14 Temmuz 2018 Cumartesi

&


Bir yazısında (13 Temmuz 2018, Yenişafak) Yusuf Kaplan,  yeni şekillenen milli eğitim anlayışı üzerine dikkat çekti. Milli eğitimin pozitivist bir temel üzerine inşa edilmesinden duyduğu korkuyu dile getirdi. Socrates bağlamında konuyu açıkladı. Metafiziği kesbetmemiş bir kişinin başarılı bir eğitim ve öğretim hayatının olmayacağını dile getirdi.

Gerçi yüzyıl önce de böyle olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan halka oldukça farklı bir ruhta eğitim anlayışı dayatılmıştı.

Şimdi 15 Temmuz Direnişi sonrası benzerini yaşama ihtimali çok yüksek.

Medeniyet ve ulvi değerlerimiz, ancak direnişler de kurtuluş savaşlarında işe yarıyor. Bu irfanı diğer alanlara yaymamaya gelince, iş değişiyor.

Maalesef, büyük direnişler ve savaşlar kazanan ruh, sonraki dönemlerde itibardan düşüyor.

Oysa bu ruhtan belirmeyen, ortaya çıkmayan bilgi ve anlayış pek de işe yaramıyor. İnsanımız geleceğe taşıyamıyor.


Y.Türk


6 Temmuz 2018 Cuma

Wole Soyinka

Nijerya, medeniyet açısından bize uzak bir ülke değil. En azından, Osmanlı döneminde gelişen sıkı bir ilişkimiz var. 1600’lü yıllarda Nijerya İslami bir ülke gibi anılmaya başlar.  Ve Nijerya’nın bugün neredeyse yarısı Sünnidir. Mezhebi de genel itibariyle Malikilik’tir.

Ancak Osmanlının dünya sahnesinden çekilmesiyle buralar, İngiliz sömürgesi haline gelir. Ve bugün yerel halklar, kendi yerel dillerini bile çoğu bölgelerde terk etmiş durumdalar. Ve ana dilleri olarak İngilizce konuşuyorlar. Nijeryalı arkadaşım Şayo Onajabi sayesinde Nijerya’nın modern dokusunu daha yakından tanıma ve öğrenme imkanı buldum. Örneğin Nijerya’nın kültürel olarak bölünmüşlüğünde Yoruba ve İboa gibi birçok kabilenin bütünleşememiş olmasının payı büyük. Hem ekonomik hem de medeniyet bakımından büyük çıkmazları var Nijerya’nın. Öz arayışlarını bile başka uygarlıkların dilleri, kavramları üzerinden yapmaktadırlar. Kendilerini İngilizce benzeri sömürge dilleri ile ifade etmektedirler. Doğrusu ya edememektedirler

Siyahilerin genel derdidir, bu. Orijinalliklerini ve ruhlarını kaybetmek. Uluslararası boy gösteren irili ufaklı birçok kulüplerde sporun her dalında onlar bulunuyorlar. Ancak ruhta ve kökte bu derece etkin değiller. Ruhlarını, milliyetlerini ve özlerini yitirdikçe sporda var olmaya, oradaki açığı bedenle kapatmaya çalışıyorlar. Ancak bu başarıları da köklerine, varoluş hanelerine yazılan bir galibiyet değil. Dünyaya millet ve medeniyet olarak tutunamamanın bir büyük boşluğu olarak duruyor.
Nijerya’nın en öne çıkan şairi, bir Afrikalı olarak ilk Nobel Ödülü kazanan Wole Soyinka’dır. Wole Soyinka, edebiyatın diğer türlerinde de birçok eser vermiştir. 

Şiirlerinde kurduğu dil Amiri Baraka’nın bir başka versiyonudur. Yer yer imge yer yer konuşma dili iç içe geçer, şiirlerinde. Nijerya’nın bağımsızlığı için çalışmasına rağmen, bu çabanın istediği nefes ve epiklik, şiirinde yoktur.  Düşüncelerini imgesel  bir düzlemde kuruyor.

I THİNK İT RAİNS

I think it rains
That tongues may loosen from the parch
Uncleave roof-tops of
the mouth, hang
Heavy with knowledge

I saw it raise
The sudden cloud, from ashes.
Settling
They joined in a ring of
grey; within,
The circling spirit.

O it must rain
These closures on the mind, blinding us
In strange despairs, teaching
Purity of sadness.

And how it beats
Skeined transperencies on wings
Of our desires, searing dark longings
In cruel baptisms.

Rain-reeds, practised in
The grace of yielding, yet unbending
From afar, this, your conjugation with my earth
Bares crounching rocks.


 YAĞDIĞINI DÜŞÜNÜYORUM YAĞMURUN

Yağdığını düşünüyorum yağmurun
Kuraklıktaki umuda
Gökten ilham ve aşkla
Odur toprağıma anka
Küllerden doğup
Göğe çıkmış  bir defa
İnecek de yurduma
Semaa karşı
Hep yerde kapalı kalmakla
Kör olur ışıltı
Hem gönülde
Hem akılda
Mutlaka yağmalı
Benliği sarmalı
Ruh tutsak
Bu kara bahtı yıkmalı
Ayin kıvamında
İnmeli
En azından boyun eğmeyene
Onu bekleyene
Serinlik
Ululuk, genişlik vermeli


Çeviri: Yeprem Türk

5 Temmuz 2018 Perşembe

Şiirin Kanatları Altında


Şiirin Kanatları Altında’. Nurettin Durman. Çıra Yayınları. Nisan 2018. ‘ 


Şiirin Kanatları Altında, cahiliye dönemi şiirinden tutun, günümüz şiirine kadarki süreci içine alan özet bir kitap.  Bin küsur yıllık şiirimiz, hangi dönemler hangi halleriyle zuhur etti?  İnsan, şiiri, zamanının imkan ve bünyesi ile nasıl adlandırdı? Bütün bu sorular, geçmişe doğru bir kuşbakışı ile cevaplanmaya çalışılmış.

Zaman gelmiş şiir bir bilgi terkibi, zaman gelmiş bir eğlence aracı olmuş bazen de kendisini topluma yol gösterecek kadar liyakatli görmüştür.
Ama Nurettin Durman, şiiri, her daim katı ideolojik çerçeveden ve anlaşılması zor metinler olarak görmekten uzak tutmuştur. Bu minvalde, kitapta, Ahmet Haşim’e karşı bol miktarda eleştiri var.

Biz, Divan şiirini Farisilerden aldık ve Sekb-i Hind olarak zirveye erdirdik. Ve bunu Farisileri birçok savaşta yenmemize rağmen yaptık. Nurettin Durman, bu durumu şöyle bağlıyor. Büyük İskender, Pers İmparatoru Daryus’u yenip hakimiyetini ilan edince Persliler gibi giyindiğini söyleyip, oralı olduğunu anlatmaya çalışır. Sanırım bu da bir çeşit fetih sanatı olsa gerek.
Gerçi yeni Cumhuriyet şiirinde kullanmak üzere aldığımız Batılı şiir tekniklerini, böyle bir tavır sonucu edinmediğimizi biliyoruz. Biraz da sanki mecburiyet var, işin içinde.

Kitaptaki, Şiirin Görkemli Çağı adlı metin, kitabın ve medeniyetimizin şiire bakış açısının özü ve tartısı olmuş adeta. İnsanı çağrışımlara gebe bırakıyor, geçmişten günümüze de yankılar taşıyor.  Şuara Suresi ile hakiki şairin tanımı yapılıyor.
Cahiliye döneminde her şairin bir cini olduğuna inanılırdı. Şairlerin bu cinlerden yardım aldığı söylenirdi. Günümüz şiiri için bu, ilginç bir durum. Gerçi bu cinin adı modern zamanlarda ilham oldu. Mesela birçok Batılı şairde, bu cin, absent ve kafa yapan çeşitli malzemeler olarak yerini aldı. Bazen Cahit Koytak ‘güzel sözlerin cini’ diyerek, bu döneme gönderme yapar, şiirlerinde.


Peygamberin öldürülmesini istediği, görüldüğü yerde öldürülmek için aranan şair Kâab bin Züheyr’in,  bir an Peygamberimizin karşısına çıkıp, ihtida etmesi ve Kaside-i Bürde’yi O’na sunması, birçok farklı yönler taşımasına rağmen, İsmet Özel’in, Diriliş dergisinde 1974'te yayımlanan Amentü şiirinin atası gibi duruyor.



Adem KALAN

3 Temmuz 2018 Salı

Yusuf’u güzel kılan da derinlikti



Seferber Dergisi, bilge mimar Turgut Cansever’i dosya yapmış. Çeşitli ve önemli yazılar var. Mimari tarzımız kadim haliyle, yeni haliyle ve geleceğe nasıl taşınır konusuyla tartışılmış.

İnsan gibi mimarinin değişmeyen bazı temel özellikleri var, aynen insanın hep iki ayaklı olması gibi.
Mesela nasıl insan üzerinde coğrafya kaderse, mimaride de benzer durum var.  Ya da Allah hem insan hem de mimari eserler üzerindeki kaderini coğrafya üzerinden yürütüyor. Belki de doğrusu bu. Örneğin Marmara İlahiyat Fakültesi Camii hakkında dergide yazılanlar bu açıdan önemli. İstanbul’da çöl ve çöl iklimi olmadığı halde neden camilerimizde çöl tonlamaları kullanılır acaba? Diye soruluyor. Hakikaten, insan, özün aynı kalmasına rağmen, bulunduğu mekana göre çeşitli göz, ten ve ses farklıları kazanır ve mimari de bundan azade olamaz.

Turgut Cansever’ göre mimarinin birinci ilkesi tevhid’dir. Ve bu tevhid’e en yakın yerden, kendi coğrafi konumu üzerinden başlamak zorundadır. Sonra zaten Kabe’ye uzanır. Ve bu tutum da derinlik ilkesiyle anlatılır, dergide. Çünkü Yusuf’u güzel kılan da derinlikti* denir.

*İsmet Özel


Adem KALAN


26 Haziran 2018 Salı

KURULUŞ DERGİSİ TEMMUZ AĞUSTOS 2018 SAYI 28







                         
                        kuruluşdergisi

2 Haziran 2018 Cumartesi

&



İbrahim Tenekeci’nin kitabından öğreniyorum. Teoman Duralı, şikayet babından, ‘Hayatında bir fidanın olgunlaşmasını izlememiş, bir kuzunun doğumuna şahit olmamış çocuklara Allah’ı anlatmaya çalışıyoruz’ demiş.

Yine İbrahim Tenekeci, ‘Toprakla münasebetimiz azaldıkça, insan olmanın inceliklerinden de uzaklaşıyoruz’ der.

Ve tabiatsız kalmış bir kentin Kur’an kurslarında verilen eğitimle, doğayla iç içe olan bir yerdeki Kur’an eğitiminin birinden oldukça farklı düzeylerde seyrettiği üzerine de bir sürü araştırmalar, açıklamalar yapıldı.
Tabiatın içinde hiç yaşamamış insanların da eksik kaldığı, ilerleyen yaşlarda da bir türlü olgunlaşamadığı da görülmüştür.
Gerçi bütün bu şikayetler bizi şuna vardırıyor. Kadim hayatımızda olan ‘Allah, ben, tabiat’ arasındaki seyru suluğun gerçekleşmemesi, insanda hem kalbi hem akli olarak eksikliğe yol açıyor. Bu seyru suluğun duraklarından biri de çünkü tabiattır. O olmayınca kadim zincir kopmuş oluyor.



 Y.Türk

KADİM SEYİR


İbrahim Tenekeci, bir yazısında ‘Bizim için mutluluk, deniz, güneş ve kum değil; Allah, insan ve tabiat üçgenidir’, der. Molla Sadra buna seyru suluk ve serüven, der. Yani insan; Tanrı, ben ve tabiat arasında yolculuk yapar. Ve bu yolculuk Tanrı’da biter. İnsan böylece, evrendeki manasına, kulluğunun derin anlamına kavuşur. Gerçi modern anlamda sanatlarda ortaya çıkan yönelimler de eksisiyle artısıyla bu yolculuğun serüveninden başka bir şey değil. Tanrı, ben(insan) ve tabiat üçgeninde akıp için bu macera akımlarla dile getirildi modern sanatta. Örneğin Natüralizm ve Parnasizm sanatın, şiirin tabiat kısmında oluşan akımlardı.  Bu kadim seferin ikinci durağı olan ben kısmında ise insanın duygu ve nostalji ihtiyacını karşılayan Romantizm ve onun kadim alana gönderme yapan Klasizm gibi akımlar ortaya çıkıyordu. Tanrı’ya dönüşü ise insan Sürrealizm ve Metafizik gibi kavramlar veya akımlarla adlandırıyordu. Şimdi görüyoruz ki bütün bu akımlar Tanrı, ben ve tabiat seyru suluğunun alt başlıkları ya da daha alt şubeleri veya ayrıntılarıdır.

Ve Yunan felsefesi bu yolculuğu natürmort sahada sabit kalarak bitirdi. Avrupa ise ben’e saplandı (Düşünüyorum, öyleyse varım (Descartes). Diğer unsurlara yolculuk yapamadı. Bunun adına ise hümanizm dendi.

Y.Türk