3 Kasım 2018 Cumartesi

KAŞGAR



İlk Türkçe sözlük burada yazılmıştır. Bir gramer şehridir. Türkçe’nin medeniyet dili olmaya doğru adım attığı yerdir.

Etrafı, yüce dağlarla tabiatın hacı babaları ile çevrilmiştir. Tarım ve su dokusundadır, kültürü.

Haniflikten İslam’a geçişin tüm tatlı ve şuh nekahâti üzerindedir.
Görürsünüz bunu, onun tarihini inip çıktınız mı, alçağına yükseğine varıp baktınız mı.

İlk defa İslam olan halka ve kente melekler daha çok mesai harcar, neşe gibi tatlı duygular saçar ödül olarak, derler. Gerisi sana kalmıştır emeğe ve sadakate, diye de eklerler.

Peygamber-i Ekber'e Mehmed olunan yılların başladığı yerler.

Medeniyetimizin bir eşiğidir, ulu kapısıdır. Fetih akidesi ve hissi Anadolu’ya, kendine özgü lisanla buradan girmiştir.

Daha sonra yazacağım Bursa, dimağımda Ş ve L harlerini öne çıkarır. Ve denizle suyla yan yanadır. R’yi de kapsar, çünkü lisanda dans etkisidir. Çöl kentlerinin sesi F S M’dir. Çöl de bir bakıma deniz kadar; kum ise su gibi hareketlidir. Ve R sesi, müziğidir. Oysa P Ç T K denizsiz Asya’nın, Kaşgar’ın sesidir. Serttir. Buranın hayatında ve yazının da R sesi, yani kıvraklık kaynağı göktendir.

Biri rahmana, su gibi gider kıvrıla kıvrıla. İkincisi kum gibi savrula savrula. Üçüncü dil, cengaverdir yara yara ulaşır. Ve ilerde Kaşgar, Anadolu’ya da böyle varacaktır.

Güller şehridir. Ve bir gül, burada elbiseye, duvarlara işlenen en etkin çiçektir. Gül,  Mehmed’in elinde Allah’a penceredir, açılır.

Sakin bir tavır, saf bir şuurdur; duyguda sadedir. İlk ışıma meyvesidir.  Asya ağacının dallarında ilk yeşeren İslam çiçeklerinden. Bu ana duygunun ilhamı burada hep dolaşır.


Şehir kurarken doğada kalan parçalarını toplamışlar. Muhiti, kendileriyle bütünlemişler. Ruhlarıyla, tabiatta vakit geçirmişler. Maddeyle neşideler yapmışlar. Mimarisinde renkler sanki itikafa girmişler sonra duvarlara geçmişler. 
 Hak yemeden, aşırılıklar saçmadan sade bir tarz nizam eylemişler.


Üstü salkım salkımdır. Göğünün cıvataları gevşek gibi durur, sanırsınız ki yere düşecektir, süzümlüdür ve temiz yüzlü gecelerde gökler, nurunu aşağı silkeler gibidir.

Y.T.

29 Ekim 2018 Pazartesi

KURULUŞ DERGİSİ, KASIM ARALIK, 2018, SAYI 30







                         

                          kuruluşdergisi

26 Ekim 2018 Cuma

PROJE DEĞİL İLHAMDIR





Yazmayı ve dergi çıkarmayı yarın da bırakabilirim. Ömrüm olursa yirmi sene sonra da. İlhamla yazıyorum. Ve her şey ona bağlı. Hiçbir şeyi proje olarak düşünmüyorum. Değil mi zaten en büyük proje, mefkûre ilhamdır.

Şehirler Kitabı da ilham olayıdır. Düşündüğüm bir şey değildi. Ama şehirler hakkında ne bulduysam okudum. Ve Tanpınar’ın Beş Şehri’ni daha çok coğrafik ve metafiziksiz buldum. Daha doğrusu El Medinet’ül Fazıla ile organik bir bağ kuramamış gördüm.

Ama bu işin başlangıcı, Mustafa Nezihi Pesen Ağabey’imin Bosna hakkında bir metin istemesiyle oldu. Bosna’yı yazarken, Bosna bir Yeşil Yunus şeklinde gözümde canlandı. Ve durum farklı kişiliklerde diğer şehirlere de sirayet ediverdi. İslam şehirleri bir ışımayla gönül coğrafyamda bir bir yükseliverdi. Yazılar da böylece başladı. Ve Mustafa Nezihi Ağabey’in, yazıları, ilhamıymış gibi sahiplenmesi de ilginçti. Bence, metinlerime verdiği ilk tazyiki fark etti.

Yirmi şehir yazıldı. Yirmi şehir daha yazılacak. Mustafa Nezihi Pesen Bey’e teşekkürler.

Yeprem Türk

25 Ekim 2018 Perşembe

OSMAN ÇAKMAKÇI


Osman Çakmakçı ile tanışmam, tesadüfi ve spontan şekilde oldu. Devamlı çay içtiği, anlaşmalı bir çay evinde, Kadıköy’de. 

Sanırım görüşmemiz kırk dakika sürdü. Çünkü fazla konuşmak hem onun için hem de benim adıma iyi bir şey değildir.

Çıkardığı derginin adı önce Pathos’tu. Sonra telif hakkı meselesinden dolayı Duygu Çağı oldu.

Osman Çakmakçı, duygu çağını getirmek isteyenlerden. Şiir akılla yazılır düsturuna karşıdır.

Aslında Duygu Çağı dergisinin içeriğini Osman Çakmakçı’nın yüzünde gördüm, sesinde işittim.


KÖR YAZI


II.BÖLÜM

Boğazıma geçireyim diye bir urgan

Yarmak için karnımı bir bıçak

Bir yastık koyayım başıma n’olur

Pencereden vuruyor
Beni yalnızlaştıran ışık

Öyle yorgunum ki kimsesizim
Uyutsun beni bir yatak serin hadi

Yazılmıyor yazgı yeniden
...

Göçebe dergisinden Duygu Çağı’na çıkar Osman Çakmakçı. Ama şiir telakkisi hep barbar şiir üzerinde sürer. Ham duyguyu, ham şiiri yakalamaya çalışır. Kültürden kaçar. Aslında ulaşmak istediği yer büyük ve derin olan saflık’tır. 

Osman Çakmakçı’ya göre ahenk önemsizdir. Oysa şiirde ritim gereklidir. Şairin bunu nasıl sağladığı daha önemlidir. Kimi şairler, Mayakovski gibi ses üzerinden çalar sazını. Kimi de kelimelerle. Ama bunlar tekniksel şeyler. Günümüz şiirini kurtarmıyor. Artık ritim şiirde duygu ile sağlanır. Bu da biçimsel değil, özsel bir durumdur Çakmakçı şiirinde.
...
Isıtmıyor sarı rengiyle
Bir yuva vermiyor
Uyuyayım
...
İkinci ayrıksı özelliği Çakmakçı şiirinin, sarı renkli olmasıdır. Göçebeliğin rengidir, sarı. Yersizliğin ve yurtsuzluğun. Faniliğin. 

Bu rengi tarihin iki kişisi iyi kullanmış, yerinde manalandırmıştır. Dünyada iki büyük sarı vardır. İlki Yunus’un sarısı, diğeri Van Gogh’un sarısıdır. Birbiriyle ilgilidir ancak Yunus’un sarçiçek’teki sarısı daha derindir. Van Gogh’taki sarı Hollanda dağlarının ve ovalarının kozmosla harmanlanmasıdır. Yunus’un ki ise hem doğayla hem de metafizikle yoğrulmuş bir sarıdır. Gelip geçiciliğin dip boyasıdır. Vahdete giden yolda insana varlığı anlam yönünden ilham edip, bu dünyada silinmeyen ancak bütün renkleri doğuran, içine alan o tek renge kavuşunca bitecek, silinecek bir şeydir. Çakmakçı’nın aradığı barbar sarı budur.

Yeprem Türk

NEBAHAT ERKEKLİ, DESENLER VE GÜNGÖR ERKEKLİ İLE MEKTUPLAŞMALAR


Mektup, İslam medeniyetinin telif eser üretme tarzlarından biridir.  Bakmayın, son çağlarda içine kartpostal koyularak yazılmış boş ve derinliksiz mektuplara. Îmam-ı Rabbânî’nin Mektûbâtı var  mesela. Uzak diyarlara, müridlere yazılan mektuplarla meydana gelmiş, nice eren ve alim külliyatlarına sahibiz. Eskiden mektup türünün yazın alanında büyük iktidarı bulunurdu.

Mektuplar, bir devri sosyolojisiyle psikolojisiyle aydınlatır. Eğer kalem derinse okuyucuyu ilhamlara bürür. Hayat, sanat ve insan adına bir irfan haline gelir.

  Geçenlerde, Osman Serhat Erkekli’nin babasının annesine yazdığı mektupları okudum. Osman Serhat, kitap haline getirmiş bunları. Annesinin resimlerini de kitaba eklemiş.

Kitapta hakim duygular: Özlem, ülkü ve yoksulluk. Bir devlet memuru olan şairin babasının ve neredeyse cumhuriyetin ilk bayan ressamlarından olan Nebahat Erkekli’ye duyduğu aşk ön planda. O zamanın Türkiye’sindeki ekonomik yaşamın tüm zorlukları ve ideolojik yönelimler eserde net şekilde görülebiliyor. Bakımsız Türkiye’den birçok manzara var, kitapta. Halkın hayata tırnaklarıyla tutunduğu belli.

Zorluk, umut ve samimiyet dolu şeyler yer yer de Ahmet Muhip Dıranas ikliminde esere yayılmış. Osman Serhat Erkekli içinse çocukluğa, yitik cennete, safiyet dolu bir döneme bu mektuplar sayesinde dönüp bakmak ilginç ve tatlı olsa gerek.


Yeprem Türk

20 Ekim 2018 Cumartesi

DAHA


Değişmez yasayla anlatırsa insan, yüreği
Adem’den beri milyarlarca yıl aynı ayetlerle aynı yeri

Şaşkınlık saygıdır bir de
Dünyada kullanılmamış tesirlere giderse

Mevlana’dan Şems’e cümlemi kurarım
Biz güneştik battık birbirimize

Bilgimde yerleşik bir ruh varsa
Eski çağların melekleri  
Zamanımın da melekleriyse

Anlamama gerek yok
Ah sesi kâinattan büyüktür
Kağıt üzerinde nasıl duruyorsa

Ne derim Hallac’ın cümlesi değil de
Tabiatı asılmışsa
                     
İnsan atalardaki dalların dalları
Kitapların da kitapları olursa
Su kudretindedir bazı bilgiler
İyi olur nasıl geldiğini bilmezsen
İdrak biraz havadır burna gelen esintide
Fakat bu, tabiattan değildir
Nefes güzel alınıp güzel verilirse
Daha ne isterim ahengin dökümü de ideal kalıplarda yapılabilirse

Y. Türk


YUNUS ŞEHRİ


Yunus’un şehri, Allah ili, Kur’an kenti. Arı olmuş insanın peteği. Tüm Anadolu’dur. İlim çıkarmanın yolu yanmaktı burada. Ateş almış yüreğin kokusundan anlaşılmıştır, dünyanın yaşı: Dünya yedi kere doldu yedi kez boşaldı. İşte yer küresinin yaş haritası.
 
Taş aslında yarar, ama bu şehirde, hatıramızda Yunus ile kalmasından dolayıdır ki insanı sarar ve sular şol cennetin ırmaklarına akar.

Ve bu şehrin insanları taşı, toprağı, ilmi, sanatı, irfanı ektiler; şehir diye hasat ettiler. Ve şehri, doğanın bağrına, Tanrı huzuruna sofra diye açtılar.

Hızır gözetir bu saf ve duru şehri. Hızır Tanrı’nın gözüdür.

Fanilik, sarıçiçek ekolüyle burada harmanladı. Bu çiçek, bir felsefe bitkisidir.

Yunus Türkçe’nin asasıysa bu kent de şehir anlayışımızın ilmihalidir. Yer ile göğün izdivaçlarıdır. Bu açıdan milli bir otobiyografimiz gibidir. Yürük akar hayat burada. İrfan, türkü üretir.

Bilinçte, on sekiz bin alemin bir katresidir. Çağının ve medeniyetinin gıdasıdır. Bir yanı cihan diğer tarafı ukbadır. Böyle değilse o mekan Yunus’a göre taş bağırlı muhittir.
Bu şehirde gayb insana ilaçtır. Dünyanın yorgun doluluğunu gaybın boşluğu giderir. Bu şehirde bu bilinmiştir. Ama yine de kimse büyük yasa gereği: Gayp bize iki baş soğandır, dememiştir.
Yapılarında duvar, ağaç, taş ve ruhumuzun desenleri vardır.
Rahmeti bu şehir Yunus gibi yerden de yağdırır. Kerbela gibi ruhu topraktan tüter. Ehli Beyt dergahıdır.


Y.Türk