5 Haziran 2020 Cuma

Kuruluş,Temmuz- Ağustos 2o2o







İçerde, şehirde virüs nedeniyle tam kapalı olmasa da kısılı kaldık. Mekânda sabitlik konusunda kendime güvenim yok. Dağlara, tepelere kaçabilirim. Bu nedenle 
Kuruluş’un Temmuz- Ağustos 2o2o sayısını erken duyurup, yayımlıyoruz.

Bu sayıda, felsefenin şairi Yücel Kayıran'ın şiiri üzerine düşünüldü, yazıldı.

İyi okumalar.



Yücel KAYIRAN

Okuyucunun Yücel Kayıran şiirinde sürekli kendini dışarıda hissettiği nokta da merak uyandırıcıdır. Bir çitin arkasından görünür çünkü Yücel Kayıran şiirindeki her şey. Uzaktır, yalındır, ilgi çekicidir. İzlemekten kendimizi alamayız. Ondaki anlam verebildiğimiz şeyleri de, hemen anlam veremediğimiz şeyleri de. Karl Marks’ın geçtiği bir şiirinde Hz. Muhammed’le de karşılaşırsınız çünkü. Hz. İbrahim’i bir bakmışsınız bugüne taşımıştır; kapı komşunuz veya dostunuzdur o. O şekilde şiirine taşır Yücel Kayıran. Ve her ne kadar bu isimlerin, tarihsel ve sembolik anlamları varsa da, Kayıran şiirinde nasıl geçtiğine, şairin neden ve nasıl o ismi andığına odaklanmak gerekir. Tarihsel anlamının dışında bir anlam yüklemiştir çünkü Yücel Kayıran. O isim bir çıkış noktasıdır. Başka noktalara yönelmeye de vesiledir. Fakat onun asıl söylemek istediği, kendisi üzerinden bugüne dairdir. Bu anlamda Yücel Kayıran şiiri bugünün anlamlandırılma çabasıdır.

( Ömer YALÇINOVA, Kuruluş,  Sayı 40, S. 5)



YÜCEL KAYIRAN ŞİİRİNİN KİŞİSİ

Muhammed’in (S.A.V.) Mehmed’i.
Bir yanında doğa bir yanında fıtrat. Zihni hem Doğu hem Batı: İki kanat. Göğü ilahiyat. Eflatun’dan Hallac’dan, Gazalî’den nasipli bir zanaat.

Üstünde Şems’in homurtusu, daraltısı; bedeninde hem Mayakovski’nin pantolonu hem Cüneyd’in harmaniyesi; solunda akan müzikte Mozart’ın biyolojik tınıları, sağında fıtratın çağıl çağıl köpürerek akan İtrî’nin tekbiri; arkasında durmadan onu paltosundan çekiştiren trajedi, önünde ona gel diye el eden pırıl pırıl ilahî;   bazen etinin kemiğinin serüvenini yaşıyor, çay gibi akıyor; bazen vahdette, ümmette birlik deryasında gürül gürül çağlıyor; an oluyor bir ot kadar fâni, ötesiz görüyor kendisini bazen de huyu sonsuza çekmiş bir âşık kadar dünyaya sığmayan birisi. Gönül çeşmesi bazen damla damla, bazen selli akıyor.

İnkâra yaklaşır gibi oldu, bazen çamlar devirdi. Kirlendi. Bu kir, öyle serin şelâle suları altında sabunlanarak arınacağı bir şey değildi. Bu kiri, ancak ateş temizlerdi; kendini yaka yaka temizledi. Hayatı yanmanın ve sevinmenin; karanlığın ve aydınlanmanın eylem yeriydi.

İktidarın değil kovulmuşların vicdanı. Hem bilge hem celalî. Ama Hallac, Cüneydî gibi, ilahî aşkı söndürenlere karşı celalî. Şunu da ilginç görmeli: Kadıların dinden tart ettiği Hallac ve Sühreverdi’nin çıkış kapısından o, İslâm’a girdi.

Kalbi hep bir savaşta ama sonunda ganimet yok.  Tek derdi: bir ışıma. Bir amentü: Temiz ve berrak bir hava. *
*Yeprem Türk’ün bir şiirinden


(Yeprem TÜRK, Kuruluş,  Sayı 40, S. 17)





Kuruluş 

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Ütopya- Distopya Ya da Babil'in Asma Bahçeleri




İngiliz hukukçu ve siyasetçi Thomas More’un Ütopyası’nı okuduğum yıllarda aklıma   Babil'in Asma Bahçeleri düşmüştü. Hem güzel hem de iyi yer anlamına gelen ama aslında bir yeryüzü cenneti vaadi taşıyan Ütopya kavramı, Babillerin dünyada oluşturmak istedikleri cennet idealiyle neredeyse birebirdi. Modern yaşam, bir ütopya olarak ilhamını oradan almış gibiydi.

Modern insanlar da Babiller gibi dünya nimetlerini şükürsüz ve fütursuzca tükettiler. Haz, hız, doyumsuzluk, konfor derken akabinde bir yozlaşma, hiçleşme, Tanrı’yı yok sayma, kendi kendini helak etme aşamasına geçtiler.  Ki bu kez de kötü ve hastalıklı distopyalarının içine düştüler.  John Stuart Mill ise Distopya eseriyle Babil hikâyesinin ikinci bölümünü anlatır sanki.

Ütopya; her şeyden önce eski Babil halkının hülya ettiği gibidir; Distopya ise sonunda yaşadığı hayal kırıklığıdır, vardığı yerdir.

Ütopya ve Distopya kitapları Rönesans’tan günümüze dek gelen macerayı anlatır da. Babil anlayışını bazı farklılıklarla tekrar ede ede.

Mimarî anlayışları bile neredeyse aynıdır. Babil’de kuleler, Ütopya’da ve Distopya’da gökdelenler bulunur. Ve önceleri ışıl ışıldır bu yapılar sonra yıkık dökük, karanlık, tekin olmayan yerlere dönüşür.

Babil’in halkının birbirleriyle dertleşecek kadar dahi müşterekliğe sahip olmayan yalnızlaşmış, farklı dilleri; Dsitopya’da geçen, çağımızın bir başına bırakılmış ve ötekileştirilmiş insanının hal lisanından başkası değildir. 


Y. Türk


&


Hukukun en önemli özelliği tüm insanlığa hitap etmesidir. Ve akabinde doğduğu kaynağı göstermesidir.

Dünya hayatı;¸ hukukuyla, felsefesiyle, sanatıyla iki ana kaynak etrafında şekilleniyor.

Birincisi: Fıtrî ( Şer'i ) bakış açısı. İkincisi: Tabiî görüş.
Medeniyetler da aslında bu zihniyetlerin yükselip alçalmasına göre dalgalanıyor.

Ve medeniyetler önce hukuklarıyla tanımlanıyorlar.
Osmanlı fıtrî hukukla zirve yapmışken Avrupa tabiî hukukla yükseliyor.

Aslında ikisi de insan içindir. İnsana ters değildir. Ama sürdürebilirlik açısından; insanın hem dünya hem ahiret mutluluğunu temin noktasında fıtrî olan daha etkindir.

Fıtrî hukukun hem cinsleriyle ilişkisi iki şekilde belirmiştir. Müslüman olanlarla ayrı, gayri Müslimlerle başka konuşmuştur. İkisinin de durumlar hakkı gözetilmiştir. Tüm semavî olanlarla ezeli hikmet kavramında birleşir. Buna İbrahimî anlayışta denebilir.  Küresel düzeyde ise ‘münker ve nekir’  noktasından, yani herkesin üzerinde birleştiği ortak iyilikler ve ortak kötülüklerden hareket eder. Hukuka ontolojik bir zemin açar.

Tabiî görüş, dünyevî olanı imler. Ama insanın nefsini dizginleyen fıtrî hukuktaki uyarılar onda olmadığı için antropomorfizm tehlikesine da daim açıktır.  Rubûbiyete kalkışma riski vardır.

Dünya üç yüz yıldır tabiî hukuk çerçevesinde yönetilmeye çalışılıyor. Bu üç asırlık geçmişi ölçüye vurursak şu sonuçları elde ederiz: 1. Dünyevileşme zirve yapmıştır. 2. İnsan, Tanrı'nın yerini boşaltmıştır. 3. Emperyalizm ve işgal çoğalmıştır. 4. Doğal kaynaklar yağmalanmıştır. 5. Dünyanın gelir dağılımı hiç olmadığı kadar bozulmuştur. 6. İnsan, yaratılış olarak taciz edilmiştir.

Aslında bu durumlar fıtrî hukuka bir çağrıdır.



Y. Türk

&



Avrupa, yeniçağda kendisini antropomorfist bir kaynaktan üretti. Ve iktisadî faaliyetleri de bu memba etrafında kurdu. Avrupa’nın üretim anlayışından dolayı iki önemli unsur daim taciz edilmiştir. Birincisi: İnsan. İkincisi: doğadır. İnsan, hem iş gücü hem de kaynak olarak sömürülmüş ve aciz bırakılmışken doğa da önemli miktarda tüketilmiş ve neredeyse dünya hayatını ortadan kaldıracak derecede azalmıştır. Bugün, hem insan hem de doğa sürdürebilirlik açısından kilit noktada. Sular kirlendi, tabiat insanın yaşam ortamı adına gerekli imkânları sağlayamayacak noktada. Aslında Avrupaî üretim tarzı doğaya da insana da antropomorfist bir algı içinde daim saldırdı, onlara had bildirdi.

Yeniçağda siyaset anlayışı da bir antropomorfizm dairesi içinde değerlendirilebilir. Devlet, Hobbes’e göre ‘insan insanın kurdudur ve bu çatışmayı önleyebilmek için insan, cinsi bir iktidara yani devlete ihtiyaç duyar’.  Aslında bu görüş İbn-i Haldun’un devlet konusunda görüşlerinin sertleştirilerek söylenmiş bir başka versiyonudur.  O da ‘…devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur’ der.

Ancak bu ilişkiyi düzenleyecek devletin hüviyeti konusundaki görüş  farklılığı vardır. Haldun, devleti nerdeyse asabiyye kuvveti olarak ele alıp ona beşerî bir irade verirken Hobbes, devlet aygıtına Leviathan yani ejderha hüviyetini yükledi. Dünyevî ve ruhanî olan, hem Sezar hem Tanrı bileşkesiyle gelen iktidar Leviathan imgesi içinde toplandı. Ve eski Yunan tarihine bakıldığında bu kavramın antropomorfizm kültüründen beslendiği görülür.



Y. Türk

&



Hobbes, tabii hukuk ekolüne bağlılardandır. Bu görüşün diğer savunucuları: Locke, J. J. Rousseau, Descartes, Spinoza...

Bu hukukun temelini Stoacı düşünce belirler. Antik Yunan’a dayanır. Büyük oranda panteist bir görüşe sahip. Bu, hukuktaki natüralist ya da doğacı yorum.  Fransız ihtilalinden sonra etkin olan hukuktur. Modern hukukun temelini oluşturur.
  
Dinî hukuk ki bizde büyük oranda şeriat olarak bilinir ve adına fıtrî hukuk denebilir.

Osmanlı devleti, yaşamı, fıtrî hukuk ve bunun etrafında şekillenmiş örflerle ve diğer eklentilerle idare etti.

Ama ortaçağın softa Hıristiyanlığı içinde debelenen Avrupa, çareyi, toplumsal hayatı, dinî kurallardan sıyırıp tabiî hukuk etrafında sürdürmekle buldu. Ve bu hukuk yordamı neredeyse tüm dünyaya yayıldı.

Ve şer'i diğer adıyla fıtrî hukuk da eski otoriter, totaliter monarşik yönetimlerle bir görülüp tarihin raflarına kaldırıldı.

Oysa fıtrî hukukun ne otoriter rejimlerle ne de monarşilerle bir alakası vardı. Tabiî hukuk kavramı eskiden ortaya çıkmış olsaydı, bu kez de o, monarşilerin, imparatorlukların elinin altında olacaktı, yıpranacaktı. O devirlerde monarşinin olmadığı bir yer mi vardı.

Müslümanlar, tabiî hukuk kavramının kazanımlarını da yanına alarak bir fıtrî hukuk yaşantısında olmuşlardır.


Y. Türk

29 Nisan 2020 Çarşamba

&



Şam, Bağdat, Filistin, Kayseri…
Giderim Hızır illeri
Ayetlerin, hadislerin
                   eren sözlerinin
Yere dokuduğu heybeleri
Görmek rüyada bir ereni
Allah tarafından yıldızlı dama
                             çağrılmak gibi
Yusuf ve Gazali türbeleri
Dinin yere sepili daneleri
Erenlerin sözleri
Hâlâ konar yaşama
Allah’ın kuşları gibi.
Şems’i hatırlarım şalvarlı
Üstünde bir orucun ince güzel hatları
Dualar büyütmüş burda çınarları
Altından geçerken değer
Yüzünüze Sübhaneke dalları
Cüneyd’i, Bayazıd’ı
Allah’ın kendi kendini yakan mektupları.
Mekke dönencesinde bir Veysel
Seve seve çıngı çıkardı.
Vadilerden vadilere
Gütmüş Hallac tik takları
Zamanın kuzuları.
Erenlerin hatıraları
Tarihin beyaz hacıları.
Anlat diyorlar
Anlat bize
İnsanı deviren bu devri
Nice büyük âlimler
Aşkta dağlıdırlar
Kötülüğün mersedesi var
İyiliğin eşeği
Toprağa mı gömüldü insanın şeytan görmeden önceki
Tanrı gören yeri

Geçti gençliği meskenin
Kıl çadırı, ahşabı
Şimdi beton: yapıların ihtiyarlığı

Yüreğim diyor ki
Öyle bir insan olmalı şimdi
Eskiden de eski düş döşeli
Kalbin sesini
Müezzin ezanı gibi
Bu yerlerin üstüne elemeli



Y. Türk

ANTROPOMORFÎZMLE GELEN İKTİDARLAR



Batı aklı, temeller itibariyle tabiata bakış açısını bir türlü dengeye oturtamadı. Ya onu Antik Yunan çağında olduğu gibi doğaya kudret atfederek antropomorfizmle tanrılaştırdı ya da modern zamanlardaki gibi yok etmeye çalıştı.

Tabiatın tahrip edilmesi her şeyden önce bir hümanizm hikâyesidir. Aslında hümanizm, natüralizmle gelen ve onunla beslenen bir anlayıştı. Ama sonra insan öyle bir şehirleşti ki doğadan koptu. Hümanizm, kente merhaba derken tabiata veda etti.

Eski Yunan felsefesinin doğa-tanrı tasarımı olan antropomorfizmle tabiattan alındı, insana aktarıldı. Natüralizm sadece bu aradaki geçişkenliğe kaynaklık etti o kadar. Eskinin tabiat tanrıları, hümanizmle insan- tanrı karışı bir simülasyona evrildi.
Tanrı fikri,  antropomorfik zihniyetle Antik Yunan’da ilk kez öldürülmüştü. Hümanizmin bu insan tasarımından sonra ikinci kez öldürüldü. Ve Niçe bunu ‘Tanrı ilk kez öldürülmüş’ gibi söyledi.

Grek düşüncesinde kudretiyle tanrılaştırılan doğa; modern çağda insan, edindiği bilginin gücüyle Descartes’ın epistemik öznesi olarak sınırsız yüceltildi.
Ve hümanist insan, doğayı olduğu şekliyle kabullenmedi, şehre sokmadı. Belki doğanın o eski korku veren kudretli zamanlarının kendine gölge etmesini de istemiyordu. Doğayı kente evcilleştirerek, yapaylaştırarak, süs olarak alıyordu. Bir nevi onu çöpe çeviriyordu.

Şimdi insan da elindeki antropomorfik gücü yitirdi; bu kez antropomorfizm kuvveti, iktidarı, kendisini üreten sisteme, otomasyona, kapitalizme verdi.
Descartes’ın bilginin gücüyle kendine yücelik payesi veren öznesi, zamanla özgül varlığını ve içsel değerlerini yitirerek, önce Heidegger’in tek tip olan onlar’ına, ardında da çöp insana (kurban) (homo-sacer) dönüştü.

Doğa sonrası, şimdi insan sonrasına; yani post-human’a dayandı. Tanrı, Batı zihniyetinde üçünce kez öldürüldü.

  
Yeprem Türk