8 Aralık 2018 Cumartesi

HABEŞİSTAN


İslam, Hicret ile ilk kez ayağını dışarıya atar. Ve Habeşistan bu anlamda ilk eşiktir. Mekke’nin Habeş’e gidişidir. İslam’a bağrını açan dost kokulu toprakların ürünüdür Habeşistan. İlk İslam önderlerine muhafızlık eden hanif bir zarftır. İnsana Cafer-i Tayyar gibi derin ilhamla bakar. Bu şehrin duygusu, imarını geçer.

Çünkü bu şehrin ruhunda bir şey var. Taşa koyulmaz. Nakşa gelmez. Havada durmaz. Beden olmaz. Libasa girmez. Aleme sığmaz.

Ama yine de her belde gibi bir erene bir kişiliğe çıkar. Bu şehir, bir Bilâl-i Habeşî gibi durur.

Bazı şehirlerde bedene yiyecek çoktur ancak ruha gülücük yoktur. Burada da gülücük çok ama yiyecek pek yoktur. 

Ve bu gülücük yanıktır, miri malıdır, nüfusunun üstünde tek gömlek gibidir. Gülücüğü, insanın yüzünde,  ruhaniyetli ve bilge bir nakıştır. Duyguludur.

Bağdat bilir, Diyarbekir görür, Habeş hisseder.

Mimarisi hakkında ne deriz? Habeşistan’ı, metafizik bir kap biliriz. Dağları, ovaları, ırmakları bu kabın içinde görürüz. Tabiata çıkmaya gerek duymayız.

Dilinde nesnesiz beyan var, gök ona cibinlik olarak yeter, deriz.


Y. Türk



ŞİRAZ


Bu halkın irfan şifrelerini, onun düşmanına bakarak çözmem gerekir.

Örneğin Yunanlılar için tarih ön plan halkı ifadesini kullanır. Sanatın, fikrin anatomisi antik Grek’te daha önceliklidir.

Ancak eski adına Persepolis ya da Parsa dedikleri Şiraz topraklarında Yunanlılarda hiç olmayan Haniflik vardı,  derinde ırmaklar gibi çağıldıyordu.

İslam’ın gelmesiyle bu coşkun damar yeryüzüne çıkar. Kendisini içeriden dışarı bir şehir, bir sanat, bir şiir olarak atar. Şiraz halkı, mimari ve musiki açıdan bir arka plan milleti olur. Bu şehirde eski antik Yunan’ın üzüm şarabının yerini ilahi kadehler; eski Yunan sporunun yerini de derviş meşrepli eylemler alır.


Yunanlılar  yakın şeyleri seyretmeyi severler, ufka bakmaya katlanamazlar. Bu şehirde ise sanatkarlar uçsuz bucaksız göklere bakmaktan esrarlı bir zevk alırlar.

Mimari, şiir, fikir ve sanat olarak neredeyse altın orana sahipler. Yunanlıların parçalardaki bütünün dağılımı olarak adlandırdıkları iambos adlı ölçü, burada bilge  faz diyeceğimiz bir metafizik ölçüye dönüşür.

Şiirinin ve sanatının kalıpları bekadan alınmış, dünyada dökülmüş gibidir. Gök sanki yeryüzüne acayip duygu ve irfan parçaları düşürüyor da   insanlar altta kapışıyorlar. Şiraz, sanat ve şiir açısından dünyanın en zevkli, en cömert yeridir.

İlahî aşk kadehinde parlayan, dile gelen bir gök yorumudur. Manevi lezzetlerin bağıdır. Zihninin sınırlarını da bu nefis tat belirler.

Bu bereketli geçmişi, bugün gençler, başta Sadi ve Hafız’ın cevelan ettiği tefe'üllerle açmaya bayılıyorlar.

Şiraz, Farisilere mahsustur ama Türklere de dolgun bir nasiptir. 


Y. Türk

24 Kasım 2018 Cumartesi

KAHİRE



Nil, Musa aleyhisselama o kadar ait ki. Şöhreti yönünden Musa’nın ikinci asası gibi neredeyse. Bu cennet ırmağı nehir, bereketli topraklara doğru akan Tanrı oluğu. Kıssası öyle bol ki.

Kahire, tarihte, Nil nehrinden sonradır. Onun anlatılarının gölgesi altında kalır. Ki Kur’an Mekke’de inip, Kahire’de okunana kadar.
Ölümle hayat, olağan şekilde kardeştir. Her yeri mezarlıklarla doludur, Kahire’nin. İnsanında, kabir duygusu ve hülya iç içedir. Bu şehirde açıktan göremediğiniz şeyleri düşlerle temin edebilirsiniz.

Ben, Kahire’nin mizacını biraz da aklıma Bağdat gibi gelen hatırlamalardan öğrendim.

Kahire, kıraat şehridir. Kur’an için Davudî sesler mekânıdır. Gırtlağı dölleyen göksel bir hançeredir.

Başlangıçta şia bir şehir olarak tasarlanmıştır. Hatta medreseleri bile Nizamiye ekolüne bir alternatif şeklinde düşünülmüştü. Ama kader onu Sünniliğin başşehirlerinden biri yaptı. Kahire ise kendine ait bu hüviyeti, topraktan tohum gibi kavradı, filizledi, çiçek açtırdı.
Halkları birleştirdi. İlim bahçesi oldu. Bereketlendi. Nurlandı. Alimleri ulu ağaçlar gibi meyve verdi. İlimde, ahenkte, ticarette ve mimaride muhteşem bir İslam gücüydü. İslâm düşüncesi ve fikriyle bir ambar idi. İlmini ve  ahengini, lekesiz oluncaya kadar temizledi, inceltti.

Ve Kahire’nin mânası hiç yerinde durmadı, hep genişledi. İstanbul’un fethine kadar gitti.



Y.T.

TÎCÎDA



Çoğu kere bir deri bir kemiktir. Ama ilkeli, dürüst, adaletlidir. Onurlu bir şehirdir.  Mütevazidir. Bir bakıma yetim gibidir. Nijerya’daki ilk İslam otağıdır.

Hafif bir caz plağına da benzemiyor değil, bu şehir. Yeryüzünün engin kuşağından evrene sade, spontan ve esrik tınılar yayan. Acayip bir müzik kulağı da var bu şehrin. Asya’ya tel ve tezene veren kader, buraya üflemeli, vurmalı enstrümanları nasip etmiş. Lisanındaki kelimeler de müziğindeki ahenk de  yürek güneşinin ışığında kurutulmuş gibi çıkar.

Akşamları her Afrika şehri gibi düşsel kıpırtı halindedir, göz kamaştırıcıdır. Sokakları ve caddeleri titrek iz gibi. İnsanların dizlerindeki dermanla, kurdukları şehirlerin sokak şekilleri arasında bir benzerlik var, der. Vücutlar, şehrin hatta nefes alan yaşam şeklinin lejandlarıdır. Törene, öğretiye ve töreye Asya insanı gibi yatkındır. Grameri ve deyişleri tatlıdır. Madde bakımından yoksul ancak mana bakımından derin ve incelik dolu Afrika nüktedanlığı da üstündedir. Güldürüsünü irfana bezemiş ilginç bir şehir.  Ama genetiği neşedir, şükürdür.

Geceleri kumların rüzgârla birlik kapattığı camiler, sabahları süpürgelerle temizlenir, bezlerle sıvanır, cilalanır.

Halvetîler, Kadirîlerin ve Sünbül Efendi’nin duyguda ve itikatta cevelan ettiği Sünni şehir.
 
Afrika’nın, Nijerya’nın siyah incisi, Bilâl bakışlı şehridir.  Elması saklayan kabuk semalıdır.

Y.Türk


BURSA



Bursa, Horasan alfabesini okur, onun duygusunu yaşar. Söğüt, ulu çilesinden çıkmış Bursa olmuştur. Bursa’nın tarihi hayal minyatürümüzde – Söğüt, çadır içindeki murakabedir- hep bir camide itikaf halindedir. İstanbul’un başkent olmasından sonraysa, şehzadeler ve padişahların ölünce gömülmek istedikleri baba ocağına dönüşmüştür. Her şehrimiz aslında aynı kaynaktan beslense de  illerimizin de meşrebi farklıdır. Bir bakıma coğrafya, şehirlerimiz için de bir kaderdir. Bursa da her şehrimiz gibi erenler şehridir. İlim şehri, edebiyat şehridir. Aslında benzeri de pek yoktur. Medeniyetimiz açısından tek nüsha gibidir. İstanbul’dan sonra Osmanlıya en fazla mal olan şehirdir.

Yeşil kenttir. Ancak bunu, naturel bir ibadette koymaz Bursa. Buradan Yeşil sarıklı erenler gibi kubbeler ortaya çıkarır.

Bursa, eserleriyle tabiatın daha öncekiler tarafından kullanılmamış etkilerine yönelmiştir. Bursa, şehir anlayışında orijinal bir ekol, Osmanlı ile çıkan yeni bir daldır. Işkındır. Akideler, daha tozlanmamıştır, cam bakışlıdır. Ruhlara nurdan bir haber kadar tesir verir. Mimari de ayrı bir meşrebi vardır. Araplar eserlerinde çölün fıtratını ve kıvraklığını; Yunanlılar denizin akıcılığını, Türklerse ise Horasan’da mimarisinde kullanılan gök rengini ve uçuculuğunu Bursa’da yeşil renkle buluşturmuştur. Yeşil can boyasıdır. Bu metotla da yeşil, yapılarda, göğüs kafesi gibi kanatlanmıştır. Osmanlı’nın ilk çağları gibi malzeme az ama ruh ve inkişaf çok. Bunlarda, öte tarafta ahret hayatı beride dünya yaşamı ve ikisinin ortasında bir Türk hayatı vardır.


Y.Türk

TAŞKENT



Bu kentin en güzel tarafı, camilerinin, insana,  toprağa bitki gibi çıkmış olma hissi vermesidir. Hüdayinabit meşrepte olmasıdır. İnsan ruhunun, erdemleri, doğayla paylaşmasıdır. Bozkırın ortasında kozmolojik bir karın gibi hayat yaşamasıdır.

Tecrübeyle elde edilen şeyler geride büyük bir atık, çöp bırakır. Bu alemin hayat tarzı, arka plânda, bakir bir ilham gibi başlamıştır. Temizdir. Talaşı yoktur.  Şehirlerimizin bir daire ile başlangıç yapması böyle bir şeydir.

İlkeleri atom gibidir. Şehrin bedenini içerden başlatır, yönetir.
Şehri, salâtlarla ve en değerli uzuvlarla kurmuşlar. Erenlerin ruhu burada hem şehre dokunmuş, hem de şehri dokumuş. İtikaf mekanına benzer bir şehirdir. Hazreti İmam, Zengi Ata ve eşi Anbar Bibi, şehri mayalamışlardır.

 Su, dağ, taş, ticaret şehridir. Bu yönüyle şehirde bir şehir değildir, aslında. Duygusu çağına göredir. ‘Engin ovalarım, kervanlarım, ineklerim, turnam, meleklerim!’ tadındadır. Asya’nın kille, taşla gelen yürek ifadesidir.

Mabedleri makyajsız arı durudur. Şekilleri, desenleri; berrak su gibi yeşillikler içinde akar. Avrupa’nın trajik Pieta çehreli ağır desenlerinden öyle uzak ki.


Y.Türk

15 Kasım 2018 Perşembe

ISFAHAN

Bazı şehirler yere tırnaklarıyla, demir yumruğuyla tutunur. Taşkent, böyledir. Ama Isfahan, ipekten saçaklarıyla, etekleriyle yere eğilir. Oldukça zariftir, uçucudur. Bu anlamda kentlerin Meryem’idir. 

Yeryüzü ağacının dallarında kızarmış bir elma gibi süzülür. İslam mimarisi meyveye ermiştir. Ruhtaki idea ve tabiattaki idea bir olmuş, ahenk bulmuştur.

İlmi de erenlerindeki tavır da şehre acayip bir hava veriyor. Selçukidir, Farisidir. İkisinin de müzikaliteleri zirvededir. Nakışlıdır. Isfahan’ın eren yüreklileri, göğü gibi akışkanlar. Sanki temiz hava gibi yaşayıp konuşup, temiz hava gibi yazıyorlar.

Küfe’de ilmin dili olan ibâre yoğunluktaydı.  Isfahan’da ise mârifetin dili işâret ön plandadır. Hiper- desenler diyeceğimiz tatta, coşkun bir espri de var kullandığı  çizgilerde.  Belki de Doğu’ya has mimari kaligramlar da diyebiliriz buna. Bilge bünyelerin geometrik hat meşki ya da.


Y.T.