22 Aralık 2019 Pazar

KURULUŞ, OCAK ŞUBAT 2020 ve ŞİİR YILLIĞI







Emek ürünü bir nüsha - yıllık oldu, bu sayı. 
Kapak: Selçuklu renginde.  
Matbaaya    verildi. 
Üç gün sonra dağıtılacaktır.



          Yıllık hazırlamak, bayağı masraflı bir iş. Zaman da istiyor. Edebiyat dergilerini elimden geldiği kadar takip ettim. İyi şiir az yazıldı bu sene. Zaten kaliteli şiir, konuşuluyor ve duyuluyor. Bu dedikodu da size yardım ediyor.

Ama her fısıltıya ya da şiir kavgasına da inanmamanız gerekiyor. Yirmi kötü şiir yazıp da bir iyi şiir yazan şairin de açıkçası iyi şiirde istikrar göstermesini bekliyorum ve yoksa şiirini yıllığa almıyorum.

Para, sermaye ve kulüpler ile yürütülmeye başlandı epeydir edebiyat işleri. Zenginlerin ve iktidarın şemsiyesi altına girdi, şiir ve fikir. Ayrık yerlerde kendi başına var olan dergilere de şiir dünyasına da nefes aldırmıyor, buralarda çıkan yazın. Sermaye ve iktidar kendi düşünce ve damak zevkine göre şairler çıkarmaya çalıştı. Bir dizesi dahi olmayanlar, yüksek şair mertebesine eriştirildi, basının ve paranın olanaklarıyla. Ama hepsi boşa çıktı. Emeklere yazık oldu. Kötü bir şaire iyi demekle yalan söylenmiş oldu. Enkaza bina demekle okuyucular yanıltıldı.

Kuruluş dergisi 7. Yılına giriyor, bu sayıyla. Sessiz sedasız yazılıp, kitap dükkânlarına bırakıldı. Ama asıl etkisini blog üzerinden gösterdi. Az kişiye ulaşıldı belki ama hakiki okuyuculara varıldı denebilir. 

Arkamızda hiçbir sermaye grubu yok. İktidar yok. Yalnız ve ama samimi bir dergi, Kuruluş. Gelecekteki gençlere, zenginlerin kanatları altına girmeden de doğrular söylenmeli, bir yolu bulunup o hakikat yazıya dönüştürülmeli, demek istedim, bu tavrımla. Onları cesarete özendirmek istedim. Allah insanı yalnız koymaz, demek istedim. Boş verin sermaye sahiplerini. Çoğunun arkasından görünmeyen bin bir suratlı el var. O el sizi yönlendirmek, gerekirse sizi inancınızın, tarihinizin, varlık amacınızın tersine yüzdürmek isteyecektir. Sizi bir proje yapacaktır.

***
Fayrap dergisi, yayımlanmıyor.

Birnokta, yolculuğunu sürdürüyor. Dergi 19. yılında. Şair Mürsel Sönmez’in yönetmenliğinde.  Değişik bir estetik zevke sahip, dergi. Bu yönüyle şiir anlayışı da farklı. Nuri Pakdil yazınının ve İlhami Çiçek şiirinin yenilenmiş bir versiyonu gibi. Kapalı, derin, ilginç, ayrıksı.

Hece, doksan ve ikibin kuşağının öne çıktığı bir dergi. Hakan Şarkdemir, Hayriye Ünal…

Kitaplık, seksenlerin şairleriyle ve estetik algısıyla içli dışlı daha çok.

Varlık’ın nefesi doksanlarda kesildi. Doksanlarda şiir ve eleştiri birikimi sağcı dergilere kaydı. Şimdi ise Varlık, şiirden ziyade dosya konularıyla öne çıkıyor.

Natama, doksan kuşağının ve yeni biçimcilerin yer aldığı bir dergi. Eskilerden Heves’e benziyor biraz.

Dergâh, gelenekselliğini sürdürüyor. Ama doksan kuşağının hececileriyle ulaştığı zindelikten şimdi fersah fersah uzakta. 

Olağan Şiir, gençleri dosya yapmaya devam ediyor.

İtibar dergisi kendisini kapatmış.

Bu senenin iki güzide olayı: Yücel Kayıran’ın Amentüsü ve Süleyman Çobanoğlu’nun Tamgalar’ı yayımlaması.  Biz Müslümanlar önceden amentülere heyecanlanırdık. Bu amentü ister dünyanın başka yerinden gelsin ister Türkiye’den.


***
Kuruluş şiiri, medeniyet (devlet) şiiridir. İnsanın şiiridir, hükmüyle tasviriyle.  Solda felsefî şiir öne geçti. Yücel Kayıran bir hareketlilik sağladı, solda.

Yeni kuşakta Hece şiiri hızını kesti. Artık hecede İbrahim Tenekeci ve Süleyman Çobanoğlu taklit ediliyor.

Neo-epik şiir, Fayrap çıkmayınca ülkücü şiire dönüştü gibi.

Biçimci şiir, Ömer Şişman’da kaldı. Bu şiirin sonrası gelmedi.

İroni ve deformasyon şiiri ise Murat Menteş ve Ah Muhsin Ünlü seviyesinde seyrediyor.

    

Yeprem Türk





İKİ KİTAP





SON SÖZ

Ey kitap, bittiğin halde
Soracak olurlarsa sana ‘diğer adın?’
Ruhun tezenesi, de
İnsanın anlamından geldin












'...Öyle severiz ki sanırsınız âşıklığı yeniden biz bulduk.

Sevmemiz doymaz.

Ah ki türbelerimize akşam kızıllığı gibi ineriz. Orada, fâniliğe doymuş kalpler kadar mutmainiz. Ezeli bir zemindeyiz....'




İkindi Atı ve Türkiye Mesnevisi, iki kitapta yayıma hazır. Ancak dergiyi ekonomik olarak yormamak için ikisini de Mayıs ayında basacağız.



Kuruluş Dergisi

DUA


Reddedilmiş âşıklara dağlar
Kesik başlı Genç Osman gibi görünüyor

Anneler tarihi
Yüzü gürzle kapanmış sabiler olarak biliyor

En yüksek bilgileri bize acı veriyor
Saatten saniyeler tıp tıp kan gibi akıyor

Ezildikçe, at kuşanmış din ve tabiat
Bozuldukça düzen eşkıya sayılır olmuş ayet

İçinde bulunduğumuz dünya baştan aşağı sinir kin
Rabbim merhamet buyur yumuşasın zemin

Sonradan olma tüm cebirleri üzerimizden at
Değildir hiçbir hesap yaşam ahengine kader kadar rahat


Y. Türk

21 Aralık 2019 Cumartesi

30.



Türkiye’nin anneleri merhamet deryaları.

İnsan nurlanır, annelenir. Sonra kulaktan tekbirlenir. İnsan işte; etten, kandan, aşktan, sevgiden insan yapmayı öğrenir. İnsan, ilahî bir oluştur.  Dinî bir deyiştir.

Anne çocuğa pınardır.  Anne, hayata iyi gelir. Güzel ve derin yazıyla yazılır. Helâl sesle söylenir.  Anne, oğula ve kıza dünya cennetidir. Anne çocuğun uhrevî dokunuşçusudur, öpücükçüsüdür. Her çeşmenin kaynağı, insanın annesi vardır.  Anne, ferdir. Cennetin küçük bir örneğidir. Aydınlıktır. Karanlıklarda ışıkları yanan yerdir.

Ülkemin şiarı üç sesi yazmak isterim. Yani Allah’ın sevdiği üç sesi: Kur’an sesi, seher sesi, horoz sesi. Dördüncüsünü de ben ekleyeyim: Anne sesi.

İnsan anne, babaya sarılır dünyada sağlam durur. Sonra oradan edindiği kendi ruh köküne sarılır daha sıkı durur.

Kafa kâğıdı kadar göğüs kâğıdı da önemlidir, insan için. Hep soyla hem kalple bağlı. Anne ve baba, bu bağın dünyaya akan ırmağı. Anne geniş ve derin şey. Onu ne kadar sararsan sar tam kavrayamazsın. Anneden Tanrı’ya yol var, yürü yürü tüketemezsin.

Mecnun, Leyla hattında aşk üstünden giderek Allah sevgisine ulaşmış. Ben merhametten giderek, yani anneyi bir yol gibi yürüyerek Allah’a varmak isterim.

Aşk da merhamet de böylesi bir yol ve hüzün düzenindedir. İkisinde de menzil aynıdır.

Dünyada annesini üzen, sevgiden ve rahmetten çalar ve sorumlu tutulur, yeryüzü hırsızlığından.


Yeprem Türk

1 Aralık 2019 Pazar

1.12.2019



Sabah erkenden kalktım. Ezanı duydum, Haydar Paşa Camii minarelerinden. Evimin penceresinin yana kaçan cephesinde bir ev var. Yaşlı bir teyze, bu evde her gün sabah saatlerinde lambalarını yakıyor. Işığı hemen alıyorum. Beni de uyandırıyor. Sanırım namaza kalkıyor. Bense gökyüzünü izleyerek dinlenmeyi sevdiğimden, perdeyi açık bırakıyorum. Karşı tarafta apartman yok. Bu yönden rahatım.

İstanbul, yağmuru özlemiş. Tan zamanı camlarım tıpır tıpırdı.  Ve işte tamda kitap, yazı vaktiydi. Okumada iki kitap bitirdim bugün (Batıcı entelektüellerimiz, Keloğlan’ın kösesi gibiler), yazmada üç yazı. Yazmam daha da devam ederdi aslında, yazdığım şey güzel ve tatlı bir üslupla geldi. Gökçe diyeyim size. Ama vücudumun da hakkı var, deyip kalemi bıraktım. 

Kalemle yazmayı seviyorum. Dünyada hayat başlarken insana verilen o ilk malzemelerle yaşama idrakini de.



Yeprem Türk


30 Kasım 2019 Cumartesi

23 Nisan - 20 Kasım



Önce Türkiye Mesnevisi adlı kitabımdan Çocuklarla ilgili bir alıntı yapayım. Ardında sözü 23 Nisan Çocuk Bayramı’na ve 20 Kasım Çocuk Hakları Günü’ne getireyim.

‘…Türkiye’nin çocukları, insanımızın sevinçleri. İçerden ilahî, dışardan neşe temalı resimleri. Nur gibi doyururlar haneleri. Vardır, emmileri babaları abileri ablaları dedeleri nineleri. Çocukluk, deli yalınlık; bir gökyüzü parçası hali…’

23 Nisan Çocuk Bayramı 1929’da;  20 Kasım Çocuk Hakları Günü 1989’dan beri kutlanıyor.

20 Kasım Çocuk Hakları Günü bu sene geçen yıllara göre daha etkili kutlandı.  Sanki 23 Nisan’a bir alternatif oldu. Oysa 23 Nisan, çocuk haklarıyla birleştirilip daha da donanmış hale getirilebilir.  23 Nisan Çocuk ve Çocuk Hakları Bayramı olarak kutlanması bu günün, daha yerinde olur.



Adem Kalan

28 Kasım 2019 Perşembe

BİR


Kalbim asrın kibriti
Göğüste benzinin ona doğru akması
Çakım öncesi gacur gucur yürek
Bu, Çalab'ın içimizde iş görmesi


Y. Türk

18 Kasım 2019 Pazartesi

TÜRKİYE MESNEVİSİ'NDEN



Türkiye, öncelikle bir gönül coğrafyası. Sanat toprağı. Akabinde bilim ve felsefe işi. Ömrümüz kısa yaşta ama yüzümüz uzun yaşta. Muhammedî cemâl üstünde. Özleyip de kaldığım bu yerden hiç gitmesem diyorum. Krallar yoktur, ilahî menbalı kurallar vardır. Salâtlar, topraklar, besinler, çayırlar, dağlar, renkler, mekânlar ve gönüller nasıl da beraberler. Dil, hep vezin der, eylem der. Hayat bütünlük ister. Boyumuzdan büyük çağırır, boyumuzdan büyük seviniriz. Dünyada hep bir Türkiye çekimi vardır. Gönlün ürediği, saflığın türediği yerdir. Yüreğin hep bedenden büyük olduğu, yaşadığı, donandığı yer. Allah’ın nuru doyurur ekinlerimizi, bitkilerimizi. Türkiye cedlerimizin izi, gafletten uyanmamız için dürten ata dizi. Ülkümüzün ülkesidir Türkiye. Maddenin mânâ ile gezişi.  İç gezi dış gezi, nasıl da adımları birbirine bitiştirip dikmiş Ulu Terzi?

Yerimizi ülkemizin içine koyan Allah’a şükür olsun.

İmamlar meydanı. Âşıklar ayvanı. Dünyayı yönetmiş bilge önderlerin çatısı.

Yarenliklerimiz duru arı, ahirete kadar gider tatları.
Bedeni güzel işlerde kullanmak, etin kemiğin akan pınarı.

Mahyalarla göğe Allah Muhammed yazmak, ülkemizin sünneti.

Benden sonra da ocağı Peygamberane tüttür demesi, babanın oğula hutbesi.

Helalindendir kelimesi
İlmi
Arazisi
Göğü
İneği
Sütü
Nikâhlısının yanağına kondurduğu öpücüğü.
Tek cümleyle anlat deseler bu peygamber kavlinin toprağını:
Türkiye daha çok cennet ehlinin vatanı.

Y. Türk



KRİZLER ÜZERİNE



Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun Kant Krizi ve Râzî Krizi yazısını okudum. Yazıyı biraz açmak istiyorum. Kant Krizi, yani anlamın anlamsızlığı, hakiki bilgiyi edinmenin imkânsızlığı algısı Batı’da hâlâ çözülmüş değil.  Kant Krizi’nin yerini ise farklı hüviyetiyle de olsa Doğu’da Râzî Krizi alıyor.  Mevlânâ sebepleri tüketerek ve şairaneliği kullanarak Hakk’a ulaşmakla çözmüş Râzî Krizi’ni. Bazı bilgileri aktarmak için şairaneliği kuşanmış, mantık dilini değil. Ömrün anlamını yaşamın sonundan alıp getirerek ölümü hayata merhem olarak sürmüş. Öte fikri, ahret yurdu düşüncesiyle; hayatı beslemiş, yaşama anlam katmış. Mevlânâ’ya göre bazı bilgileri mantık aklında ve dilinde aktaramazsınız. Bu bilginin dili şairanelik ister. Belki de bu yüzden bizde felsefe pek kabul görmemiştir. Ancak şairanelik de ayrı bir dil ve bilme felsefesidir. Zaten Hölderlin de, yeryüzünde yaşam şairane sağlamdır, dememiş midir? Yaşayarak bilmeyi söylememiş midir?

Şimdi size İmam Gazâlî’nin Nur Metafiziği’nden bir bölüm aktarıyorum : ‘İlim imanın, zevk de ilmin üzerindedir. Zevk bir vicdan (kendinde bulup, kendinde yaşamak), ilim ise bir kıyas’tır.’ Zevk dediği şey aslında şairaneliktir.

İbn-i Haldun’un medeniyetler için yaptığı yükseliş, durağanlaşma ve çöküş tasnifinin temelinde bile aslında şairanelikle buluşma ya da şairanelikten uzaklaşma vardır.  Hangi medeniyet şairaneliğini yitirmişse çökmüştür.

Psikolojide ise bir Freud Krizi vardır, desek yeridir. Bilinçaltı meselesinin doğru teşhis edilememesi ve okunamaması psikoloji ilminde bir çıkmaza yol açmıştır. Frued’de metafizik yoktur, onun yerini kozmoloji alır. Bu husustaki kriz de şairane bir ruh doktorunu bekliyor, vesselam.


Y. Türk

2000'ler ve Şiir



2000’lerde dünya, dijitalleşmeye başlıyor.  Teknoloji ve sanayi iğrentisi vardı, bizden önceki kuşak yazarlarında ve şairlerinde, Nazım Hikmet hariç. O, doğrudan makineleşmek istiyordu. Diğerleri onunla ahlakî bir temelde buluşamadılar. Şimdi dijital bir çağdayız. Ben buna seviniyorum gizlice. Biz, dijitale yatkın bir milletiz.  Çünkü dijitallik fıtrat bakımından bizim gibi bir şey, dervişçe. Teknolojinin belki de en güzel yerine doğru gidiyoruz. Dijital, teknolojinin erencesi gibi. Ağır sanayi ve teknoloji çağı sertti, insanları eziyordu, onların ormanlarını kesiyor topraklarını kirletiyordu. Dijital, teknolojiyi bu tutumundan vazgeçiriyor gibi yavaş yavaş. Asya insanına yakın bir fıtrat gösteriyor da. Ancak dijital çağ da bizi bu kez sertliğiyle değil duygucu ve hazcı yanlarımızdan vuruyor. Kırılgan, Kristal benzeri, tebeşir tozu gibi uçucu kişilikler meydana getiriyor. İnsanı yumruğuyla değil, zevk verici taraflarıyla dövüyor. 2000 sonrası yazılan şiir bu nedenle oldukça naif, kırılgan ve mistiktir. Yeni çağın başlangıcında da bu tavır var. Ve şiirinde de.

2000 sonrası kuşakların bir kısmı bir yönüyle çok rahat bir nesil. Şiirdeki rahat söylemeyi de bu tembelliklerinden dolayı suistimal etmişler. Zihnen kendilerini bağımsız hissetmeleri, onların Türk şiirinin derin birikimini elden ve gözden geçirip onlara yeni çağa göre yorumlar katmanın sorumluluğundan kaçmalarından kaynaklanıyor. Bu şairler genelde biçimle uğraştılar.

2000 sonrası şiir yazan şairlerde diğer yandan minimal ve zeki bir aydınlanma da var.  Bu aydınlanmanın kaynaklarını şu şairler oluşturur.  Akif, Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sezai Karakoç, Osman Serhat Erkekli, Cahit Zarifoğlu, Turgut Uyar, İbrahim Tenekeci, Yücel Kayıran, Cahit Koytak. Bu kaynaktan doğan güçlü şiirler bulunuyor.  Doğal olarak gelişen şiir, burada.

Diğer yandansa Akif, Tevfik Fikret, İsmet Özel temelli Neo-epik şiiri takip ederek gelen yeni kuşak toplumcuların olduğu söylenebilir 2000’ler şiirinde.

Hece şiiri, 2000’lerde, doksan kuşağındaki hızını devam ettiremedi.

İroni ve deformasyon şiiri, iki bin sonrası kuşaklarda da devam ediyor.  Asaf Halet Çelebi, Orhan Veli ve İlhami Çiçek şiiri besledi, bu geleneği yeni kuşaklarda.  Asaf Halet Çelebi de bir Hallac geleneği bir Cüneydi Bağdadî çizgisindedir. Ve Hallac ve Bağdadî şathiyeleriyle gelen bu kanon Asaf Halet Çelebi’de belli belirsiz ironiye dönüşür. Ah Muhsin Ünlü’deyse bu damar, deformasyonla iç içe geçer. Asaf Halet Çelebi’yi ve Orhan veli’yi birlikte harmanlamıştır, Ah Muhsin Ünlü. Özellikle İlhami Çiçek’in yarım bıraktığı şiiri sulandırarak da olsa tamamlamıştır, diyebiliriz Ah Muhsin Ünlü için. Bu çizgide ilerlemek isteyen yeni şairler ise bu ironiyi espiriye ve argoya dönüştürüyor. Marjinalleştiriyor. Bu kanonun hızı kesiliyor 2000’lerde.  Gelişigüzel, dağınık, samimiyetsiz şeyler okuyorum onlardan daha çok. Ukalâ bir üslupları var. Bu şairlerde bir patetik çukurlaşmanın olduğu da bir gerçek.


Yeprem Türk ( Kuruluş, Sayı 36'dan)

26 Ekim 2019 Cumartesi

Benden Önce Ölme & Mustafa Nezihi PESEN



 Hep söylenir bir dua olarak. Âdem'den beri söylenir. Nuh'tan beri söylenir. Yakup'tan beri söylenir: Benden önce ölme oğul. Benden önce ölme yavrum. Benden önce ölme...


Benden Önce Ölme, Mustafa Nezihi Pesen’in uzun bir aradan sonra gelen ikinci kitabı. Her yeni defter yeni sefer. Pesen, şair gibi yazıyor, çıkarıyor kitaplarını. Bu kitabında da şiirselliğin, öykünün ve denemenin karışımı var. Bu türün adı nedir? İmam-ı Rabbanî’nin mektubat üslubu, Şebüsterî’nin Gülşeni Raz’dakine benzer sıcaklığı ve nasihat şekli, Mecnunvari sevda seslenmeleri  metinlerde yer etmiş. Biraz pendname biraz hikâye biraz aşk biraz tarih biraz serüven olan düşünsel bir eser Benden Önce Ölme. Mümin kardeşlerle yapılan bir dertleşme mesnevisi.

Nazım Hikmetin Ben senden önce ölmek isterim adında  bir şiiri var. İbrahim Tenekeci’nin Görmeden Ölmek isimli bir kitabı bulunur. İki deyiş de aynı anlama gelir. Aslında bu deyiş zor zamanlarda kullanılan bir ifade.  Seferberlik sözü sanki. Ama önce Peygamberler kullanmış bu kelamı. Zaten her Peygamber hakikâtin dünyaya seferi değil mi? Mustafa Nezihi Pesen de  bu seferîlik geleneğine uymuş. Yazarımız Seferber dergisinin genel yayın yönetmeni, diyelim de mesele daha iyi anlaşılsın.

Mustafa Nezihi Pesen, yaşamış görmüş okumuş ve bunları kendisine ömür etmiş. Ömründen de tortuların suyunu, özünü damlatmış, ömrünün altına bir bakraç koymuş, işte o bakraçta birikenler de kitap olmuş. Yazılarını canı yazmış, dilinin arka bahçesinde ise hepimiz varız. Hayasıyla, neşesiyle, yasıyla, şöleniyle, düşüşüyle, kalkışıyla fıtratımızın umum hali var.

Yazar, insanlık olarak bir anomi çağından geçtiğimizi haber veriyor. Benden Önce Ölme ara ara nasihatle ve bazen de duygu durumları üzerinden okuyuculara atılan dayanışma ve tutunma ipleriyle dolu. Bu tutumuyla eser, Gök Kubbe felsefesinden ziyade Asr-ı Saadet Kubbesi düşüncesi içindedir.


Yeprem Türk

20 Ekim 2019 Pazar

Nuri Beysiz İlk Türkiye Akşamımız & Eksik Akşam




Kurak bir akşam, güneş ufukta sönüyor
Paralar bankalara dönüyor
İnsan Fetih Suresi’ni dinleyince, Nuri Bey
Kurudan kalkıp yaşa gidiyor

Suriye’den gelmiş küçük kızın
Bakışları Yeni Cami’den sonra beni geziyor
Garip gözü oturup kalktığı yeri
Biraz yanık bırakıyor

İnsan, yutkunmaya
Sesin seferî hali, diyor
Ah sesin köküdür, Nuri bey
Tüm sesler oradan türüyor

Nicedir bundan herhalde
Akmak istiyor kalpteki yara
Baş aşağı, nehir olsun
Kardeşlerini de çağıra çağıra



Yeprem Türk

19 Ekim 2019 Cumartesi

KURULUŞ, Kasım - Aralık 2019, YIL 6- SAYI 36








ÜSTAD



Üstadın yüreğinin üstü başı yaraydı.
Kudüs ile acayip bir rabıtası vardı. Kudüs’le beraber yaşadı, beraber düştü, beraber umutlandı.
İlk yarası Kudüs idi. Sonra bu yara diğer kardeş yaraları da çağırdı: Irak, Suriye, Afrika, Balkanlar…
Metinlerinde hep buraları gezdi. Pakdil’in yazıları ve gönlü bu coğrafyalarda gezerken çok çarık eskitti. Bazen yalın ayak gitti, gitti.
Kelam onda kendisini hiç yormadı. Söz, onun üzerinden kendisini dedi.
Lafını özgün söyledi, üslubunu kendi bildi.
Yazılarının dumansı bir tadı, kalbe gönle karışan bir rayihası vardı.
Yazdıkları gerçeğin ta kendisiydi.
Sözüne ne sıcak yollarda yazı meleği su verdi. Onu kaynağa erdirdi. 
Yüzü Muhammedî cemaldi.
Farz üstünde, sünnet üstünde, aşk üstünde durdu ömrü.
Neşeyi seven bir fıtrata meyyal olmasına rağmen Ümmetin sıkıntıları sebebiyle pek yüzü gülmedi.
Ayakta kaldı, bazen de yıkıldı. Ki Allah insanı ihtiyacına göre yıkardı. İhtiyaç üzere de kaldırırdı.
Müminin umut arazisini hep suladı. Suladı. Yılmadı.
Kitapları bu umut tarlasından hasat edilmiş bir külliyattı.
Tarih 18. 10. 2019 idi.
Allah rahmet etsin, Nuri Pakdil vefat etti.
Dünyadan büyük bir üstad geçti.



Kuruluş Dergisi

14 Ekim 2019 Pazartesi

İKİNDİ ATI'NDAN


BELKİ

Belki
Ölüm meleği yakılacak anız, der
Ömrünün etrafını çevirir
Uzaktan baktığında giderken görürsün
Hatıranla yaratılış üstünde çepelsin

Belki de
Dünyada kendini koyacak bir yer bulamazsın
Nehirsin, din ile demlenmiş bir varlığın var
Suyun sesi sıla selâdır, der
Ahrete doğru şırıl şırıl akarsın




Y. Türk

Türkiye Yazıları Kitabı'ndan



Aynı medeniyetin toprak parçalarında yaşayanlara dair:

Akıl, insanı diğer varlıklardan farklı kılsa da milleti diğer mevcudattan inanç ayırır. Ve bu inanç bir kişilik üzerinden akıp gelir. Biz, Muhammed’in cemiyetiyiz. Muhammedî iş görürüz. Muhammedî dili konuşuruz, siyasetle Muhammedî siyaseti yaşarız. Aynı dindeniz, aynı ümmetiz, aynı medeniyetteniz. Bu nedenle de birbirimizin yar ve yardımcısıyız.

Bütünlük zamanlarınızın dışında bile asla birbirinizle savaşmayınız. Aranıza kin ve düşmanlık ekmeyiniz. Birlikte ait olduğunuz manevi zemini parçalar halinde iken de ayaklarınızın altından yitirmeyiniz. Bitkinin yeşilken sökülen yerini bile tabiat çabuk kapatamıyor. Birbirinizde yara izi bırakmayınız. Sonra bir araya gelseniz de aranızdaki mesafeyi kapatamazsınız.

İş bu kitap, gelecekteki devlet adamlarımıza kalırsa, onlar, ayrık ve uzak kalmış devlet toprağından hukub miktarından fazla ayrı kalmasınlar. Bu miktar sonrası duygular ve aidiyetler yön değiştirebilir, ortak şuur yitebilir. Orayla tekrardan kavuşmak meşakkatli olur.  Muhammed’in Mehmetleri, birbirlerinden bu ölçünün üstünde ırak durmasınlar.



Y. Türk

6 Ekim 2019 Pazar

DÜNYANIN İYİLERİ


Dünyanın iyileri
Üstatların söylediği yarım sözün
Devamını çeke çeke getirenleri
Serin zihin ırmaklarına baş aşağı
Suyun aklındakini yaparak dalabilenleri

Dünyanın iyileri
Kazıdıkça kalpteki yarayı
Altında Yunus’un yazdığı bir satırı bulabilenleri
Aklın yetmediği bir bilginin karnında
Hazım bekleyen gıdaya benzeyenleri

Dünyanın iyileri
Yetim başının okşanması gibi
Hayatı elle söyleyenleri
Onların sözleri
Kutupların insan görmeden gelip geçen günleri




Y. Türk

5 Ekim 2019 Cumartesi

HATIRLAMA


                                   

                                                               Yücel Kayıran'a

Güzel hatırlarım ben kimleri ?
Son nefeste Allah’ın kudretini
Gökte kanat üzere talep edenleri.
Ölüm olayında toprak dedikleri
Hava Kurumu gibi toplar kemik ve deri


Yeprem Türk

&




Ey! Diye seslenenlerin dergâhında:
Biz, vatan ve hakikat.  Yeşil çayırlar, serin gönüllü dağlar.  Dünyaya ve bekaya selam veren minareler. Mimari ve tarihimizin en büyük ulakları mabetler. Adem’den, Nuh’tan izler. Peygamber-i Ekber’den ulu minber.  Gönüller üzere dünya insanına kurulu maddi ve manevi sofralar.

Türkiye, bir merhamet birimi. İnsanlık menkıbesi.  İyiliğin temiz eliyle yaptığı kader penceresi. Yeryüzü yoksullarının, mazlumlarının dünya hanesi. Güldürür dünyada gülmeye parası yetmeyenleri.

Türkiye’nin en büyük gıdası samimiyeti, acıması, edebi ve hürriyeti. Tüm dünya çöpe atsa da ahlâkı; o alır, pak sulara yatırır, arındırır ve ayağa kaldırır doğruluğun zürriyetini.

Ve iyiler her daim kötüleri yener. Bunun sebebi şudur: İyilik, kalbe yakındır. Bu sayede kötülükten daha derin ve stratejik düşünür.
Ve bu samimiyetten ötürü ki,
Türkiye’nin Peygamber aşkıyla örülmüş, çağrılmış iki ulu nesnesi bulunur.

Birisi Veysel’in hırkasıdır, diğeri İstanbul şehridir.  İkisi de bize peygamberin hediyesidir.

Veysel’in hırkasını sökmek, İstanbul’u sökmek gibidir.

***
Burada günler var. Veyselî ve İstanbulî yaşanırlar.

Türkiye’de günler, Türkiye’nin ilk günü kadar da tazeler. Günler: defterler. Bu defterlerin içinde neler var: Salât, zikir; Mevlânâ, Tapduk var. İlim, tasavvuf, aşk, amel var. Hicaz, Endülüs var. Tuna’nın akarken çıkardığı berrak ses, Dicle’nin ılıklığı var.

Türkiye’nin zamanları; amelleri maşeri vicdana tartılması için götüren  ulu kamyon kasaları. Sayılamayacak defa böyle sefer eyleyen yazgının nakil araçları.


Bu da, Türkiye’nin zaman dersinden aldığı farkındalığı.



Y. Türk

&



Hem nebatatın ambarı hem aşkın. Bir bereket ki her çeşit meyve sebzeye duran. Ama yine de insanı az yiyen az içen. Kanaatı kendisine kanat olarak takan. Allah bizi öyle bir kabın içine koymuş ki, insanı ey diye seslenmeye muhtaç ediyor.

Şairlerimiz ey sahibidir. Ey! en çok bizim şiirimizde geçer. Ey, bir iman işaretidir. Şükür sesidir. Allah’ın kudretini ses üzerinden istemedir. Ölüme bile ey’imiz vardır. Bu toprakların milletime sunduğu bu zengin iaşeye rağmen, ölümün en çok sevildiği ona methiyelerin düzüldüğü üç kıtaya yayılmış bir belde olmaktan kendini alamıyor, Türkiye. Mevlânâ Konya’da ölüme düğün gecesidir, demiş. Yunus, Sakarya’da  ölümü âşıkların toyu olarak görmüş. Sezai Karakoç, İstanbul’da, Allah’ım uzatma dünya sürgünümü, demiş. Bu, intihar ve ölüm sevdası değil, Allah’a kavuşma isteğidir. Batı topraklarında bu terkip neredeyse yok. Onların ölüm dedikleri, ölmeye yakın Pekin ördekleri gibi kaynar suya girdikleri.

Ölürken hem ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ hükmünü icra ederiz hem de sevgiliye kavuşmanın coşkusuyla teyelleniriz, neşe üzere  kıvıl kıvıl tasvirleniriz.

Güzel hatırlarız bu toprakta ölüleri. Onlar, son nefeste, Allah doldurmuş deyip ölümün tüfeğiyle korkmadan oynayabilenleri,  ulu yol üzere gökte gidenleri. Onlar da bildiler ki ölüm olayında kabir yerleri, uzuvların usulca bırakıldığı toprağın  güzel heybeleri.


Y. Türk

29 Eylül 2019 Pazar

BABA 3




Gelecekten yılgın bir imgeyi
Derim serdi yüzüme
Beni her daim borçlandıran tefeci umut
Ufuk kurtlanmaz, deme

Yüzüm babamın yüzüne benzer giyinir
Bilgelikle baktığım her suyun içi
Sanki babamın tipi
Üstünde acı kabilesinin talan izi

Gelecekti boş alan âşıkların alanı
Kaderin uçsuz bucaksız bilinmezliğiyle dolu
Hayatıma daha yeni yeni tırmanırken belirsizlik
Etime berzahtan serinlikler bırakır ayak tıpırtıları

Babacığım nakşın bezime bir imkân verir mi
Oğul daim babaya bağlı bir belde
Ve meselem kendi halinde
Yıkıntılardaki kemâli tamamlar hem de


Y. Türk