12 Mart 2017 Pazar

25.




Kahramanın düsturlarına yatırım yapan edebiyat, Türkiye ve çevresinin fikir olarak dışa doğru bir kabarmaya gidişinin göstergesidir. Modernlikte İslam toplumlarına doğru gerçekleşen zihinsel, kültürel ve askeri kuşatmalar Müslümanlara bir sömürge dönemi yaşattıktan sonra Doğu'da ortak unsurlarla hareket etme ihtiyacı doğdu. Bu ise bazı bölgelerde ortak düşünce etrafında bir millet olmanın önemini artırdı. Merkezdeki Avrupa'nın ve Amerika'nın önemini ortak duygular aldı. Mesela İran ve Türkiye şii ve sünni bloklara rağmen İslam medeniyetleri başlığı altında medeni ilişkileri tercih etmek durumunda kaldı.  Bu iki blok birbirlerini yok etmek yerine Avrupa ve Amerika uygarlıkları gibi İslam'ın iki ayrı medeniyetleri olarak yollarına devam etmeliler. Bunu da sanıyorum bir güç dengesine duydukları arzu ve samimiyetle başarabilirler. Aslında iki İslam medeniyeti de sadece yoğurt yiyişlerinde farklılık arz eder. Öte yandan birbirleri için de birer imkan olarak durmaktadırlar. Diğer yandan, bir zamanlar, Afrika Müslümanıyla Bosna Müslümanını aynı mekan ve zamanda buluşturan Osmanlı tipi siyaset, Türkiye'nin damarlarında dolaşım imkanı bulmuştur. Açıkça söylemek gerekirse İran bundan ürkmemelidir. Bu, İran ve Türkiye arasında vasat bir dengenin sağlanmasından başka hedef gütmez.  İran kendine has ve ilginç bir İslam medeniyeti ülkesi olarak, bunu anladığı ve yayılmacılığı tetiklemediği sürece Türkiye için bir olanaklar kapısıdır. Sünni olan şiiliği; şii olan sünniliği ortadan kaldırmaya yeltenmemeli. İslam'ın birden fazla medeniyet görüşüyle yaşamasının İslam'a bir zararı olacağı kanısında değilim.  Tarihe biraz da doğal bir değişim alanı olan bu süreği sunmak gerekir. Ama bunlara rağmen Kahraman eksenli siyaset Doğu ve Batı İslam toplumlarının bir arada bulundukları, alış veriş yaptıkları daha medeni daha ortak bir mekandır.   Türkiye'nin asıl siyasi ruhu da zaten  böyle bir şeydir.


Y.TÜRK

KİBİR VE TEVAZU



Günümüzün cemaat liderleri veya butik alimleri aşırı ve gereksiz şekilde meşrep kavgası vermekteler.
Bu tür kavgaların devlete ve millete kazandırdığı tek şey: Bezginlik, yıkım ve dağılmak olmuştur.
Osmanlının son zamanlarında merkezi kamuda Fakılar ile Sofuların itikat kavgaları vardı. Millet, senelerce bu iki kesimi tiyatro gibi izledi. Başka işlere kafa yormayı unuttu. Dış dünyada meydana gelen gelişmeler, bu çekişmelerin gölgesinde yitti. Ticaret bitti. Sanat  buharlaştı. Siyasa çöktü. Osmanlı toprak ve saygınlık yitirmeye başladı.
İstanbul fethedilirken, Bizanstaki kiliselerin yine buna benzer  boş tartışmalar yaptığı bilinir.
Hakeza Moğollar İslam dünyasını yerle bir etmeye yeltenirken medeniyet ve bilginin beşiği olmuş Bağdat’taki Beytü’l Hikme adlı irfan ve bilim evinde alimlerin, incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalara yöneldikleri yazılır. Yani alimlerin ve alim kılıklı insanların bu tür hareketlere tevessül etmeleri, ülkelerini ve birikimlerini kaybetmekle sonuçlanmıştır.
Kur’an’da ilim edinenler ve kibre kapılanlar şeklinde adlandırılıyor, bu tür bilginler.
Bir rivayete göre Yunus’a Mevlana’nın Mesnevi’sini sormuşlar. O da Mesnevi için çok uzun ‘Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm’ dense yeterdi, demiş. Ama aynı Mevlana’nın nazarının da kendisine makam atlattığını, gönlünün ışıklarının yanmasına vesile olduğunu söylemeyi ihmal etmemiştir. Mevlana’nın da Yunus için ‘hangi makama erdiysem, o Türkmen kocasını benden önce varmış gördüm’ demesi karşılıklı tevazu ve anlayışın diğer ucudur.


Yeprem Türk

Söyleşi



Aykut Nasip KELEBEK ile Söyleşi


Konuşan: Adem KALAN


Bir şair olarak ilk nesir kitabınız çıktı.  Bu sizin için ilk poetik kitabınız. Hayırlı olsun. Ancak poetik metinler üreten şairlerin dışlandığı edebiyat ortamımızın size ceza kesme olasılığı nedir? Şiirin yanında neden poetika?

Öncelikle iyi dilekleriniz için teşekkür ederim. “Kanlı Canlı Şiir” çıkalı bir ay kadar oldu, kitapla ilgili şimdiye dek aldığım yorumlar, bazı küçük önerilerin dışında olumlu yöndeydi; şiiri hakkında -olumluların yanında- bazı olumsuz görüşler bildirdiğim şairlerden de -sağ olsunlar, gözlemlediğim kadarıyla metin-içiyle metin-dışını ayırt etme konusunda ilerleme kat ediyoruz- büyük oranda övücü, yüreklendirici paylaşımlar aldım. Poetika biraz farklı bir alan ama evet, aktüel şiir üzerine  yazanların belli bir temkinle, bir çeşit tepkisellikle karşılandıkları bir gerçek; nitekim ben de bu kitaptaki bazı yazılardan ötürü, dergilerde yayımlandıkları süreçte bazı tepkiler, küskünlükler ve burada söylemeliyim, çirkin hareketlerle karşılaşmıştım ki zaten bunu da kitabımın sunuşunda kısaca belirttim. Hatta bir öykücü dostum, “Arkadaş her yazdığın yazı olay oluyor, boşver eleştiriyi, şiirine odaklan” demişti bana bir defa. Fakat o yazılar bir araya gelip “Kanlı Canlı Şiir” adında yaklaşık iki yüz sayfalık bir kitaba dönüşünce, gördüğüm kadarıyla çevrede de özel bir ilgi ve dikkat oluştu. Yani son derece ciddiydim. Yaşımın, kabul edelim ki bu işler için alışılmamış bir yaş olması ve pek el atılmayan bir türe yönelmem de öyle zannediyorum ki birçok insanda bu kitaba karşı ayrı bir sempati yarattı. Bunlar, erken yorumlar elbette; algı yarın tamamen terse de dönebilir. Ama bana sorarsanız, edebiyat ortamımızın eleştiriyi ödüllendirip temelsiz/samimiyetsiz övgü ve yergileri cezalandırmaya başladığı gün, ideale bir adım daha yaklaşmış olacağız. Gelelim, şiirin yanında neden poetika, sorusuna: Kimse eleştiri yazmıyor, bu boşluğu doldurayım yahut eleştiri yazarak edebiyatımızı zenginleştireyim gibi düşüncelerle hareket etmiyorum, böylesi bir ödev bilinci eleştiriyi benim için bir sıkıntıya dönüştürürdü. Ben, kendi zihin dünyamda şiirle eleştiriyi birbirinden bağımsız düşünemediğim için eleştiri yazıyorum, şiir eleştirisi benim için şiir gibi bir şey yani -ilk şiirimle ilk eleştiri yazımın birbirini izleyen aylarda, ilk şiir kitabımla ilk eleştiri kitabımın arka arkaya yayımlanması da bu durumu bir başka açıdan somutluyor-. Çabamın bu eleştiri boşluğunu doldurmak, edebiyatımızı zenginleştirmek gibi sonuçları olursa bundan da büyük mutluluk duyarım. Eleştirmenlik, hem zekâma iyi geliyor hem de hayatın diğer alanlarının zekâma katkılarını görmemi sağlıyor. Eleştiri yaza yaza, ukalalık olarak algılanırsa çok üzülürüm, Bedri Rahmi’nin “Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası/Ayak seslerinden tanırım” mısralarındaki ruh haline erdim; eleştiri galiba bu ayak seslerindeki ritmi çözümlemekle başlıyor. Neden eleştiri, neden poetika sorularına çok sayıda farklı yanıt verebilirim belki, şu an aklıma bunlar geliyor. Son olarak, kendi bağlamımdan çıkıp şiirle ilgilenenlere birkaç öneride bulunmak isterim: Türk şiiri bir umman. Ben 1950 sonrasına ayrıca yöneliyorum, fakat şiirimizin her dönemi ve her aşaması dikkate değer bir zenginlik içeriyor, bu alana girip nitelikli eleştiriler çıkarmak, yeni tartışma alanları açmak gerekiyor. Biliyorum, bakirliği ölçüsünde yankısız bir alan Türk şiiri eleştirisi, ama sabır ve mücadele.

Bence yeni kuşak imgeciler, yeni çağda imgenin nasıl kullanılacağına dair ilk ipuçlarını bu kitapta bulacaklar.

Bu, enteresan bir yaklaşım. Aslında kitapta imgeyi merkeze alan herhangi bir kuramsal metin yok ancak kimi imgeci şairler hakkındaki yazılarımdan imge yaklaşımımı çıkamak mümkün sanırım. Ben, imgeyi, okuru metne yabancılaştırmada değil dahil etmede bir araç olarak değerlendiriyorum; anlamlandırma açmazına değil belki çok anlamlılığa davet ediyorum. Bir aforizma söyleyeyim mi? Okuru bünyesine alan şiirler demokratiktir, dışlayanlar otokratik…

Osman Serhat, bir metninde,  Zafer  Acar ve  sizin için Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar benzetmesini kullanmıştı. Elbette bunu usta çırak anlamında söylemişti. Kitabınızda da bu yönde doğal bir eğilim var.

Zafer Acar hakkında “Kanlı Canlı Şiir”de iki tane yazı var, ayrıca kitaptaki bazı başka yazılarda da Zafer Hoca’ya ilişkin farklı bağlamlarda kurulmuş birtakım ifadeler mevcut. Son dönem şiirimizde Zafer Hoca’ya özel bir konum atfettiğim, sizin de ifade ettiğiniz üzere kolaylıkla anlaşılıyor. Osman Serhat’ın benzetmesine gelirsek: Osman Abi’nin özel bir şiir ve hayat algısı vardır, yeteneği kolay fark eder, çok pratik tespitler yapar, sözü hiç dolaştırmadan söylemekte de üstüne yoktur. İşte bu da o türden bir yaklaşım biçimi. Evet, aralarında neredeyse yüz yıla yakın bir ara bulunan ancak birbirlerine -henüz hatıra anlatacak yaşa gelmedim herhalde- çok benzeyen iki ilişki, -kendime ve çevreme dışarıdan bakabildiğim için bu hususta konuşabiliyorum- ne var ki hiç benzemeyen tarafları da var. Yahya Kemal’in, Tanpınar’ın şiirleri/yazıları üzerinde uzun uzadıya durduğu konusunda bir malumatım yok, “Şiiri bırakın, o benimle bitti” gibi cesaret kırıcı sözlerini ise yine Tanpınar’dan dinliyoruz. Zafer Hoca ise saygıdeğer bir titizlikle benim şiirlerim/yazılarım üzerinde büyük emek sarf etmiş, nadir karşılaşılır türden bir nezaketle beni sıkça onore etmiştir. Tanpınar’ın Günlükler’inde açığa çıkan Yahya Kemal kırgınlığı, belki biraz da buralarda yatıyor.

Kanlı Canlı Şiir,  aslında imgenin yenilenmeye çalışıldığı bir şiir atölyesinde inşa edilmiş.  İmge, ironiyle Zafer Acar’la yenilenmiş ve Aykut Nasip Kelebek ile yoluna dönüşerek devam ediyor, daha kanlanarak daha canlanarak.

Bunları konuşmak için biraz erken sanıyorum, en azından benim konuşmam çok şık olmaz. Ama şunu söyleyebilirim: Zafer Hoca ile tanışmazdan evvel yazdığım ilkgençlik şiirlerimde Sezai Karakoç’un şiirinden etkilenmiş, gelenekle moderni uzlaştırma çabası veren bir delikanlının mücadeleleri vardır; dolayısıyla Hoca ile buluştuğumuz zemin şiirdi. Daha sonraları kendisinden sadece imgeye değil, şiirin neredeyse bütün problemlerine dair birçok şey öğrendim ve aramıza daha sonradan katılan genç şair arkadaşların da varlığıyla buradan ortak bir -sadece imge ve ironiye hapsetmeyelim- şiir anlayışı doğdu. Şu an Zafer Hoca’nın şiiri ve poetikasının sadece bizim ortamımızda değil -Osman Serhat’ın, “Hamse”nin arka kapağında belirttiği gibi- genel olarak edebiyat ortamında önemli bir etkisi var. Ben yavaş yavaş kitaplarımı yayımlıyorum, diğer arkadaşların da dosyaları önümüzdeki süreçte kitaplaşacak ve sizin ifadenizle bu “şiir atölyesi”nin verimleri daha somut ve teklifleri daha açık seçik hale gelmiş olacak. İmge konusundaki yaklaşımlarımı, özetle yukarıda ifade etmeye çalıştım: Evet, imgeyi yenileme, elle tutulur, gözle görülür ve belki en önemlisi, kalple hissedilir kılma çabamız; bu kitabın belli başlı örgütleyicileri arasındadır.

Kavramları da hayatı da değerli kılan şahsiyettir,  imge için de aynı şey geçerlidir.  Kan ve Can  lazımdır elbette bunu sağlamak için.



Kitabın adı bir teklif elbette, çünkü okuduğumuz şiirlerin büyük çoğunluğu, gündelik hayatımızda sık kullandığımız kalıplardan olan “kanlı canlı”lığı yansıtmıyor. Kalıbın daha temel anlamlarına gidecek olursak, işte yaşadığımız hayat tam anlamıyla bir can pazarı, coğrafyamızda her gün oluk oluk kan akıyor. Şiirin bu kanlı canlılığı yansıtması, giderek bizzat hayatımızdaki/damarlarımızdaki kan ve can olması lazım. Hayatımızda yer edinebilmesi başka türlü mümkün görünmüyor. 



Kuruluşdergisi

24 Şubat 2017 Cuma

KURULUŞ, MART- NİSAN 2017, SAYI 20



                                                   
Kuruluş’un yirminci sayısı. Bu sayıda şiir, azınlıkta kaldı. 15 Temmuz Direnişi üzerine çatılmış metinlerimiz çoğunlukta. Ve kahramanın düsturlarının son maddesi yazıldı. Yeni kuşağın ileri şairi Aykut Nasip Kelebek’le yapılmış önemli bir söyleşi var. Hem şiir hem de Aykut Nasip Kelebek’in yeni çıkmış olan eleştiri kitabı ‘Kanlı Canlı Şiir’ bu söyleşide baş konular. Bu aralar, edebiyatımızda kavga yok deniliyor. Bu cümlelerle sık sık karşılaşıyoruz. Bunları diyenler, can sıkıntılarını giderecek seyirlik oyun isteyen avarelerdir daha çok. Aslında kavga var şiirimizde. Bu sürüyor. Ancak yeni kuşak, kişilerden çok fikirlerle kavga ediyor. Doksanlarda kavgaların çoğu şahsi idi. Şimdi daha çok fikirlere gönderme ve çatmalar var.  Ama asıl büyük kavgayı(savaşı),  Millet (Ümmet) 15 Temmuz gecesi verdi.  Diğer kavgalar bunun yanında ne kalır ki? 

kuruluşdergisi

Kahraman eksenli siyaset


Kahraman eksenli siyaset,  öncelikle bir isyan siyaseti değil.  İsyanı,  yüceltmiyor. Bir başkaldırı sanatı ve bir ihya usülüdür. Özellikle dünya geneline yayılmış veya adını duyurmuş sosyalizmin düstursuz ve fütursuz isyan tecrübesinden sonra bu ayrımı belirtmemiz gerekiyor. Maalesef bazen öyle anlar oluyor ki, Latin Amerika'da ortaya çıkan bir sistem bir görüş medya organlarının yardımıyla dünyanın öbür ucundaki başka bir medeniyetin tavır ve davranışlarına sinebiliyor. Tabii arada bunu sağlayan ve amaç edinen bir medya sihri var. Ancak artık insanlar, kısmen de olsa, medyanın görev ve amaçlarını çözecek birçok deneyimlere sahip oldular. İnsan denilen varlık, inandığı veya inanacağı görüşleri ekran denilen beyaz camdan test etmek istemiyor. Bizzat, itikadıyla, eliyle ve duygularıyla kontrol ederek bir kanaat oluşturma yolunu seçiyor. Yani burada demek istediğim şey kahramanın düsturlarından olan açık seçiklik, ihya edicilik; ideolojiler vasıtasıyla bulandırılamıyor.  Özellikle İslam toprakları, ideolojiler aracılığıyla gelen ilkesiz, zanaatsız isyan alışkanlığının ceremesini bayağı çekmiş görünüyor.  Bu şekilde ortaya çıkan bir isyan,  bir tarihi değiştirme arzusu, kadim geleneği bayağılaştırmıştır.  Milletin tarihi akışıyla uyuşmayan bir kalkışmadan başka ne umulur ki, bu da bilinmiyor.


Özellikle  sosyalizm kanalına hapsedilmiş hak arama mevzuu insanları daha büyük haksızlıklar yapmaya itmiştir. Haklılar, üsluplarından dolayı haksızlığa ve daha büyük bir vebalin kucağına düşmüşlerdir. Velhasıl, kendi kahramanının ruhundan uzaklaştıkça, insanlık, hak aramanın ve hesap sormanın zerafetini, yüceliğini, haklılığını, adaletini tüketip hayvansı ideolojiler içine düşürülmüştür. Bu hayvansılık Pol Pot gibi rejimlerle zirveye çıkmıştır. Ama şimdi, bu tür şeyler sorgulanmaya başlandı. Latin Amerika ülkelerinde sol izler siyasetten edebiyata doğru giderek siliniyor.  Özellikle Arjantin ve Venezuela gibi ülkelerde sağ partilerin  (2015) seçimleri kazanması, sol akımın genelce kan kaybetmesi Latin Amerika düşünce ve siyasetine damga vurmuştur. Belki de sol, insanlığı taş devrine taşıma gayreti güden ham, yabani bir şeydi. Topraklarımızda isyan ve sol gibi kavramlar, doğudan girip batıdan çıkıp gitmiştir.  Kahraman eksenli merhamet, adalet ve ihya sanatının görüş alanını gölgelese de yok edememiştir. Bugün bu tutum sahada, daha da belirgin bir hale gelmektedir. 


Y.T.

A.


15 Temmuz Savaşı’nı, sadece tanklarla ve meydanlarla sınırlı kılmak  bu harbin anlamını bilmemektir. Onun çerçevesini gizlemektir. 15 Temmuz,  din ve vatan savaşı olmasının yanında insanlık onurunun da savaşıdır.  Ümmetin harbi olduğu kadar 15 Temmuz, insanın kadim bedenin de savaşıdır.  Gözün, aklın, duyguların savaşıdır.

Ayriyeten yüz yıldır, kapitalist sağanak altında yorulmuş yüreğin; göze hitap etmeyen ve çıkarırcasına gözü yoran kara dünya düzeninin kara görüntüsüne  karşı;  güzelliği meslek edinmiş gözün savaşıdır.

Gürültüden yorgun kulakların, kentleri gürültü atmosferine zapt edenlerin rağmına yaptığı bir savaştır.  Ak ellerin kara ele karşı çıkmasıdır.  Kara üretime karşı ak bir üretim teklifidir. Yani kara nesneye karşı ak nesne savaşıdır. Açıkçası o gece, bilim ve felsefe alanında, ilerde verimi görülecek doğru ve büyük bir çıkışın başlangıç noktası olmaya adaydır. Bu yönüyle 15 Temmuz; ilmi, ahlak ve vicdandan uzak olarak kullanan diyabolik yani şeytani zekaya karşı iyimser aklı sunmuştur. Yani o gece, kara biliş reddedilmiş yerine ak biliş önerilmiştir.

Doksan yıllık eski cumhuriyet tarihinin, milletçe, izana, akla, gönle, göze ve kulağa hitap etmediği görülmüş;  buna karşı aynı zaman da  medeniyetimizin orijinal estetik anlayışı ve duruşu kültüre ve sanata çağrılmıştır.


Y.T.

SÖYLEŞİ

YEPREM TÜRK İLE SÖYLEŞME
____________________________________________

Mehmet Yenice



                   
Yeni kitabınız çıktı hayırlı olsun.

 Sağolasınız.

Bir yıl içinde iki şiir kitabı çıkardınız.  Biri : Ben Milletimde Muhammed’in Cemalini Gördüm, diğeri : 15 Temmuz’a YAKMA.

Yazılması gerekince yazılan şeylerdir, ikisi de. Türkiye’de de son bir yılda çok önemli olaylar oldu. Değişiklikler meydana geldi. Türkiye onlarca yılın biriken siyasi ve kültürel kirlilikleri üzerinden atmak için aynı sene içinde on yıllarca göstereceği çabayı bu kısa sürede göstermek zorunda kaldı. Yeni bir Türkiye daha doğrusu ihya olan bir Türkiye var, bir millet var. 15 Temmuz bu durumun miladıdır. Bu iki kitabı bu manada görmek lazım.  Böyle bakarsak bir yıl içinde iki kitap çok değil.

Ben Milletim’de Muhammed’in Cemali’ni Gördüm’ üzerine ...

Bir şeyler dememi istiyorsunuz. Bu biraz da siz yapmalısınız. Ancak şunu söylemem iyi olur. Bizim için asli kaynağımızdır, bu kutlu cemal.

YAKMA, beklenmeyen bir kitaptı.

Benim için de öyleydi.15 Temmuz’a YAKMA da 15 Temmuz’a yakmadır. Beni en çok burkan kitabım. 15 Temmuz manası halkımız gibi dünyada garip bırakıldı. Bu beni sarstı.
Bu şiir kitabının bende ilginç bir ağırlığı var. Bu kitabı yazmayı, bana verilmiş bir görev gibi hissediyorum. Manevi alemimin vazifelendirmesi olabilir, bu şey. İlginç bir de hikayesi var kitabın. En son, şiir kitabımı yeni çıkardığımdan olsa gerek uzunca bir dönem şiir yazacağımı düşünmüyordum. En azından üç beş ay şiire dokunmamakta karar kılmıştım. Ama beni 15 Temmuz’un garipliği üzüyordu. 15 Temmuz ruhunun şiirde daha tam olarak anlamı belirginleşmemişti. Belki de bu dert, bu ilhamı bana doğru yöneltti. O aralar Osman Serhat ile çok buluşuyorduk. Osman Serhat’ın  ‘Yeprem seni ilk kez bu kadar çok garip, boynu bükük görüyorum, bir şey mi oldu’ dediğini hatırlıyorum. O gece Sezai Karakoç’u rüyamda gördüm. Bir masa etrafındaydık, 15 Temmuz bağlamında konuşuyorduk. Elindeki küçük kağıda bir dize yazdı ve bana uzattı. İki gün içinde bu ilhamla baş başa kaldım.
Bu şiirlerin tümü aynı ilham çerçevesinden damladı. Hepsi aslında bir bütün.  Ayrı, birbirlerinden kopuk  parçaların olduğunu düşünmüyorum şiirde. Eğer öyle sananlar varsa, hepsi 15 Temmuz ruhundan damlayan ilhamla mutlaka bir bağ taşımaktadır. İyi bakılmalı.

Kuruluş dergisi devam ediyor. Önümüzdeki ay sayı 19 olacak.

Evet, Kuruluş devam edebildiği kadar devam eder. Etmelidir de. Günümüzün dergileri genelde belli sermaye sahiplerinin gölgesi altında çıkıyor. Bu da dergiyi istediğini söyleyebilme konusunda kısıtlıyor. Düşünün ben Mehmetli Milletiyiz, dediğim hiçbir yazıyı o çevreler yayımlamamıştır. Mehmet ismini İsmet Özel’e sorarsanız Muhammed ismine karşı Yahudiler çıkarmıştır. İlahi. Bazı dergi muhitleri hala bu söze inanıyor biliyorum. Bari Komünist olmadan Müslüman olunmaz şeysine de inansınlar. İslam’a yeni şart eklesinler. Oysa biz 9. yüzyılda, ..., Viyana kuşatmasında söylüyorduk Muhammed’in Mehmedileri olduğumuzu. 
Dediğim gibi gençlere gelecekte cesaret vermek istiyorum bu konuda. Ya da sermaye dayanağı olmadan doğruyu konuşup yazabilme kuvveti. Ne demiş şair ‘Kalemimin ucundaki cesaretim/ Terbiyeli rızkım benim’

Sermeye çevreli edebiyat masumiyetini ve temizliğini yitiriyor mu acaba?

Şiir ve fikir temiz kundak ister. Rızkı temiz olmayan bir şiirin veya fikrin insanlığa hayır getireceğini bekleyemeyiz. Yunus’un şiir ve düşünce nasibi ne kadar aydınlık ve emek ürünüdür mesela. O kadar da orijinaldir.  Her şeyin yerinde ağır olmasından kaynaklanıyor, bu. Yunus, saray çevrelerinde yetişmedi biliyorsunuz. Kendi yerindeydi, sözü de yerinde oldu.

Nasıl yani?

Yani şiirin bir yeri var, bizde. Yetiştiği tarla diyelim biz buna. Siyasi şiir de olsa bu böyledir, pastoral şiir de olsa öyledir. Milletin geleneksel şiir damağı zaten bunu hemen fark ediyor. Toplumsalın da bireyselin de  istediği kriter bu. Manevi bir kuluçka gibi sıcaklık,  elif gibi doğruluk. 

Bir de sizin imgeye olan mesafeniz aşikar olmuş son kitapta. İmge ile metafiziği ‘kurgu ve nefes’ şeklinde ayırmışsınız.

Geçenlerde bir şiir yazmak istedim. İmgeyi aldım yanıma yola çıktım. Dedim ki imgeye, işte millet, onun halinden bize bir şey anlat.
Başladı, gözlerini sil milletim/ yaşların düşüp kırılacak, gibi dizeler kurmaya. Gerçeği bozdu gördüm. Ancak bitkilerin gözyaşları düşünce kırılabilir.
İmgeyle değil bizim milletimizin hali ancak metafizikle anlatılabilir.
Aslında her daim ikisi de,  birbirinden ayrı olmuştur. Sezai Karakoç örneğin Hıristiyanların İsa’yı asli temelinden kopardıklarını ona ayrı bir anlam yüklediklerini söyler. Bu şu demek, metafizik yerine Batı’da imge konuşlandırılmıştır. Nefes yerine de kurgu. Gerçi bunlar bizim Batı düşüncesi ile olan temel farklılıklarımızdır. Savaşlarımızda ve günlük hayatlarımızda da biz bunu hissederiz. Batı dünyasının resimde bizde önde olma sebeplerinden biri de budur. Nefes resme gelmez, imge ise tamamen resimseldir. Elbette onlar resimde üstünseler yani kurguda iyiyseler; biz de başka şeylerde onlardan yüksekteyiz. Nefes’i iyi kullanan bir milletiz. Batı insanı bu konuda hızımıza yetişemez. Nefes resim sanatına gelmiyor, yapacak bir şey çok. Nefes alanında yeni çığırlar açmamız gerekir. Kısacası dünya tarihini bile ikiye bölmek mümkündür. Bu katiyen medeniyetler çatışması dediğimiz bir alan yaratmak değil. Olsa olsa farklılıkları bulmaktır. Batı tarihi bir kurgu tarihidir. Bizim aziz tarihimiz bir nefes tarihidir. Bedir Savası, bir nefes gazasıdır.

Son kitabınızda referanslar daha çok Yunus bağlamında olmuş. Birçok modern şairimiz örneğin Ali Şeriati’yi falan şiirlerinde kullanırken siz bunlardan kaçınıyorsunuz.

Bence, şiirimin yapısından kaynaklanan bir şey bu. Refere kaynaklarım Yunus oluyor, Mevlana hatta İbn-i Arabi oluyor ama Ali Şeriati şiirimin aklına pek gelmiyor. Baktım Aliya İzzetbegoviç bile geçmemiş şiirlerimde.
Doğu ve Batı arasında İslam  ve İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuş’un Sorunları’ gibi önemli kitapların yazarı Aliya İzzetbegoviç’in  gelenek ve tarihi bir zindan olarak görmesi ilginç. Ali Şeriati de aslında tarih için böyle düşünür.  Batı’da yetişip sonra ülkelerine dönen İslam alim ve liderlerin çoğunda aynı düşünce hakim. Oysa bir milleti ve medeniyeti ayakta tutan sütunlardan biri de tarihtir. Gelenektir.
Mevlana ve Iraki’de de benzer temalar aynı fonda işlenmiştir. Örneğin onlar da bir yerde tarihi, coğrafyayı ve insanın kendisini insana zindan şeklinde kodlamışlardır. Ancak bu bir Seyr -i Süluk tecrübesidir.
Millet yolunda gelenek, göz açan, yerini bulman için geriden ışık olarak yanan bir şeydir.
Sanırım İslam aleminin modern alimlerine olan güven daha tam yerine oturmadı. Gelenekle tam olarak sınanmadılar, onlar. Yani onların söylediklerinin sağlamaları yapılmadı. Onları şiirimde kullanmamışsam biraz da bundandır.

Sice zarf mı mazruf mu?

Bir ara sırf mazrufa önem veriyordum. Hayatımda şiirimde ve fikrimde. Artık her ikisinin de önemli olduğunu anladığım zamanlara erdim. Dergilerimin ve kitaplarımın kapaklarını dahi matbaacı istediği şekilde yapmıştır. Onlara o kadar da dikkat etmemişim yani. Tabi ki daha çok mazrufa dikkat edilmeli. Zarfın düzeltilmesi çabuk olur da mazruf yanlışsa bunu telafi etmek neredeyse imkansızdır. Sonuçta her şeyi güzel yapmak gerekir. Bilirsiniz;  Allah güzeldir güzeli sever demek bizde bir medeniyet mesleğidir.

Şiire görev biçenlerdensiniz?

Otun bile bir görevi varken, otu küçümseme manasında getirmiyorum lafı, şiirin niye olmasın. Ben, şiirimin millet mesaisi yapmasını istedim. Mesela milletinin işlerinde koşturmaya başladığında el kadar olan şiiri  ümmetin işlerine koştura koştura kocalsın. Zaten şairlik geleneği biz de bundan başka bir şey murat etmemiştir.

Şiirlerinizde günün şairlerinin aksine asabiyenin gücüne inanan bir tarafınız var? Yazılarınızda da buna dikkat çektiniz.

Asabiyye yanlış anlaşılan bir şeydir. Asabiyyeyi sırf hayvani geometri gibi görülemez. Asabiyye canlılık belirtisidir. Sezai Karakoç’un Kıyamet Aşısı adlı kitabını bu konunun anlaşılması için salık veririm. Süt kandan başlar, dönüşür, süt berraklığına ulaşır. Her süt kandan çıkıp gelir. Kan asabiyeyi, sütse medeniyeti temsil eder. Süt gibi temiz, sade, açık bir meyveye ulaşmak için kan gibi bir karışıma, karanlığa muhtaçsınız. Kan yoksa asabiye yoksa kan da süt de yoktur. İstanbul ve Bağdat’ın geçmişine baktığınızda tarihin en güzel anlarının bu dönüşümün iyi yapıldığı zamanlara denk geldiğini görecekseniz. Beytül Hikmet örneğin. İnsanlığın kandan süte doğru yaptığı bir yolculuktan başka bir şey değildir. Bu manayı bizde Sezai Karakoç enfes bir şekilde anlatmıştır. İnşa etmiştir. Sezai Karakoç’un şiiri tamamen bir süt şiiridir. Örneğin Cahit Zarifoğlu ise toplumsal bazda değil ama bireysel bazda bu yolculuğu, bu kandan süte evrilişi müthişçe söylemiştir. Çoğu şair, onun kandan süte geliş gidişlerle söylediği şiirleri erotizma olarak yanlış yorumlamıştır. Cahit Zarifoğlu’nda oysa kanın durumu sütün durumu kanın süte geçmesinin durumları vardır. Beyaz haberlerim vardır, bir Cahit Zarifoğlu söylemesidir. Kanın karanlığından durulu durula terbiye edile edile gelesi bir beyaz haberdir bu.

Dünyada şiirin geleceği nedir? Ne olur? Önemli midir hala?

Kısa vadelerde değil ama uzun vadelerde şiir her zaman önemlidir. Şiir, tür  olarak ne arkaik o tarihsel kıymetini ne de etkileme gücünü düşürecektir. Şiir, şiirdir hep. Ancak şiirin gerilediği veya yükseldiği topraklar olacaktır. Şiir türleri arasında geliş gidişler olacaktır. Büyük ırmaklar belki kısa süreliğine kesilip akamete uğrayacaktır. Ancak sonra yine sürüşünü devam ettirecektir. Örneğin İran şiiri, eskisinin yanında neredeyse modern anlamda yok gibi. Son zamanlarda İran şiiri natürmort sahaya yönelmiştir genelce, o eski derinliğiniyse yitirmiştir. Gerçi son iki yüz senedir şairlerimiz, Batı dünyasının hem ekonomik hem emperyal olarak dünyaya verdiği tahribatı haykırmayı kendine görev bilmişlerdir. Yani Batı, şairin yönünü iç dünyadan dış aleme çekmiştir. Doğu, şiiri son yüzyılını Batı’nın yıkıcı tarafını haykırmaktan fırsat bulup da daha varoluşsal kaygılara geçememiştir. Ancak böyle de olsa şiirin kadim bir  hikayesi vardır ve bu, sürüp gider.

Şiirlerinizde ilginç bir sesiniz var? Sizden daha önceki şairlerin sesine pek benzemiyor.

Zaten ben şiirde, bunu dilerdim. Öyle olmuşsa sevincim vardır şiirim adına. Gerçi şiirimdeki ses nasıl bir şey? Ben biliyorum. Dilimle ve kafamla tadıyorum. Hatta bir meyveye daha da olmazsa bir ağaca bile benzetebilirim sesimi. Ama bunu söylersem sırrım bozulur. Bu ağaç da meyve de duygusal bir ağaçtır. Ne de olsa her fikrin altında bir duygu, duyu vardır. Öyle olmalıdır.

Şiir kitaplarınızı sırasıyla ve adlarıyla toparlamak isterseniz?

İsteyeyim. Önemli Olan, şahsi kişilikten devlete doğru giden bir yürümenin eseridir. M.D., adlı şiir kitabım, devletimin kadim rengiyle ilgilidir. M.D., Mehmedi Devlet, demektir. Açıkça söylersek Hz. Muhammed’den bu yana bizim devletlerimiz Mehmedi bir damarla daim olmuşlardır. Artık Türkiye de Mehmedi bir devlettir. Bunları söylemek istedim. Şiir diliyle tabi.  Ben Milletimde Muhammedin Cemalini Gördüm isimli eserim, aynı rengi milletimize yansıtmakla ilgilidir. Son kitabımız ise son kurtuluş savaşımız 15 Temmuz Direnişi’nin dünyasında gezinmedir. Bazı yerlerindeki şiirlerle de onun tarihsel olarak konumunu saptamaktır. Ümmete, devletime, milletime, şehitlerimize olan borçlarımdır sonraki üç kitap da. Bundan sonra ne yaparım. Ara ara politik şiir ancak daha çok ilahiler yazmak istiyorum. Şiirimce ilahiler olmasını da arzularım.