24 Kasım 2018 Cumartesi

KAHİRE



Nil, Musa aleyhisselama o kadar ait ki. Şöhreti yönünden Musa’nın ikinci asası gibi neredeyse. Bu cennet ırmağı nehir, bereketli topraklara doğru akan Tanrı oluğu. Kıssası öyle bol ki.

Kahire, tarihte, Nil nehrinden sonradır. Onun anlatılarının gölgesi altında kalır. Ki Kur’an Mekke’de inip, Kahire’de okunana kadar.
Ölümle hayat, olağan şekilde kardeştir. Her yeri mezarlıklarla doludur, Kahire’nin. İnsanında, kabir duygusu ve hülya iç içedir. Bu şehirde açıktan göremediğiniz şeyleri düşlerle temin edebilirsiniz.

Ben, Kahire’nin mizacını biraz da aklıma Bağdat gibi gelen hatırlamalardan öğrendim.

Kahire, kıraat şehridir. Kur’an için Davudî sesler mekânıdır. Gırtlağı dölleyen göksel bir hançeredir.

Başlangıçta şia bir şehir olarak tasarlanmıştır. Hatta medreseleri bile Nizamiye ekolüne bir alternatif şeklinde düşünülmüştü. Ama kader onu Sünniliğin başşehirlerinden biri yaptı. Kahire ise kendine ait bu hüviyeti, topraktan tohum gibi kavradı, filizledi, çiçek açtırdı.
Halkları birleştirdi. İlim bahçesi oldu. Bereketlendi. Nurlandı. Alimleri ulu ağaçlar gibi meyve verdi. İlimde, ahenkte, ticarette ve mimaride muhteşem bir İslam gücüydü. İslâm düşüncesi ve fikriyle bir ambar idi. İlmini ve  ahengini, lekesiz oluncaya kadar temizledi, inceltti.

Ve Kahire’nin mânası hiç yerinde durmadı, hep genişledi. İstanbul’un fethine kadar gitti.



Y.T.

TÎCÎDA



Çoğu kere bir deri bir kemiktir. Ama ilkeli, dürüst, adaletlidir. Onurlu bir şehirdir.  Mütevazidir. Bir bakıma yetim gibidir. Nijerya’daki ilk İslam otağıdır.

Hafif bir caz plağına da benzemiyor değil, bu şehir. Yeryüzünün engin kuşağından evrene sade, spontan ve esrik tınılar yayan. Acayip bir müzik kulağı da var bu şehrin. Asya’ya tel ve tezene veren kader, buraya üflemeli, vurmalı enstrümanları nasip etmiş. Lisanındaki kelimeler de müziğindeki ahenk de  yürek güneşinin ışığında kurutulmuş gibi çıkar.

Akşamları her Afrika şehri gibi düşsel kıpırtı halindedir, göz kamaştırıcıdır. Sokakları ve caddeleri titrek iz gibi. İnsanların dizlerindeki dermanla, kurdukları şehirlerin sokak şekilleri arasında bir benzerlik var, der. Vücutlar, şehrin hatta nefes alan yaşam şeklinin lejandlarıdır. Törene, öğretiye ve töreye Asya insanı gibi yatkındır. Grameri ve deyişleri tatlıdır. Madde bakımından yoksul ancak mana bakımından derin ve incelik dolu Afrika nüktedanlığı da üstündedir. Güldürüsünü irfana bezemiş ilginç bir şehir.  Ama genetiği neşedir, şükürdür.

Geceleri kumların rüzgârla birlik kapattığı camiler, sabahları süpürgelerle temizlenir, bezlerle sıvanır, cilalanır.

Halvetîler, Kadirîlerin ve Sünbül Efendi’nin duyguda ve itikatta cevelan ettiği Sünni şehir.
 
Afrika’nın, Nijerya’nın siyah incisi, Bilâl bakışlı şehridir.  Elması saklayan kabuk semalıdır.

Y.Türk


BURSA



Bursa, Horasan alfabesini okur, onun duygusunu yaşar. Söğüt, ulu çilesinden çıkmış Bursa olmuştur. Bursa’nın tarihi hayal minyatürümüzde – Söğüt, çadır içindeki murakabedir- hep bir camide itikaf halindedir. İstanbul’un başkent olmasından sonraysa, şehzadeler ve padişahların ölünce gömülmek istedikleri baba ocağına dönüşmüştür. Her şehrimiz aslında aynı kaynaktan beslense de  illerimizin de meşrebi farklıdır. Bir bakıma coğrafya, şehirlerimiz için de bir kaderdir. Bursa da her şehrimiz gibi erenler şehridir. İlim şehri, edebiyat şehridir. Aslında benzeri de pek yoktur. Medeniyetimiz açısından tek nüsha gibidir. İstanbul’dan sonra Osmanlıya en fazla mal olan şehirdir.

Yeşil kenttir. Ancak bunu, naturel bir ibadette koymaz Bursa. Buradan Yeşil sarıklı erenler gibi kubbeler ortaya çıkarır.

Bursa, eserleriyle tabiatın daha öncekiler tarafından kullanılmamış etkilerine yönelmiştir. Bursa, şehir anlayışında orijinal bir ekol, Osmanlı ile çıkan yeni bir daldır. Işkındır. Akideler, daha tozlanmamıştır, cam bakışlıdır. Ruhlara nurdan bir haber kadar tesir verir. Mimari de ayrı bir meşrebi vardır. Araplar eserlerinde çölün fıtratını ve kıvraklığını; Yunanlılar denizin akıcılığını, Türklerse ise Horasan’da mimarisinde kullanılan gök rengini ve uçuculuğunu Bursa’da yeşil renkle buluşturmuştur. Yeşil can boyasıdır. Bu metotla da yeşil, yapılarda, göğüs kafesi gibi kanatlanmıştır. Osmanlı’nın ilk çağları gibi malzeme az ama ruh ve inkişaf çok. Bunlarda, öte tarafta ahret hayatı beride dünya yaşamı ve ikisinin ortasında bir Türk hayatı vardır.


Y.Türk

TAŞKENT



Bu kentin en güzel tarafı, camilerinin, insana,  toprağa bitki gibi çıkmış olma hissi vermesidir. Hüdayinabit meşrepte olmasıdır. İnsan ruhunun, erdemleri, doğayla paylaşmasıdır. Bozkırın ortasında kozmolojik bir karın gibi hayat yaşamasıdır.

Tecrübeyle elde edilen şeyler geride büyük bir atık, çöp bırakır. Bu alemin hayat tarzı, arka plânda, bakir bir ilham gibi başlamıştır. Temizdir. Talaşı yoktur.  Şehirlerimizin bir daire ile başlangıç yapması böyle bir şeydir.

İlkeleri atom gibidir. Şehrin bedenini içerden başlatır, yönetir.
Şehri, salâtlarla ve en değerli uzuvlarla kurmuşlar. Erenlerin ruhu burada hem şehre dokunmuş, hem de şehri dokumuş. İtikaf mekanına benzer bir şehirdir. Hazreti İmam, Zengi Ata ve eşi Anbar Bibi, şehri mayalamışlardır.

 Su, dağ, taş, ticaret şehridir. Bu yönüyle şehirde bir şehir değildir, aslında. Duygusu çağına göredir. ‘Engin ovalarım, kervanlarım, ineklerim, turnam, meleklerim!’ tadındadır. Asya’nın kille, taşla gelen yürek ifadesidir.

Mabedleri makyajsız arı durudur. Şekilleri, desenleri; berrak su gibi yeşillikler içinde akar. Avrupa’nın trajik Pieta çehreli ağır desenlerinden öyle uzak ki.


Y.Türk

15 Kasım 2018 Perşembe

ISFAHAN

Bazı şehirler yere tırnaklarıyla, demir yumruğuyla tutunur. Taşkent, böyledir. Ama Isfahan, ipekten saçaklarıyla, etekleriyle yere eğilir. Oldukça zariftir, uçucudur. Bu anlamda kentlerin Meryem’idir. 

Yeryüzü ağacının dallarında kızarmış bir elma gibi süzülür. İslam mimarisi meyveye ermiştir. Ruhtaki idea ve tabiattaki idea bir olmuş, ahenk bulmuştur.

İlmi de erenlerindeki tavır da şehre acayip bir hava veriyor. Selçukidir, Farisidir. İkisinin de müzikaliteleri zirvededir. Nakışlıdır. Isfahan’ın eren yüreklileri, göğü gibi akışkanlar. Sanki temiz hava gibi yaşayıp konuşup, temiz hava gibi yazıyorlar.

Küfe’de ilmin dili olan ibâre yoğunluktaydı.  Isfahan’da ise mârifetin dili işâret ön plandadır. Hiper- desenler diyeceğimiz tatta, coşkun bir espri de var kullandığı  çizgilerde.  Belki de Doğu’ya has mimari kaligramlar da diyebiliriz buna. Bilge bünyelerin geometrik hat meşki ya da.


Y.T.

8 Kasım 2018 Perşembe

ANKARA


Ankara’da Selçukluya kadar gökten gelen bir kubbe yoktur. Yani kubbe bize gökten gelişi haber verir. Metafizik filizlidir. Sema ile yer arasında geliş gidişlidir. Ve göklerden iniş, dört unsuru burada fena dönüştürmüştür. Roma kartalının uçtuğu ve eski milletlerin putlarının kurulduğu bu toprakların ruhunu göklere doğru kubbeye ve minareye çevirmiştir.

Bir yandan da devletler için güç gösterisinin yapıldığı arena gibidir. Araplar ve Türkler Bizans ile hesaplaşmalarını burada yapmıştır. Moğolların talan alanıdır. Burası göklerden geleni önce, ilimle, sanatla değil; kılıçla almıştır. Metafiziğin parsı gibidir. Alparslan ile bu topraklara gelen fetih duygusu, kılıç ile hikmet arasındaki geçişkenliği sağlayarak, bu kentin eski barbar tabiatının yumuşamasını sağlamıştır.

Osmanlı zamanında dergah hüviyetine ulaşmıştır.

Nagehan ol şara vardım, ol şarı yapılır ördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak arasında

Derken Hacı Bayram Veli, aslında Ankara’nın nasıl da yeniden gökkubbeyle inşa edildiğini, fiziğinin metafizikten çıkarıldığını anlatmaya çalışmıştır. Kutlu Milli Mücadeleyi başlatacak ruhu yoğurmuştur.

Cumhuriyet döneminde, gökkubbe ile Roma heykellerine özen (batıcılık) yan yana yürümüştür. Sanırım coğrafyamızı Üçüncü Roma (İslam Roma’sı) olarak addetme fikri de bu kargaşadan doğmuştur.

Ki irfanımız ve mimarimizdeki ölçü , Roma makasının karar veremeyeceği kadar derindir.  Roma ahengi insanımızın ulu ahengine öksedir. Aslında maddiyatçı ve oldukça dışarlıklı Roma, para gibi kara.


Oysa Ankara, bizde, ulu nefeslerden hasat edilen üründür, harmandır. Bin yıl önce Asya’dan Batı’ya doğru verilen  Tanrı selamının adıdır.


Yeprem Türk

KONYA

Tarihin, tabiatın  öldürüldüğü ve yeniden dirildiği bir şehirdir. Dışarıdan yanarken içerden anka gibi doğuşun şehridir. Her yönden böyledir. Akide, medeniyet, siyaset, şiir.

Çağının gereği Konya da görmüştür, Moğolları, Haçlıları. Mavi gök altında yaşamış toprağımın bu neşidesini de üten, değil mi ki ilmimizi irfanımızı sanatımızı çirkin pençeleriyle parçalayan yeryüzünün bu kaba ayıları.

Mevlana İran şiirinin ve yazın sanatının zirvesidir. Fars sanatındaki süs, Konya’da göksel bir duruma erdi. Bundan sonra Fars diline binecek süsleme, sözün simlerini de özünü de Pisagor tası gibi çekip boşaltabilirdi. Yunus’un sanatta yalınlığa ve sehli mümteniliğe dönüşü biraz da bundandı. Yunus, sözü, öze, sanatın kaynağına, başlangıcına döndürdü.

Mevlana, Konya’yı Yunus’un sanatına verdi. Konya hem Yunus hem de görklü bir semazendi. Döndü döndü, yaşadı ulu irfan üstünde.

O günden beri Konya için irfan ilahi bir taamdır. Tanrı nimetleri bu formatta akar buraya. Tabiatı da ruhu da sıcaktır.

İkindi vakitleri, tüm İslam şehirlerinde gariptir, hislidir. Güneş ufukta eğilirken, insanın içi, doğrulur. Sokaklara berzahtan bir gurbet duygusu yayılır. Yüksek sesler ufak ufak ezilir, mırıltıya dönüşür, Nargile gibi tüter bu saatlerde Konya. Konya bu vakitlerde berzahtan bir radyo olmuş sanki bir el onun akustikli sesini yavaş yavaş kısmakta. Ses elçisi dıştan içinize yönelmekte.  

Ümmetin bin yıllık ameli olarak duru gök altında durmakta.

Tabiat da burada Tanrı’ya kulak vermiş. İnsan elinden çekiç yemiş, ruhtan ışık kapmış. Akide görmüş. Ahenk almış. Yumuşamış, sertleşmiş. Eğrilmiş. Doğrulmuş. Erimiş. Donmuş. Akmış. Nurlanmış. İnsanına bahçe, medrese, han, vakıf, ev bark olmuştur.


Anadolu’nun ortasında bir cennet meyvesi gibidir Konya. Aşk başıdır. Cezbesi, aşkın tikidir. Mefkuresi vakıf düşüncesidir. Saflığın otağıdır. İrfan ikametgahıdır. Toprağa salavat gibi bir inşadır.

Yeprem Türk