23 Ekim 2021 Cumartesi

BUDAK, OCAK- ŞUBAT 2021

 Dosya: Türk Edebiyatı mı, Tükçe Ebediyat mı (?) tartışması. Aslında Orhan Kahyaoğlu'nun 'Modern Türkçe Şiir Antolojisi' adlı eseriyle gündeme gelen bir mesele, bu konu. Aslında Kahyaoğlu'nu Türk şiirinde böyle az da olsa konuşmak, bir sanat meselesi değil politik meseledir.  

*

Pandemiyle Sanatın Sonu mu Geldi? Diye sormuş,  Büşra Kenan. Dünyanın Sonu'nu getiren, Dünyanın çivisini çıkaran felsefe oldu. Şiirse buna hep diretti. Yani aslında felsefe ile şiir bir nevi ters yönde hareket etti. Modern insan kadim insanın birkaç ömürde tüketemeyeceği şeyleri bir ömürle sildi süpürdü. Günümüz insanı belki de bu nedenle bir suçluluk psikolojiyle hareket ediyor. Tahminin bu salgınla da borcunu ödediğini düşünüyor. Bu borç doğanın, fıtratın borcuysa emin olun mutlaka ödenir. Rilke, şair için 'görünmeyenin arıları' demiş. Şiirse ona görünmeyenin çiçeklerinden derlenmiş bir petektir.  E tabiî görünmeyen öldürüldüğüğüne göre, yani Niçe'ye göre Tanrı öldürüldüyse şair de şiir de ölmüş olur. Tanrı'yı öldüren, görünmeyeni de, salt varoluştaki içeriği de öldürür. Tanrı yoksa hayret de yoktur.

Oysa şiir ve şair açısından bu 'ölüşlerin' pek bir önemi de yoktu. Şiir, felsefeden akıl almaz çünkü. Tam tersine şiir felsefeye akıl verir. 

Michael Brendan Dougherty, Yevgeni Zamyatin'in '(We) Biz'i üstüne yazmış, bu metni Çağla Anılmış Soydemir ise çevirmiş.

Anahtar kelime: Distopya. 

Distopya bağlamında çok eser var ama yazıda iki kitap öne çıkarılmış. George Orwel'in 1984'u ve Aldous Huxley'in Cesur Dünya'sı. 

George Orwell'in ' 1984'ü ' katı ve sert bir parti egemenliğini işler. Aslında bu kitap Y. Zamyatin'in Biz'inden oldukça etkilenmiş bir yapıttır. Orwell'in sert ve acımasız parti eğemenliği dediği şey, Y. Zamyatin'in konu ettiği Rusya Komünizm partisi diktatörlüğüdür. A. Huxley'in ' Cesur Dünya'sı da kapitalizmin yol açtığı bir distopya örneğidir. O zaman için iki kutupta tutulmak istenen dünyanın iki kutbunda da meydan gelen yıkım ve hayal kırıklıklarıdır. 


Y. Türk


MUHİT, EKİM 2021


Dergi Hasan Aycın ile açılıyor. Hasan Aycın, İslam medeniyetini çizgi sahasına olgun ve derin taşıdı. Türkiye'de dahası Büyükdoğu'da çizgiye yeni bir tecrübe alanı açtı. Bu açıdan Hasan Aycın bir yol açıcıdır.

Muhit'in şiirlerinden şimdilik bahsetmiyorum. 

Kâmil Yeşil, Duyguların Ötelenmesi Üzerine yazmış. Bu tür durumlar modern psikoloji nedeniyle hep modern bir tarz ve kavramlarla söylendi, anlandırıldı. Gerçi aynı sayıda Erol Göka, bu psikolojik kavrayışa karşı çıkmış. Manevi sahada boy veren bir alanda psikolji konuşmanın daha önemli ve isabetli olduğunu söylemiş. Benim fikrime göre medeniyeti ve yeni kavramları takip etmek istiyorsak lisanı takip etmeli. Modern dünyada sosyoloji de - örneğin eko-sosyoloji; eko-politik vb.- psikoloji de dili tabiata çıkan bir uygarlığı haber verir. Hem dili tabiata çıkan hem de dili Tanrı'ya çıkan bir bakış açısını çift taraflı kuşandığımızda bu tür isimlendirmeler de ıstılahlar da başka bir çehre ve yön kazanır. Biz de bu psikolojik ve sosyolojik anları ve bigileri herkes gibi hissediyoruz ama uygun dili bulamadığımızdan söze ve kavramlara dökemiyoruz. Yine Ekim sayısında bakın Hüsyin Akın, babasının anısına yazdığı bir yazıda bu vaziyeti nasıl anlatmış: '..Sıra geldi çaresizliği de cesaretsizliği ve karamsarlığı da evde öğrendik. Meğerse bizim farkında olmadan hayatın içerisinde öğrendiklerimiz, modern bilimde öteden beri var olan şeylermiş. 'Öğrenilmiş çaresizlik', öğrenilmiş cesaretsizlik gibi...'

Mustafa İsen'İn Üçüncü Murat hakkındaki mülahazaları ilginç. Gerçi Üçüncü Murad, bu aralar hakkında epeyce konuşulan bir devlet adamı. Temmeddün ve tefessüh dönemlerini birlikte yaşamış. Çok çekişmeli ve sert geçen siyasî bir hayat geçiren 3. Murad, açıkçası kendisini biraz da sanatın o sağaltıcı ve yumuşatıcı atmosferine atmış. Bu atmosferin katkıyı ve  çürümeyi aynı mesafe içinde yaşatması da mutlaka düşünülmeye değer bir şey. Bence bunun temeli, kurucu bir sanat anlayışından ziyade tüketici bir sanat atmosferine dayanır. Örneğin Yunus'un yaptığı şey, hem sanatın hem de dirilmenin bir verimidir. O nedenle Yunus'un ve Akif'in sanatı oldukça farklıdır. İkisi de öncelikle sağaltıma değil aynı zamanda diriltmeye ve kurmaya meyillidir. Sadece sağaltım, şiirin de diğer sanat dallarının da zararına işlemiştir. 

Her padişah adayı gibi 3. Murad da devrin önemli alim ve irfan adamları tarafından yetiştirilmek üzere Manisa sancağına gönderilmiş. Şehzadelerin her birini bir başka sancakta yetiştirmek, merkeze hazır hale getirmek bir Osmanlı siyasi adetidir. Siyasi hareket, şimdi olduğu gibi yine o zamanlar da taşradan merkeze doğruydu. Şehzadenin temsili taşradadır. Daha sonra çeşitli deneyimler ve aşamalarla merkezî yönetime doğru gider, şehzade. Sancaklardaki her şehzade gelecekte padişah adayıdır. Bu yöntem, günümüzün parti anlayışını andırıyor. Çünkü sancak merkezlerinde yetişen her şehzade, devleti yönetecek farklı felsefî ve siyasi düşünceleri de ediniyorlar. Akabinde çeşitli mücadelelerin ardından diğerlerini ekarte ederek partiler gibi merkezi temsil etme, devleti yönetme hakkı elde ediyorlardı. 

Y. Türk


CİNS DERGİ, EYLÜL 2021

 

Ömer Türker, Kelâm Geleneğinin Başlangıç Hikâyesi'ne değiniyor. Bilirsiniz kelamcılar ilk cevher ilkesini reddederler. Bu nedenle de Meşşâî filozoflarından düşünce bakımından ayrılırlar. Kelamcılar için 'Âlem bir yaratıcı tarafından yoktan var edilmiştir.' Grek bilgisi de 'ilk cevher' ya da öz anlayışını benimser. Bence bu iki düşünce, iki medeniyet diline atıf yapar. İlk cevher, dili tabiata çıkan bir düşüncenin kendisine başlangıç bulduğu yerdir. Kelamcıların söyledikleri ise dilini Tanrı'ya çıkaranların başlangıç ilkesidir. Benim anlayışıma göre bir öz, bir cevher var. Bunu Tanrı yaratır.  Ve yaratılıştaki daimliği, cevherleri sebep kılan Yüce Tanrı'nın kudreti sağlamaktadır. Bu farklı başlangıç düşünceleri aslında zamanla Filozof ve Peygamber ayrımını getirmiştir. Özcüler filozoflara atıf yaparken; Kierkegaard'a göre dini bireyler -bence doğrusu müminlerdir- Peygamberleri kendilerine kılavuz etmişlerdir. Oysa Adem aleyhisselam, kendisine vahiy inmeden evvel filozoftur. Ayetler inince de Peygamber olmuştur. Ve O'nun filozofluğunu vahiy yönetmiştir. İcma'da hiç mi filozofluk yoktur. Elbette vardır. O halde diyelim: İlk cevherinle çağırayım Mevla'm seni. 

*

Erol Göka ile bir söyleşi var. İnsan, dünyada özne olmaktan çıkıyor mu?' diye soruluyor açıkçası. Modernizm hümanizmden, çöp insana (homo-sacer)  geldi. Açıkçası insana bu gözle bakılıyor. Dünyada nüfusun fazla olması mıdır bunu söyleten şey ya da insanın halifeliğini kaybedecek denli kıymetsiz ve anlamsız bir duruma düşmesi midir? Düşünmek gerek. Ama dünya genelinde insanlara doğru 'sayıca çoksunuz, gereksizsiniz, değersizsiniz' algısıyla yapılan gizli bir ekonomik-politik ve felsefî propaganda var.

Oysa tarihin, dünya hayatının öznesi daim insandır. İnsan biter mi?

Halife insan, giderse dünya ıssız kalacaktır. İnsan çünkü dünyanın ruhudur. Ruhsuz bir alem yaşayamaz. 

*

Orta sayfa sohbeti Yıldırım Ağanoğlu'na ait. Ağanoğlu, Osmanlı tarihinde Balkanlar ve Balkan göçleri üstüne yaptığı çalışmalarla bilinir. Başlık: Osmanlı'da milliyetçilik yapan son topluluk Türklerdi.'  Ağanoğlu'nun şu fikrine katılmak mümkün değil:  'Birtakım aydınlarımız her ne kadar onlar da Osmanlı büyük coğrafyasının insanları deseler de, o Osmanlı kalmadı artık.'  Osmanlı bilirsiniz bir hanedan adı olmaktan çok bir milletin, medeniyetin ve dünya görüşünün adıdır. Osmanlılık, gecmişe de geleceğe de hükmetmeye devam edecektir. Selçuklu bile bir Osmanlılıktan başka bir şey değildir. Türkiye hakeza. Aslında millet ve medeniyet üstüne fikir üreten göçmenlerin bu husutaki düşünceleri de ilginçtir. İlk Türkçülük, bilirsiniz Kazan'dan gelen göçmen bir fikirdir. Şimdi benzer Türkçülük düşünceleri de Balkanlardan ikinci kez, göçmen olarak gelmektedir. Oysa merkez; millet ve medeniyet düşüncesinde bu fikirlerin üstündedir. Merkez: Osmanlıdır, Büyük Doğuludur.  


Y. Türk

19 Eylül 2021 Pazar

COĞRAFî KAVRAMLAR


Yeni sömürgecilik zihinsel alandadır, tamam. İslam devletlerinin bağımsızlık hareketlerine kavuşmaları sonrası bile bu sömürü devam ediyor, tamam. Bu hak sahipleri, önce topraklarını sonra paralarını sonra da zihinlerini, sanatlarını geri alacaklar; Afrika'dan tutun Asya'ya dek bu zincirleme hareket devam edecek, tamam.

Ama eleştirirken bile eleştirdiğimiz zihnin kodlarına teslim olmak daha ilginç değil mi? Batı dünyasının her açıdan bir önceki merhalesini kritik ederken, eleştiri unsurları açısından bir sonraki merhalesine teslim olmuyor muyuz? Eleştirimizde onların kavramları, dilleri ve dizgeleri var. Bir Avrupalı düşünürün Avrupa'yı eleştirmesi ile bizim Avrupa'yı eleştirmemiz arasında birçok fark olmalı. Eğer bu ayrım doğmuyorsa kuramlarla da işgal edilmeye devam ediyoruz demektir.

Belki de evvela Afro- Amerikan gibi kavramlardan sıyrılmamız gerekir, artık. Avrasya de örneğin hiç tasvip etmediğimiz bir söylem biçimi. Asya'nın Avrupa'ya eklemlenmesini dile getirir. Afro- Asya (Asyafrika) gibi tamlamalar şu anki oluşuma ve kuruluşa daha bir yakın. Zaten eskiden Afrika, Aysa'dan okunurdu. Diğer bir örnekse Ortadoğu şeklindeki coğrafî kavram. Avrupa'nın zihin haritasıyla anlam bulmuş. Oysa Ortadoğu ıstılahı yerine Büyükdoğu demek hem tarih hem sosyoloji açısından daha temelli ve gerçek.  Böylesi bir birlik hem ekonomik hem politik hem de düşünsel olarak mayalanmak üzere. Bu olanların terimsel karşılıklarını inşa etmek gerekmez mi?



(Kuruluş dergisi, Temmuz - Ağustos 2021, Sayı 46)

24 Ağustos 2021 Salı

KURULUŞ, Eylül - Ekim 2021, Sayı 47






 

                                          Kuruluş Dergisi 

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Dil vs.



Dilini tabiata çıkaranlar ve dilini naata- Tanrı'ya çıkaranlar. Ve Yunus gibi her iki dili de kullanıp finalde Allah'a bağlayanlar: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla'm seni.

Grek uygarlığı ağırlıklı olarak dili tabiata çıkaranların inşa ettiği bir yapıya sahip. Bu dilin altında Farabi'nin soyut ve kavramsal niteliğe sahip olduğunu söylediği felsefî düşünce vardır.

Endülüs İslam Medeniyeti dili tabiata da çıkarıp ama sonunda Allah'a çıkaranların inşa ettiği bir medeniyettir. Dil ve düşünce açısından dünyada bir zirvedir. Ve Avrupalılar, Endülüs İslam medeniyetinin Tanrı'ya çıkan bu dilinden etkilendiler ve o dili takliden de olsa kullandılar ama nedense bu onlara yaramadı ve karanlık bir Hristiyanlık çağı (din çağı) yaşadılar. Çünkü dilinizi Tanrı'ya çıkarmanız için büyük ve berrak bir hakikatinizin olması gerekir. İnciller, bu saf hakikati barındırmıyordu.

Sonra tabiî Müslümanlar, modernizmle, dili tabiata çıkaranları taklit ettiler. Bin yıl önce Tanrı'ya çıkan bir dile sahip olanlar bu ufku tabiata varan dilin şiirini küçümsemiş, ona yüz vermemişti. Bin yıl sonra aynı şiirler baş tacı yapılıyor. Dil aslında geriye çekiliyor.

Büyük Türk şairi Sezai Karakoç bunu fark etmiş olsa gerek ki, şiirin ufku naattır, der.

Doğanın dili biraz da genetiğin dilidir. Modern çağın her açıdan beslendiği yerdir. Modern çağ, siyasasını bile bu dille kurmuştur,  büyük imparatorlukları  bile bu dille, örneğin Osmanlının naata ve Tanrı'ya çıkan dilini genetiğe çekerek parçalamıştır. Modern çağın cumhuriyetler cenneti olması biraz da bu dilden kaynaklanır.

Ama inanıyorum ki siyasi düşüncemiz gün gelecek, şiirin ufku naattır deyişini siyasi alanın da ufkuna çekecek.  

Muhammed'e (s.a.v.) Mehmet olmak bu ufkun neticesidir. Modern beylikler dediğimiz Osmanlı bakiyesi cumhuriyetlerin Peygamberden tevarüs edilmiş medeniyet ufkudur.

Bizim medeniyet dilimiz tabiata da çıkar ama tabiatta kalmaz oradan Tanrı'ya varır.



Y. Türk

Medeniyetçi görüş vs.

 

Medeniyetçi görüş Avrupa'da, Avrupa'nın yükselişe geçtiği tarihlerde (14. ve 15. Yüzyıl) ortaya çıkmıştır. Ve sonra Avrupa'yı vitrin olarak dünya insanının önüne taşımıştır. Elbet biraz paradan biraz görgüden, sosyal terbiyeden, bilgiden; biraz da aristokrasiden ibaret.

 

Ama daha öncesinin lümpen Avrupa'sını da toparlamıştır. Yasalaşmaya ve kültüre önem vererek sokakları ve kamu alanlarını da kendileri için güvenli ve sistemli hale getirmeye çalışmışlardır. Bugünkü Avrupa'nın her açıdan oturmuş sosyal yapısında medeniyetçi bakışın emeği vardır.

 

Medeniyetçi bakışın sorunlarından biri onun alt yapısındadır ve ona kaynaklı eden paranın sömürge ekonomisine dayanmasıdır. İkincisi de medeniyetçiliği belli kalıplar içinde algılayarak başkalarıyla paylaşmamasıdır, medeniyet üzerinde bir tekel kurma çabasıdır.

 

Medeniyeti takip etmek istiyorsan parayı takip et, demiş E. Pound. Ama parayı takip etmek istiyorsan da sömürgeciliği takip etmek gerekiyor. Avrupa medeniyeti, sömürgelerden elde edilen ganimetler üzerine kurulmuştur, bu ganimetler bittiğinde Avrupa'nın medeniyetçiliği de sona erecektir. Bu türden bir medeniyetçilik bir teori medeniyetçiliğidir. Kendini devam ettirmek için İsmet Özel'in deyimiyle hem acımasız olacak hem de Akif gibi söylersek tek dişi kalmış canavara dönüşebilecektir.

 

*

Biz medeniyetçi miyiz? Elbette medeniyetçiyiz. Ama bu kavramı biz Medine medeniyetçiliği anlamında kullanıyoruz. Ahlâka işaret ediyoruz.  Yani sırf teori medeniyetçisi değiliz, insanlara yardım etmemizi emreden bir dinin medeniyetçisiyiz. Ve bu kavramı takip ederken parayı takip etmiyoruz. Çünkü bizim medeniyetçiliğimizde burjuva yoktur. Havas vardır. Burjuva olmanız içi para gerekir; ama havas olmanız için tam tersine bir riyazet, terbiye lazımdır. Aslında medeniyet, İsmet ÖZel'in kültür için kullandığı deyişiyle bir işi yaparken başkalarına keşke ben de bu işi böyle yapabilsem dedirtmesinde yatar. Zaten Peygamber Efendimiz bir işi yaparken güzel yapmamızı buyurmuştur. Bu işi kimler güzel yapar? Bilenler: Nebiler, tabiun ve havas; Avrupa içinse aristokratlar.

 

Her medeniyetin içinde mutlaka öncü bir çekirdek kadro vardır. Biz bunlara öğretmen kuşaklar diyoruz.

 

Y. Türk