  

Bence sanat eseri ne yaratılanın taklididir ne yaratışın. Sanat eseri, hep bir yaratılışın yansımasıdır. Sanatçı sanatını; kendisinin ve başka varlıkların yaratılışına katılarak var eder. Her hakiki şiir, yaratılışın anlık ya da uzun bir süre içinde oluşan serüvenidir. Yaratılmanın hakikatine zekâ dikkati ve kalbiyle şahitlik eder. Yunus ‘ Her daim yenileniriz, bizden kim usanası’ derken, yenilemeyi yani yaratmayı değil yenilenmeyi, yaratılmayı kast eder. Yani sanat, yaratılış seyranından kalan kesitlerdir. Leyla ile Mecnun da, Ferhat ile Şiirin de yaratılışa katılmadır. Sanatçının iradesi,  değişik cephelerden yani hayretten, aşktan, merhametten kün içinde ilerleyen kün servünine meraktır, şahitliktir. Ve bu tip bir sanat, fıtrî kubbe ve anlayış sanatıdır.

Yeprem Türk

TAKVİM



Yeni yüzyıla geçeli yirmi sene olmuş. 2000’lere girerken yeni asrın adını milenyum çağı koymuştuk. Onu yeni bir başlangıç olarak kodlamıştı, insanlar. Eğlencelerin de en çok yapıldığı gece 2000’lere girilen ilk geceydi. İnsanlara refah, haz, eğlence ve reklam tadında bir yaşam vaaz etmişti. Işıltılı bir küreye ya da İrem bağlarına girilir gibi girildi 2000’lere. Ama 2000’i az geçe o küre tuzla buz oldu, dağıldı.  Ütopya, distopyaya dönüştü. 

İşgaller, emperyalist hedefler büyütüldü. Ülkeler yıkıldı. Görülmemiş sayıda insan evsiz, yurtsuz bırakıldı. Çocuklar en çok bu aralıkta öldürüldü. Avrupalı devletler ve Amerika, Afrika’da ve İslam topraklarında kasaba dönüştü. Tabiat delik deşik edildi. Eğlencede, heveste ve konforda sınırlar zorlandı. Bu zaman aralığında, Fransa’da bir parti başkanı halka Fransa’yı seks cennetine dönüştürme vaadiyle oy istemişti. Haz ve eğlence çağına pornografik bir boyut katmıştı. En son da bir virüs salgını ile bu gidiş zedelendi. Eğlenti yerleri boşaldı. Barlar ve diskolar ıssızlaştı. Azgınlığın ışıltılı mekânları kötü kokulu viranelere dönüştü.

1900’lerden beri miladi takvime göre yaşayan bizler için aslında değişen bir şey olmadı. Miladi takvim, bizde, önce zaman ve tarih duygusunu zedeledi. Takvimimizin başlangıcı değişince, tarihin çıkış çizgisi de değişti. İçinde yol adlığımız zaman miladi takvimin sahipleri adına konuştu daha çok.

Takvim deyip geçmeyin. Duvarlarınızda asılı takvimin türü belirler içinizden ve dışınızdan akan vakti. Miladi takvim sizin cevelan ettiğiniz zaman değil, kiraladığınız başka zamandır.

John LUKACS, Modern Çağın Sonu adlı eserinde bakın ne diyor:  merkez olma durumumuz yalnızca mekân üzerinde değil zaman bakımından da geçerlidir. Haz. İsa’nın yeryüzüne gelişi kâinatın merkezî olayıdır; bütün kâinattaki en büyük en önemli, olay burada,  yeryüzünde meydana geldi.

Size hâkim olan takvim, sizin kişiliğinizi de etkiler. Miladi takvim, Hristiyan dininin takvimidir. Modern Çağ’ın başlangıcında bu takvimi aldık. Sonra kültürünü aldık. Sonra onların hayata, paraya, insana bakış açılarını. Şiirde ve söylemde Tanrı’yı insanlaştırma biçimlerini ve daha nice şeyi.
Miladi takvim bizim için emanet bir zamandır. Bizim her bakımımdan başlangıcımız Peygamber- i Ekber’dedir. Hicret’tedir. Miladi takvim İbnül Vakt olmamızı sarsan bir şey.

Hicrî takvim aynı zamanda bizim varoluş ritmimizdir. Bünyemiz onunla beslenmiş, vücut bulmuştur. Bu bünyeyi başka bir zamanla sarmalamak, bünyeyi vitaminini edindiği topraktan koparmak demektir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün temelinde bu İbnül Vakt  krizi vardır.

Yeprem Türk

ŞİİR VERSUS


ŞİİR VERSUS. Say: 1. Haziran- Temmuz 2020

Şiir Versus, İtibar dergisinde ve ona yakın çevrelerde yetişenlerin çıkardığı bir dergi. Anlayış olarak üç köşesi vardır. Birincisi: İsmet Özel ve Ezra Pound. İkincisi: Popülizm ve neo-epik şiir. Üçüncüsü de:  Heyecan ve sertlik oluşturma gayreti.

Şiirlerini okudum derginin, şiirler biçimcilik ile Neo-epik şiir arasında sarkıp duruyor. Neo-epik şiir dememek için de onun yerine Metin Eloğlu’nu yerleştirmişler. Yıllık için bir şiir seçtim. Onu da örnek olarak göstermek için yaptım.

İlk sayfalarda Marjorıe  Perlof ile söyleşi yapılmış. Özü ise şu ‘ Somut şiir aslında reklam gibi görünen küçük bir şeyi alıp onu çok sıkı ve anlamlı bir şeye dönüştürebilir.’ …‘Esas amaç klişeden kaçınmaktır, kendini bu denli ciddiye almak değil.’ (M. Perlof) Bu düşünceler Fayrap, Heves ve Hece gibi Türk dergilerinde on yıl öncesinden tüketilmiş şeylerdir.

Metin Eloğlu, bu aralar bu çevreler tarafından öne çıkarılıyor. Bir zamanlarda aynı şey Ergin Günce için yapılmıştı. Metin Eloğlu’nun şiir dili biraz Ece Ayhan’a benzer. Türkçede onlarca patikadan biridir. Ana yol Yahya Kemal’indir Türkçede, Sezai Karakoç’undur. Bu, İstanbul Türkçesi’dir. İslam Türkçesidir. Bilge Türkçe diyelim de daha iyi anlaşılsın. Yunus Türkçesi yani. Geyikli Baba Türkçesi. Emirsultan Türkçesi.

Türkçeyi asli damarda Metin Eloğlu’nun temsil ettiğini düşünün. Türkçe için düşkünlük olmaz mı bu?

Hüseyin Etil ile İsmet Özel hakkında bir söyleyişi yapılmış. Etil, İsmet Özel uzmanıdır, sanırsam.

Oradan bir görüşü alıp tartışmak isterim. Ben, İsmet Özel’in şiirlerinde neden mekan ön plana çıkmıyor sorusuna Hüseyin Etil gibi cevap vermezdim. Derdim ki: Özel’de gerçekten mekan algısı yoktur. Mekan algısı olmadığı gibi bu mekanda neşet eden kişilikler de yoktur. İstanbul yoktur, Şam yoktur, Kudüs yoktur. Aynı zaman da Hallac da yoktur. Mevlana da, Akşemseddin de, Bişr- i Hafî de. Neden yoktur? İsmet Özel’in ta başlangıçta edindiği Komünizm görüşünün bir özelliğidir bu aynı zamanda. Tarihi, mekanı, tarihî kişileri vardığı toprak üzerinde silkerek işe başlar, Narodnik Hareket. Almanlara, en köklü saraylarını yıktıran şeydir bu aynı zamanda. Altında başka bir keramet aramamak lazım.

İsmet Özel, doğu ve batı şeklindeki iki yakanın adamıdır. Ancak Batı müktesebatına daha hâkimdir. Doğu’nun şairi Sezai Karakoç’tur. Özel’in şiirinde Mevlânâ geçmez, Şems yer almaz. Ama Henry ve Waldo özel bir yer edinir. Ve onun bu durumu, kendisinden etkilenen genç şairleri farklı yerlere sürükler. Örneğin Fayrap, ilk etapta İsmet Özel çizgisinde çıkış yapan bir dergidir. Mevlânâ orada bir alay ve sövgü içinde anlatılır: ‘Gecekondu’ya bakarsak Konya Allahsız Mevlana ibne’ (Eren Safi). Ve diğer yandan Hakan Şarkdemir, İsmet Özel şiir dünyasının devamını getiren bir şairdir. Ve Şarkdemir’in şiirlerine bir bakın Müslüman atalardan çok Batılı kahramanlar vardır:

‘Bağladık kürekleri
Deriden kirişlere
Diktik direkleri de
Zephry’in nefesiyle
Şişirdik yelkenleri

Truva’da yitirdik
O binlerce yiğidi
Okeanosa vardık
Kimmerlerin eline
                             Hakan Şarkdemir


Ayrıca bir de şu soruyu soralım. İtibar, Muhit çevresinde neşet eden şiirlerde neden İslam kişiliklerini ve kültürünü içine alabilecek büyük şiirler yazılmıyor? Bunun sebebi, zihinlerinin İsmet Özel tarafından esir alınmasıdır. İsmet Özel, kendinden etkilenenleri bu anlamda hanif gibi bir şey yaptı. İslam kültürünün, birikiminin hanifleri gibiler, ondan etkilenenler. Bunun sebebi de büyük oranda yüzyılın başında gelen kültür değişimidir.

Ömer Lekesiz, 9 Haziran 2020 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde Şiir Versus’u sadece ismiyle bile olsa yazdı, eleştirdi: ‘Buna göre şimdi şunu sormam gerekir: Bunlardan (Sebilürreşad’ı Büyük Doğu’yu, Diriliş’i vs. kast ederek) hangisi kimliğini ve suretini Batılı bir kelimeyle izah etmeye tenezzül etmiştir ki, şimdi Şiir Versus tenezzül etsin? Demişti.

Şiir Versus, Ömer Lekesiz’in deyişiyle bizim çocukların bir tabiri değil.

Bu ismin düşünülmüş bir şey olmaktan ziyade bir yerden alındığını düşünüyorum. İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu’nda son metnin başlığı şöyle: Kendini Tasarlamak Versus. Yani bir nevi bir İsmet Özel konforu.


Yeprem Türk

Haziran mı Diriliş mi?


Fikir olarak İsmet Özel’in etkisi altındaki dergiler bu aralar ilginç ve yersiz konuşuyorlar. İlk örneği Şiir Versus’tan, Hüseyin Etil ile yapılan bir söyleşiden vereceğim. Etil diyor ki : ‘Sembolik ifadesini Edip Cansever ile İsmet Özel arasında bulan  ‘haziran’ ile ‘partizan’ arasındaki kopuş, zannımca yirmi birinci yüzyılı deneyimleyen bizim kuşakların yol ayrımlarını belirleyecek.’ Etil, Türkiye’yi haziran ile partizan arasında bir tercih noktasında görmüş.

Türkiye, tercihini 15 Temmuz Direnişi’nde Diriliş’ten yana kullandı. 15 Temmuz Direnişi’nden bu yana İstanbul’un ve Anadolu’nun her meydanında afişlerle Diriliş’e atıflar yapıldı. Sezai Karakoç dizeleri sokakları gezdi. Ortalıkta ne haziran ne partizan vardı.

Yine Etil der ki ‘Hayatlarımız büyük sarsıntılardan geçiyor ve bu sarsıntılara Orhan Veli’nin ve Sezai Karakoç’un diyeceği bir şey yok.’

Bunlar; oldukça talihsiz, tahlilsiz cümleler. Önce şunu söyleyelim, İsmet Özel şiiri, İslam şiiri olabilecek büyüklükte bir şiir değildir. Diyelim ki bu çağdan geleceğe sadece İsmet Özel şiiri kalsa yeni neslin onu İslam şiiri olarak kodlaması zor olacaktır. İçinde ne İslam kültürü var ne de medeniyet birikimi. Şems yok, Mevlana yok, İtrî yok, Bişrî yok, Arabî yok, Selçuklu yok, Osmanlı yok...

Bu yol, bu yüzyılın başında yapılmak istenen kültür değişimi politikasının bir sonucudur. Dili, İslam kültürü ve birikiminden arındırmadır.

Aslında İsmet Özel şiiri İslam kültürü bakımından hanif bir şiirdir. Onun takipçilerinde de vardır, bu haniflik: Fayrap’ta, İtibar’da, Muhit’te, Dergâh’ta…

Yine bu minvalde bir yazıyı de Ali Ayçil kaleme almış. Dergah, 361. Sayıda: Topçu ve Özel gibi isimlerin ‘Türkiye’nin biricikliğine dair yaptıkları dorudan ve dolaylı vurgular, ‘ödev sahamızın muğlaklaşmaması açısından ayrıca önemlidir! (Sezai Karakoç da önemlidir, Fakat Karakoç’ta  yurt değeri, yeni bir medeniyet tasarımı yeni bir medeniyet tasarımıyla hacimlendirilmiş ‘Doğu’nun’ içinde silikleşmiştir.)

Günaydın
Bedir’de Yermûk’ta
Hendek’te Uhut’ta
Birinci Cihan Savaşı’nda
Yemen’de Kafkaslar’da
Can verirken bile
Salâvat getiren
Şehit olurken
Tekbirlerden
Bir cennet kenti yükselten
Dudaklarında

                     Sezai Karakoç, Gündoğmadan, s. 271

İşte Türkiye, yukarıdaki şiirdir. Sezai Karakoç’ta Türkiye derindir. Geçmiş şiirimizde Türkiye’nin ruhu onun şiirinde harmanlanmıştır.

Sezai Karakoç’u dışlayanların kendileri Türkiye dışına düşüyorlar, bunu da fark etmiyorlar bile.

Bu çevrelerin Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u dışlamalarını anlıyorum. İkisi de Türkiye’yi, Büyük Doğu içinde görüyorlar. Ne Dergâh’ın ne Hareket’in ne İtibar’ın ne Muhit’in ne Fayrap’ın Büyük Doğu’yu kaplamış Türkiye’nin birikimini dile getirecek dilleri vardır.

Türk edebiyatın üç büyük yapısı, dağı, ana yolu: Sebilürreşad, Büyük Doğu ve Diriliş’tir. Diğerleri patikalar, çızgılardır.


Yeprem Türk

5 Haziran 2020 Cuma

Kuruluş,Temmuz- Ağustos 2o2o







İçerde, şehirde virüs nedeniyle tam kapalı olmasa da kısılı kaldık. Mekânda sabitlik konusunda kendime güvenim yok. Dağlara, tepelere kaçabilirim. Bu nedenle 
Kuruluş’un Temmuz- Ağustos 2o2o sayısını erken duyurup, yayımlıyoruz.

Bu sayıda, felsefenin şairi Yücel Kayıran'ın şiiri üzerine düşünüldü, yazıldı.

İyi okumalar.



Yücel KAYIRAN

Okuyucunun Yücel Kayıran şiirinde sürekli kendini dışarıda hissettiği nokta da merak uyandırıcıdır. Bir çitin arkasından görünür çünkü Yücel Kayıran şiirindeki her şey. Uzaktır, yalındır, ilgi çekicidir. İzlemekten kendimizi alamayız. Ondaki anlam verebildiğimiz şeyleri de, hemen anlam veremediğimiz şeyleri de. Karl Marks’ın geçtiği bir şiirinde Hz. Muhammed’le de karşılaşırsınız çünkü. Hz. İbrahim’i bir bakmışsınız bugüne taşımıştır; kapı komşunuz veya dostunuzdur o. O şekilde şiirine taşır Yücel Kayıran. Ve her ne kadar bu isimlerin, tarihsel ve sembolik anlamları varsa da, Kayıran şiirinde nasıl geçtiğine, şairin neden ve nasıl o ismi andığına odaklanmak gerekir. Tarihsel anlamının dışında bir anlam yüklemiştir çünkü Yücel Kayıran. O isim bir çıkış noktasıdır. Başka noktalara yönelmeye de vesiledir. Fakat onun asıl söylemek istediği, kendisi üzerinden bugüne dairdir. Bu anlamda Yücel Kayıran şiiri bugünün anlamlandırılma çabasıdır.

( Ömer YALÇINOVA, Kuruluş,  Sayı 40, S. 5)



YÜCEL KAYIRAN ŞİİRİNİN KİŞİSİ

Muhammed’in (S.A.V.) Mehmed’i.
Bir yanında doğa bir yanında fıtrat. Zihni hem Doğu hem Batı: İki kanat. Göğü ilahiyat. Eflatun’dan Hallac’dan, Gazalî’den nasipli bir zanaat.

Üstünde Şems’in homurtusu, daraltısı; bedeninde hem Mayakovski’nin pantolonu hem Cüneyd’in harmaniyesi; solunda akan müzikte Mozart’ın biyolojik tınıları, sağında fıtratın çağıl çağıl köpürerek akan İtrî’nin tekbiri; arkasında durmadan onu paltosundan çekiştiren trajedi, önünde ona gel diye el eden pırıl pırıl ilahî;   bazen etinin kemiğinin serüvenini yaşıyor, çay gibi akıyor; bazen vahdette, ümmette birlik deryasında gürül gürül çağlıyor; an oluyor bir ot kadar fâni, ötesiz görüyor kendisini bazen de huyu sonsuza çekmiş bir âşık kadar dünyaya sığmayan birisi. Gönül çeşmesi bazen damla damla, bazen selli akıyor.

İnkâra yaklaşır gibi oldu, bazen çamlar devirdi. Kirlendi. Bu kir, öyle serin şelâle suları altında sabunlanarak arınacağı bir şey değildi. Bu kiri, ancak ateş temizlerdi; kendini yaka yaka temizledi. Hayatı yanmanın ve sevinmenin; karanlığın ve aydınlanmanın eylem yeriydi.

İktidarın değil kovulmuşların vicdanı. Hem bilge hem celalî. Ama Hallac, Cüneydî gibi, ilahî aşkı söndürenlere karşı celalî. Şunu da ilginç görmeli: Kadıların dinden tart ettiği Hallac ve Sühreverdi’nin çıkış kapısından o, İslâm’a girdi.

Kalbi hep bir savaşta ama sonunda ganimet yok.  Tek derdi: bir ışıma. Bir amentü: Temiz ve berrak bir hava. *
*Yeprem Türk’ün bir şiirinden


(Yeprem TÜRK, Kuruluş,  Sayı 40, S. 17)





Kuruluş 

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Ütopya- Distopya Ya da Babil'in Asma Bahçeleri




İngiliz hukukçu ve siyasetçi Thomas More’un Ütopyası’nı okuduğum yıllarda aklıma   Babil'in Asma Bahçeleri düşmüştü. Hem güzel hem de iyi yer anlamına gelen ama aslında bir yeryüzü cenneti vaadi taşıyan Ütopya kavramı, Babillerin dünyada oluşturmak istedikleri cennet idealiyle neredeyse birebirdi. Modern yaşam, bir ütopya olarak ilhamını oradan almış gibiydi.

Modern insanlar da Babiller gibi dünya nimetlerini şükürsüz ve fütursuzca tükettiler. Haz, hız, doyumsuzluk, konfor derken akabinde bir yozlaşma, hiçleşme, Tanrı’yı yok sayma, kendi kendini helak etme aşamasına geçtiler.  Ki bu kez de kötü ve hastalıklı distopyalarının içine düştüler.  John Stuart Mill ise Distopya eseriyle Babil hikâyesinin ikinci bölümünü anlatır sanki.

Ütopya; her şeyden önce eski Babil halkının hülya ettiği gibidir; Distopya ise sonunda yaşadığı hayal kırıklığıdır, vardığı yerdir.

Ütopya ve Distopya kitapları Rönesans’tan günümüze dek gelen macerayı anlatır da. Babil anlayışını bazı farklılıklarla tekrar ede ede.

Mimarî anlayışları bile neredeyse aynıdır. Babil’de kuleler, Ütopya’da ve Distopya’da gökdelenler bulunur. Ve önceleri ışıl ışıldır bu yapılar sonra yıkık dökük, karanlık, tekin olmayan yerlere dönüşür.

Babil’in halkının birbirleriyle dertleşecek kadar dahi müşterekliğe sahip olmayan yalnızlaşmış, farklı dilleri; Dsitopya’da geçen, çağımızın bir başına bırakılmış ve ötekileştirilmiş insanının hal lisanından başkası değildir. 


Y. Türk