Batı
aklı, temeller itibariyle tabiata bakış açısını bir türlü dengeye oturtamadı.
Ya onu Antik Yunan çağında olduğu gibi doğaya kudret atfederek antropomorfizmle
tanrılaştırdı ya da modern zamanlardaki gibi yok etmeye çalıştı.
Tabiatın
tahrip edilmesi her şeyden önce bir hümanizm hikâyesidir. Aslında hümanizm,
natüralizmle gelen ve onunla beslenen bir anlayıştı. Ama sonra insan öyle bir
şehirleşti ki doğadan koptu. Hümanizm, kente merhaba derken tabiata veda etti.
Eski
Yunan felsefesinin doğa-tanrı tasarımı olan antropomorfizmle tabiattan alındı,
insana aktarıldı. Natüralizm sadece bu aradaki geçişkenliğe kaynaklık etti o
kadar. Eskinin tabiat tanrıları, hümanizmle insan- tanrı karışı bir simülasyona
evrildi.
Tanrı
fikri, antropomorfik zihniyetle Antik
Yunan’da ilk kez öldürülmüştü. Hümanizmin bu insan tasarımından sonra ikinci
kez öldürüldü. Ve Niçe bunu ‘Tanrı ilk kez öldürülmüş’ gibi söyledi.
Grek
düşüncesinde kudretiyle tanrılaştırılan doğa; modern çağda insan, edindiği
bilginin gücüyle Descartes’ın epistemik öznesi olarak sınırsız yüceltildi.
Ve
hümanist insan, doğayı olduğu şekliyle kabullenmedi, şehre sokmadı. Belki
doğanın o eski korku veren kudretli zamanlarının kendine gölge etmesini de
istemiyordu. Doğayı kente evcilleştirerek, yapaylaştırarak, süs olarak
alıyordu. Bir nevi onu çöpe çeviriyordu.
Şimdi
insan da elindeki antropomorfik gücü yitirdi; bu kez antropomorfizm kuvveti,
iktidarı, kendisini üreten sisteme, otomasyona, kapitalizme verdi.
Descartes’ın
bilginin gücüyle kendine yücelik payesi veren öznesi, zamanla özgül varlığını ve
içsel değerlerini yitirerek, önce Heidegger’in tek tip olan onlar’ına,
ardında da çöp insana (kurban) (homo-sacer)
dönüştü.
Doğa
sonrası, şimdi insan sonrasına; yani post-human’a dayandı. Tanrı, Batı
zihniyetinde üçünce kez öldürüldü.
Yeprem
Türk