10 Mayıs 2018 Perşembe

&


Devletimiz, milletimiz, değerlerimiz 15 Temmuz Direnişi ile nefes tazeledi. Enerjisini ihya etti. Türkiye, daha önceki yıllarında görmediği özgürlüğü ve bağımsızlığı tattı.

Ancak bu durum, dünyanın çavuş devletlerini ürküttü. Onları Türkiye’nin üzerinde baskı kurmaya zorladı. Ve bu devletler, şimdi, Türkiye ‘nin kapasitesini zayıflatmak için siyasi partilere ilginç bir Doğu- Batı çatışması empoze etmeye başladılar.

Fethi Gemuhluoğlu, yetmişli yıllarda, Dostluk Üzerine adlı kitabında, Türkiye’nin gelecekte bir Doğu- Batı çatışmasına maruz bırakılacağını yazmıştı.

Bugün Türkiye’nin üzerinde böylesi bir tehlike var. Avrupa ve Batı cenahından gelenler CHP ve İYİ Parti’yle ilişkileri sıkı tutup diğer partilerle arasına mesafe koyuyor. Asya ülkelerinden ve Rusya’dan gelenlerse AK Parti ve MHP ile bir ilişki stratejisi geliştirirken diğer partilere uzak duruyor.

Ve bu, Doğu- Batı çatışması şeklinde lanse ediliyor.


Bu tuzak, yukarıdan, politikanın üst kademesinden aşağı doğru, tabana yayılır mı? Bence halkımız buna izin vermemeli. Böyle bir çatışmanın Türkiye’ye- ülkemize, bize vereceği zarar iyi düşünülmeli. 


Yeprem Türk

&


İbni Haldun’a göre ortak bir otoriteye duyulan ihtiyaçtan devlet doğar. Ama ortak bir ilim, ortak bir duygu, ortak bir sanat, ortak bir felsefe, medeniyet neye ihtiyaç duyar? Elbette ortak bir kişiliğe.

Ortak kişilik her toplumun inanışlarına ve fıtratlarına göre farklılıklar gösterir.  Örneğin Batılı topluluklarda ortak kişilik mitler ve ikonlar etrafında ortaya çıkarken, bizim gibi İslam insanlarında ise nebevi kaynaktan sadır olur.

Sonradan ortaya çıkan ideolojiler, fikir ve sanat akımları da bu ortak kişiliğin köksel ayrımlarına göre neşet eder.

Kapitalizim, Marksizim, Faşizim, Materyalizim... aslında mit ve ikonlardan ilham alarak ortak kişilik geliştirenlerin yani Batılıların üretimidir.

Bizimse bu minvalde, ortak kişiliğimizden ve duyuşlarımızdan ortaya çıkmış Anadolu irfanı, tasavvuf gibi değerlerimiz vardır.


Y.Türk


&


Anadolu irfanı, birçok unsuru içinde barındırır. Ancak Anadolu irfanı hangi kişilik üzerinde taşınmıştır, bu önemlidir. 
Aslında Anadolu irfanı da bu kişilikle özdeşleşmiştir, bir olmuştur, onun hayatına, etine kemiğine, hayata bakış şekline bürünmüştür.
Bu irfanın karakterini Mehmed temsil eder. Aslında Mehmedi bir metafiziğin ürünüdür, Anadolu irfanı. 
Ve metafizik, çiftçinin tarlasını ekerek oradan başak, zahire, harman elde etmesi gibidir.

Anadolu irfanı bu anlamda, Mehmetlerin vatan topraklarında ürettiği hasadın adıdır. 
Aynı hasat donmuş, bitmiş, kesilmiş değildir. 
Seneye de aynı hasat elde edilecektir. Ancak bazen sele, fırtınaya kapılabilir. Olsun. 
Yeter ki medeniyet fıtratı-kişiliği kaybolmasın.

Y. Türk

&


Beşeri neyi okursak okuyalım, neyi yazarsak yazalım, üstünde hep bir kişiliğin kalemi vardır.  Bugün bir dağın ismini bile söyleseniz, içimizde bir karakter bir kişilik uyanıyor. Örneğin doğduğum yerdeki ovaların sırtını dayadığı dağ bana hep tabiatın hacı babası imgesiyle görünür. Ve hatırımda öyle kalır. Himalaya, sakallı amca taklidiyle yoga yapan bilge.  Mekke, Medine, Kudüs, Kahramanmaraş, Gaziantep, Urfa, İstanbul aslında  kişilikle ortaya çıkan  tipler, şehirlerdir. Osmanlı, Selçuklu, Türkiye; bunları toplayın nasıl da karşınıza kadim prototip çıkar.

Sadece bunlarla sınır değil elbette kişilik. Kültür, medeniyet, felsefe, teoloji, siyaset hepsi bir kişilikle belirir, onun üstünde taşınır. Hatta ilim, sanat. Matematik, fen, gökbilimi, şiir. Hepsi bir kişilikle doğar, gelişir, değişir, yeni bir bünye kazanır, ilerler. İbni Sina da bu konuda benle aynı düşünür. Her milletin ilim üretiş şeklinin farklı olduğuna dikkat çeker. Ve bu kişilik, milletin ortak kişiliğidir. Bu kişilik, zayıflarsa o kişiliğin bulunduğu yerde ilim de hukuk da sanat da zayıflar. Başka yerdeki gelişkin, yetenekli kişiliğe, yani milletlere kaçar. Mehmet bizim için bütün bu saydığım unsurların temelinde bulunan kişiliktir. 


Yeprem Türk

&


Kurucu nesil ifadesi hem Türkiye hem de İslam dünyası için önemli bir ibaredir. Her dönemin, devletin, medeniyetin, çağın kurucu önderleri vardır. Şiirde, sanatta, siyasette, hukukta, ekonomide.

Her yeni dönem, yeni medeniyet, yeni ufuk; bu kurucu nesillerin çalışmaları sonucu belirmiştir. Bizim ilk kurucu nesillerimiz 900’lü- 1000’li yılların başlarında ortaya çıkmışlardır. İslam dünyasını ayakta tutan öncü akideler, öncü kanunlar, öncü yorumlar ortaya koymuşlardır . Aslında asrın dilini, şifresini İslam’ın mantığıyla tekrar konuşturmuşlardır. Medeniyet olarak tıkanmayı, donmayı önlemişlerdir. Bugün hala o temeller üzerinde yaşattığımız bir devletimiz, hukukumuz, sanatımız, kültürümüz var.

Şimdi bu kurucu önderlerin yaşadığı zamana benzer de bir çağda yaşıyoruz. Aslında Akif’in ve Sezai Karakoç’un ‘Asrın idrakine mi söyletmeliyiz İslam’ı; yoksa asrın idrakini İslam’a mı ?’ türündeki soru veya önermeler bu neviden bir neslin düşünmeleri olan, bir medeniyete ara ara uğrayacak olan çetin ve sıkı fikirlerdir.

Yeprem Türk

3 Mayıs 2018 Perşembe

SÖYLEŞİ

Soran: Z. A.

Yanıtlayan: Yeprem Türk

İlk şiirlerini Yedi İklim’de okuduk. Daha sonra bu dergiyle organik bağ kurdun ve mutfağında bulundun. Bu yakınlığın sana katkılarını sormak isterim.

Yediiklim dergisini sadece bir mekan olarak görmüyorum tabi. Aynı zamanda bir ruh  taşır bir dergi. Gerçi şiirinizi içinize aldığınızda artık o mekan bu mekan fark etmiyor. Her yer aynı oluyor. Ama 15 Temmuz Direnişi ile dergi mekanları ve şiirin toplanma yerleri oldukça değişti. Bazı edebi mahfillerden eser kalmadı. Edebiyat  bu anlamda yeniden dizayn ediyor kendisini.

“Yedi İklim”de yayımladığın ilk şiirlerini hatırlıyorum, fazlasıyla imgeseldi. Sonradan “imge” ile hesaplaştığını gördüm. Metafiziğe imgesiz de ulaşılabileceğini iddia ettin, bu konuda hâlâ iknâ olmuş değilim. Yıllar içerisinde bunu uzun uzun konuştuk. İmgesiz yazabildiğin metafizik bir şiir örneğin var mı? Bizimle paylaşabilir misin?

Metafizik ve imge,  beslendikleri kaynaklara göre farklılıklar taşır.  İbni Rüşt ve Platon’un ortak konuları olarak da aslında bu mesele daha önce konuşulmuştur. Onlara göre varlığın temsilinde üç el vardır. İlk el öz’dür, yani ilk örneği Tanrı yaratmıştır. Ve İkinci el ise Tanrı yaratısından yine Allah’ın izniyle çoğaltılan anlamdır. Yani Yunus’un yaptığıdır. Üçüncü el ise bu çoğaltımın imajı, resmi yani imgesidir. Yani çiftçi buğdayı tarlasında yetiştirir, ikinci el olur, metafizik bir iş yapar. Bu buğdayı  resimleyense imgedir.  Ve varlığı temsil etmedeki yeteneği en geridedir. Ve aşağıdaki şiirimde imge olduğunu düşünmüyorum.  Sadece birkaç ufak kırıntı dışında.

BABA
Seslenirse bir baba
Şehadet parmağı olun huzura kalkın
Diyesi ki: bir elinizle hep hakkı
Diğer elinizle şeytanı bilin
Hileyi bazen öpücük bazen kılıçla
Bir şekilde yerinden sökün
Sulbünüzü ateşin elinden kapın
Başımda görmek istediğim evlatlarımı yarın
Bana cehennem sokaklarından toplatmayın

Adem olun her daim adem
Onun salkımından kopun
Şiirinizde tüm insanoğullarını
Tek bir sanat çevresi yapın
Sahibine saygı uyandıran işi zanaat bilin
Çiftçiye rahmet okutan başaklar ekin
İlim irfan içinde su gibi akıp gidin

Şiiri, tasarlar mısın yoksa ilhama mı bırakırsın? Ya da bunlar ayrılmaz ikili midir sende?

İlham veya tasarlama ikisi birbirine zıt gibi. Ama tasarıyı ilham yaparsa tasarı da bir ilhama dönüşebilir. Aslında bu ikisinin buluştuğu, daha doğrusu el birliği ettiği şeyin adı da nefestir. Nefes şaire ve şiire ikisini de çağırır. Ve Yunus’un biz her daim yenileniriz bizden kim usanası, şeklinde söylediği  hayat anlayışının şiire yerleşmesini sağlar. Her şiir bu sayede, farklı bir iklim ve tatla doğar gelir.

Dört şiir kitabından sonra şiirinin geldiği noktayı Yunusvari “şeffaflık” olarak nitelendirmek isterim. Yalınlığın bir üst noktası. Bu aşırı şeffaflık, şiirinin şair ve eleştirmenler tarafından görülmesine engel oluyor mudur? Yunus da yüzyıllarca bu kaderi yaşadı biliyorsun. Görülmek önemli midir, görünmemek bir Tanrısal yücelik katar mı şaire?

Aslında okuyucularımı kaç adet kitabımın olduğu konusunda yeterlice aydınlattığımı düşünmüyorum.  Şimdilik on bir tane kitabım oldu.  Şiirler: Önemli Olan, M.D., Milletimde Muhammed’in Cemali ve 15 Temmuz’a YAKMA.  Şiir üzerine yazdığım şiir görüşlerim veya poetik kitaplarım: Devlet Şiiri (Medeniyet Şiiri), Faniler Yazınının Alimi Şiir. Fikir Kitaplarım : Mehmetli  Milleti, İnsan Bir Dünya Klasiğidir, Çağımdan Birkaç Mana, 15 Temmuz Direnişi / Vatan ve Hikmet Cengi, Bayrak Risalesi.

Yalınlığı, tohumu toprağa verip oradan başak çıkaran çiftçi kadar seviyorum.  Bu işi basitlikten ayrı tutuyorum. Yukarıdaki anlattığım şekliyle, varlığın anlamını ikinci el olarak anlatmak isteyen biriyim. Yani çiftçi gibi tohum ekip başak çıkarmak istiyorum, metinlerimde. Bu ikinci elin temsilcisi olmaya yanaşmak, yalınlığa talip olmaktır. Tanrısallığa gelirsem: Bir insan ve kul olarak Tanrısallık payesine cüret etmem. Bundan Yaradana sığınırım. Tanrı olan O’dur. Biz kuluz. İki dünyada da böyleyiz.

İstanbul Türkçesi içerisine çok naif bir şekilde yöresel kelimeler yerleştiriyorsun. Bu durumun, eski ile yeni iç içeliği bakımından post-modernlikle bir ilgisi var mı?

Yöresel kelimeler dilin taşrasıdır. Ama  taşra olmazsa merkez de beslenecek kaynağını kaybeder.  Merkez çürüdükçe taşra merkeze güç takviyesi yapar. Şimdi İstanbul Türkçesi diye konuştuğumuz merkezi dilin birçok kelimesi zamanında taşradan gelmiştir. İbni Haldun’un nazariyesindeki taşra- merkez ilişkisi dilin tarihinde de var. Demek istediğim şive değil tabi.

“Kuruluş” bir solo dergi. Eski adıyla mecmua, yeni adıyla dergi bir çok ismin derlenip cem olması anlamına geliyor.  Bu şekliyle “Kuruluş” bir dergiden çok tek başına birinin çıkardığı kitap hüvüyetine bürünmüyor mu? Senin müstearlarını saymazsak arada başka yazarlara da rastlamıyor değiliz ama bu, dergiyi solo olmaktan kurtarmıyor gibi. Konuşalım.

Aslında dergiye birçok ürün geliyor. Ben yayımlamaya gerek görmediğim için yayımlamıyorum onları. İstiyorum ki ben, Kuruluş dergisi Mehmetlerin dergisi olsun.  Mehmetli olmak uzun bir yaşantı bizim için ama yeni dillendirilip yazılıyor. İdeolojiler ve Avrupai hayat tarzı bize bu kanonu unutturdu. Şimdi hatırlıyoruz, besliyoruz, geliştirmeye ve nefes tazeleyen bir medeniyet haline geldiğini anlatmaya çalışıyoruz. Ve genellikle halkın yaşantısının da gözlemcisiyiz. Bu dönüşümün orada olduğunu görüyoruz. Bunu gören bir şair veya yazarın metni gelirse dergiye onu yayımlıyorum.  Solo bir dergi olduğunu da düşünüyorum, Kuruluş’un . Ama Sezai Karakoç da böyle yapmıştır, çoğu kere. Nuri Pakdil de. Avrupa’da ise bu tür dergilere bold dergi diyorlar.

Şairler genelde edebiyat akımı yaratmak peşine düşer; ama sen daha zor bir işe girişerek fikir akımı yaratmak istedin, bunun da metinlerini ürettin. Böyle bir ihtiyaç var mıydı, bir zorunluk muydu bu, “Mehmetli” ile neyi hatırlattığını, hangi boşluğu doldurduğunu düşünüyorsun?

Aslında kişilikle millet olma ve kişilik üzerinden bir medeniyet ekseni geliştirme bir İslam siyaseti sanatıdır.  Akım dediğiniz şey, bizim doğal yaşantımızdır. Fatih’in ve Selahaddin Eyyubi’nin halkıyla birlik kardığı mayadır. Türklerin, Kürtlerin ve bir ksım Arap dünyasının ortak davranış, ahlak ve amaçla kurduğu bir medeniyet görüsüdür. Bu medeniyetin ve havzanın sınırlarını ise Peygamber’e uyuş tarzı olan Mehmedilik belirlemiştir.  Bosna’dan Yemen’e bu  ortak kişilik derin bağlarla ve koyu bir felsefeyle birbirine bağlıdır. Hepsi tek bir vücut gibidir. Ve bu bize özgü olan, Avrupa’daki millet tanımlamalarına benzemeyen bir millet olma, medeniyet kurma tarzıdır. Peygamber usulüncedir.

Açıkçası metinlerindeki denemeye yaklaşan üslup daha çok Nuri Pakdil’i hatılatıyor. Bu tarz girişimlerin Batı’da veya Doğu’daki örneklerine baktığımızda, entelektüel kesmi ancak ciddi makalelerle ikna edip etkilediğini görüyoruz. Fikir akımları toplumun entelektüellerini etkilemeden halkta veya daha da ileri götürecek olursak devlette de karşılık bulması pek mümkün olmuyor. Bunların farkındasın elbet, peki öyleyse niçin deneme?

Genelde yapılan bir eleştiridir bu: Yunus’un, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, İsmet Özel’in eselerinde neden yeterli entelektüel malzeme yoktur? Onlar en azından sıradan bir bilim adamı kadar olsa bile bu malzemeyi niçin metinlerine yedirmemişlerdir?
Böylesi bir eleştiriye kapılanlar fena halde yanılıyorlar. Şairlerin oldukça büyük bilgi malzemelerini yazılarına nasıl karıştırdıklarını göremiyorlar. Onların kurdukları metinlerarasılığı çözemiyorlar. Örneğin Yunus, dizesinde Calinus dediğinde okuyucu Calinus’un kim olduğunu bilmeden bu mısraı kavrayamaz. Ve Yunus’un ayet ve hadis zikretmeden yazdığı şiirleri, ayet ve hadislerin bir başka yönden şiirsel bir açıklamasıdır. Bunları anlamak entelektüel donanım ister.
Benzer durum yukarıda zikrettiğim tüm şairlerde  görülür.  Sezai Karakoç, metinlerarasılığı Hilmi Yavuz gibi üçüncü sınıf bir tarz ile kurmaz. Bu sınıf bir metinlerarasılık, şairlere yakışmaz.  Yunus’un yaptığı gibi birinci sınıf göndermelerle yapar gerçek şair, bunu. Niçe’de de aynı durum var.
Geçenlerde aynı eleştiri bana da geldi. Metinlerimde bu tür malzemelerin azlığından şikayet edildi. Ve Bayrak Risalesi adlı kitabımdan alıntıladığım şu metni okuyalım.
 Misal su temizler, mağara asla döndürür, dağ anlatır, kuyu Allah’ınsa yükseltir, dağın etekleri sabrı öğretir ve yol, bilene Tanrı’yadır. Su en çok Nuh’la temizledi. Mağara en çok Efendimizle asla döndürdü, onu Hatem’ül Enbiya yaptı. Kuyu, Yusuf’u yükseltti. Dağ Musa’yla, anlatmanın miracını yaşadı. Dağın eteğindeki en büyük sabır, yarası olan Eyyüb’e altın bir vücut sağladı. Yol en çok Musa ile dile geldi, deniz patikalarla donandı. Ve bunlar, bayrağımızın manasına katıldı.                            
Gerçekten bu metinde entelektüel malzeme yok diyebilir miyiz? Yoksa malzemenin entelektüel olabilmesi için Yusuf’a, Davut’a değil de ille Derrida’ya mı gönderme yapmalıyız? Üstelik remizlerle yapılan metinlerarasılık diye bir usül vardır bizde. Metinlerarasılığın zirvesidir. Aslında Sezai Karakoç hep bunu yapmıştır. Donanımlı okuyucu bunu anlar.

 2000 kuşağının karakteristik özelliği nedir? Kendisinden önceki ve sonrakiler üzerinde etkili olduğu söylenebilir mi? Kendini bu kuşağın neresinde görüyorsun?

Bizim kuşağımızın önemli bir özelliği, doksan kuşağına göre kalabalık olmamasıdır.  Şiirin alabildiğine zorlaştırılması ise ayrı bir konusudur, bu kuşağın.  İkibin kuşağı güçlü, nefesli iddialar ile ortaya atıldı.    Bu tesiri sonraları birçok dergide gördük ama ilk örnekleri kadar etkili olmadıkları için kalıcılığa ulaşamadılar, onlar. Kuşak, şairin doğum tarihidir. Kalıcı olmaksa hayat ile yani ürünlerle sağlanabilecek bir şeydir.  Bu konuya pek aldırmıyorum.

Bugün için 2000 kuşağı denilince aklına kimler geliyor, yani kimler kaldı hafızanda? Bir bakıma şair ve yazarların hafızası yazıya geçmemiş en sahih edebiyat tarihidir. 

Bence kuşak meselesi bunların uyumu ve büyüklüğüyle değerlendirilmelidir. Şiirini, fikrini ve poetikasını bir külliyat içinde örmelidir şair. Açıkçası bu uyumu sağlamak güç şeydir. Kuşağımızda bunları yapan beş kişi bile yoktur.

Bundan sonra şiirin, hayatındaki yeri ne olacak, bugüne dek denemediğin daha başka türlere de yönelecek misin?

Belki sosyolojiye ve psikolojiye daha çok yanaşabilirim günümüz insanını anlamak için. Çünkü yeni insan acayip bir şey. Eskilerde yüzyıl yaşayan bir insan yüzyıl yaşamış oluyordu.   Bir insanın gözlerine bakınca onun yaşını da aşağı yukarı tahmin edebilirdiniz. Ve yaşama sevinci ölünceye kadar da yüksek bir değere sahipti. Günümüz insanı,  yetmiş yıl yaşasa bile beş yüz yılın yorgunluğunu üstünde taşıyor. Beş yüz yılda yaşanacak tüketimi biz bir ömür içinde gerçekleştirdik. İnsanların gözlerinde acayip bir yorgunluk ve yaşlanmışlık var. Gencinde de durum böyle. İntihar duygusu hızla gelişiyor, toplumlarda. Rabbine yönelmekten çok, yaşamama isteğidir bu. Acayip bir durum. Düşünülmesi gerekir. Dünya hayatının bir cazibesi kalmamış gibi. Küresel bir düzlemde kıyamet çağrılıyor sanki. Ve bu, ilgimi çekiyor.  Ve 15 Temmuz Dirilişi ile topraklarımıza ayak basan İham, insan ve hayat neşesinin bu tükenmişliği ve katılığı, iyilik ve adalet gücüyle dönüştüreceğine inanıyorum. En karanlık anlarda aydınlatmaya başlayan ışık olarak Türkiye bu ağır ve kutlu yükü sırtlamıştır.


 KURULUŞ DERGİSİ

ŞİİRDE ÖZ SORUNU


1)Yahya Kemal, güzel şiirler yazmıştır. Ama şiirlerinde de özsel bir kaybın olduğunu hep hissettirmiştir: O da ahlaktır. Bu nedenden olsa gerek cami cemaati edebiyatına Yunus, Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi rahat girememiştir. Daha ziyade balo ve ziyafet salonlarında akıp giden sanat kültürünün bir unsuru halinde kalmıştır.

Hilmi Yavuz ise, bu açıdan Yahya Kemal’e bile yaklaşabilmiş değildir. Hilmi Yavuz’un Bedreddin Üzerine Şiirler dışındaki kitapları, biçimsel kuru bir tat içerir. Medeniyetin ölü unsurlarını bile terennüm etmez. Yahya Kemal kadar şümullü ve derin değildir, onun kullandığı malzeme çeşidi. Hilmi Yavuz, gelecekte büyük ihtimalle azınlığın azınlığı bir cemaatin çay sohbetlerini renklendirecektir.


2)

ve giydik ki, gülün dikişi sökük;
varoluşu Aşk’ın örsünde dövdük;
baktık, beklenen oldu... ne iyi!
bir anlam adına hor görüldük

                               Lanet Şiirleri, Hilmi Yavuz

Hilmi Yavuz şiiri, iki dudağınızın arasında, jest ve mimikleri harekete geçirmeden okunur. Dudaklar bazen azıcık büzülür, bir iki kıpırtıyla tekrar kapanır. Ağzınızı fazla açmaya, dudaklarınızı yormaya ihtiyaç yoktur. Yani birkaç yıl, Hilmi Yavuz şiiri okumaya alışmış kişi, İstiklal Marşı'nı okuyamaz mesela. Kudreti, yeteneği buna yetmez çünkü. Yetmeyince ya Yahya Kemal gibi Milli mücadele zamanlarında Bulgaristan’a kaçar ya da Hilmi Yavuz gibi 15 Temmuz Direnişi’ne katılmak yerine kirli bir cemaatin çukurunda pusuya yatar. Sanatın özsel boyutunu zayi eder.

Oysa İsmet Özel ya da Sezai Karakoç şiirleri okurken, harflerin avurdunuzu nasıl kavradığını, bazen de şiiri ağzınıza sığdırmak için çaba sarf etmeniz ve bütün bedeninizle kendinizi şiire katmanız gerektiğini yani aslında dirilişe, bir ışımaya geçmeniz lazım geldiğini öğrenirsiniz. Özsel, ahlaki boyuta da, dizelerin kaynağına da şahitlik edersiniz.
Şimdi şu şiirleri okumanızı öneririm.

Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

                           (Kar Şiiri, Sezai Karakoç)

Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak
ter yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım
kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar
kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak
onların yardımıyla dünyamıza acıdım.

...

                                 (Erbain, İsmet Özel)

Aslında şiir, bir zevk meselesidir. Gerçeklik, hakikat, cesaret sorunudur.  Hakikat ve zevk de ahlaktan başka bir şey değildir. Zevk, ışıma samimiyet, hakikat ve ahlak tek hüviyettir sanatta.



Yeprem Türk